ZAMANIN RUHU VE RUHUN ZAMANI: ZAMANLI VARLIĞIN ZAMAN HAKKINDA DÜŞÜNMESİ
Ekrem Demirli
Zamanın bir özne ve müessir etmen olarak kullanıldığı birçok deyim ve tabir yer alır dilimizde ve belki bütün dillerde. Bir arzumuz gerçekleşmeyince “İşi zamana bırakmak lazım.” deriz ve teselli buluruz; sanki zaman bizim adımıza o işi bir kıvama taşıyacak diye düşünürüz. Bazen bir işi zamana bırakmak, zamanı hakem saymak demektir; zaman muhtemel durum ve neticelerden birisini tercih eder, biz de vakıaya rıza gösteririz. Zaman acıları dindirir, bizi üzen veya sevindiren hadiseleri unutturur, olayları yatıştırır, yaraları tedavi eder vs. “Zamanla hallolur.” veya “Zaman en iyi ilaçtır.” gibi deyimler zamanın en müessir kabul edildiği düşünceleri anlatır. Her şeyin bir zamanı ve vakti vardır sözü ise büyük bir tecrübeye işaret eder: İnsanın kendi imkân ve kabiliyetiyle tanzim ile bir hadisenin tabii olarak gerçekleştiği zaman arasındaki ayrımı anlatmak için böyle deriz. Bu bakımdan ahlakın kurucu değerlerinden birisi olan sabır ise bir şeyin tabii vaktini bekleyerek kendi hesabımızdan vazgeçmek demektir. “Acele şeytandır ve teenni Rahmân’dandır.” sözü zamanın bu serin kanlı akışına teslimiyeti anlatır. Zamanın geçiciliğinden söz ederken “Su gibi akar.” deriz; fakat gerçekte su gibi akan zamandan bize düşen pay demek olan ömrümüzdür. Bir şeyin değerini anlatmak veya belirlemek ise zamana direnmekle ortaya çıkar: Klasik veya kadim tabiri zamanı aşan değerler, eserler ve düşünceler için kullanılır.
Kadim dönemlerden itibaren insanlar zaman kadar felek tabirini de kullanılırlardı. Gökyüzünün yeryüzünü yönettiğini kabul eden insanlar için felek veya feleğin döngüsü hayatımızı belirleyen ve bizim dahlimiz olmayan sebeplere atıf yapan tabirlerdir. İnsanlar iradelerinin üzerindeki bir gücün onların ve yeryüzünün hayatını belirlediğini ve onun etkisi altında yaşadıklarını düşünmüş, kendi güç ve iradelerini ise bu karmaşık iradeye boyun eğerek yaşamakla sınırlı görmüşlerdi. Üstelik burada dinî bir hakikatten veya Allah’tan söz etmiyoruz: Belki de dinin insanlara getirdiği en büyük özgürlük bu “kör talihe” karşı onlara özgürleşmenin yolunu göstermesiydi. Bazen “Her şeyin bir ruhu vardır.” diye düşünerek tabiatı akıllı saymış, bazen klasik astronomi-astrolojide olduğu üzere gökyüzüne antropomorfik bir bakışla yaklaşarak yeryüzünün yöneticisini feleğin hareketleri kabul etmişlerdi. Günümüzde başka bir kavram daha öne çıkmıştır: “Zamanın ruhu!” Zamanın bir ruhu vardır ve bu ruh bir çağ içinde öne çıkacak bütün düşünce ve kurallara nüfuz ederek onlara meşruiyet verir. Bu tabir geçmişteki zaman telakkilerinden ayrıdır. Her şeyden önce zamanın ruhu öteki çağlar kadar belirsiz bir şeye atıf yapmaz; en azından daha insani ve insan iradesiyle ortaya çıkan değerlerin ortak noktalarına vurgu yaparak hümanist bir zeminde kendini ifade eder. Zamanın ruhu insanların müşterek değerlerinden ibarettir. Bununla beraber “Zamanın ruhu” bir tarih yorumuna dönüşerek bütün dönemlerde geçerli düşünceleri ve davranışları anlamamızı yorumlayan perspektif hâline de gelebilir. Bir düşünce mutlaka doğru olduğu veya iyi anlatıldığı için değil, kendisinin dışında “zamanın ruhu” diyebileceğimiz fakat tam olarak açıklayamadığımız birtakım dış nedenlerle meşruiyet kazanabilir ve yaygınlaşabilir. Bu bakış açısıyla İslam’ın veya başka bir dinin tarihini açıklamak pekâlâ mümkündür. Bununla beraber “zamanın ruhu” tabirinin esas gönderme yaptığı şey, belirli bir çağdaki değerler ve içinde yaşadığımız çağın hâkim çerçevesidir. Bu itibarla modern veya modern hayat tarzı ile kavramın irtibatı kurulabilir. Bu kez “zamanın ruhu” ideolojik bir içerik ve üslup kazanarak kendisine uygun olanları benimserken kendisine zıt ve uyumsuz olanları ise dışlayan etkin ve müdahaleci bir tercihe dönüşür. Bu bakış açısıyla her asrın hâkim paradigması, o çağdaki düşünce ve davranışları şekillendiren müşterek değerlerdir.
Bu itibarla Grek filozofları felsefe ile edebiyat ve mitoloji arasında karşıtlık kurarak edebiyatı hakikate varmanın önündeki engel sayıp “çağın ruhuna aykırı” görmüşlerdi. Bu durumda hâkim düşünceyi zamanın ruhu sayarsak edebiyat ve mitoloji ruha mukabil kabul edilmiş oldu. Hristiyanlık veya İslam veya daha öncesinde Yahudilik kendi inanç ve ahlak değerleriyle bağdaşmayan inanç ve düşünce sistemlerine karşı tavır alırken “zamanın ruhu” kendini gösteriyordu. Romalılar için barbar veya Hristiyanlar için paganlar zamanın ruhunun ortaya çıkardığı muhtelif dışlayıcı tabirler idi. İslam ise cahiliye diye isimlendirdiği temel inanç değerlerini kabul etmeyenleri ve Allah’a şirk koşanları dışarıda bırakırken zamanın ruhu oldu. Müslümanlar için tevhidi kabul etmeyen her inanç cahiliye inancı idi. Çünkü yeni bir bilgi anlayışı ve yeni bir insan telakkisi ortaya konulmuş, yeni bir zaman yorumu ortaya çıkmıştı. Modern dönemlerde ise içinde İslam’ın da bulunduğu bütün dinler hâkim paradigma tarafından çağ dışı sayılarak, mitolojik unsurlara ilhak edildi; modern zamanın ruhu böyle iktiza etmiş oldu.
İslam ve Zaman: Zaman Üstü Olan Zamanın Ruhunu Kabul Eder Mi?
İslam’ın zaman telakkisi belirli bir gayeye doğru ilerleyen varlık ve zaman anlayışı üzerine kuruludur. Bu amaçta insan ve onun dışındaki her şey bir maksat için yaratılmış, zaman ise bu istikamete doğru ilerlemedeki hareketin “ecelidir.” İbnü’l-Arabî ve takipçileri bu zaman yorumunu daha açık bir şekilde ele alarak insanlığın Âdem’den Son Peygamber’e kadar bir tekâmül üzere hareket ettiğini düşünmüştü. Hz. Peygamber gaye insan ve varlığın kendisinde temerküz ettiği nihai maksattır. Bu nedenle zaman ona doğru hareket eder, her şey onun gelişine doğru takdir edilmiştir. Bu yorumla zaman hakkında konuşmak zorunlu olarak gaye ve maksattan söz etmek anlamına gelirken aynı zamanda insandan ve insanın varlık gayesinden konuşmak anlamına gelir.
İnsanı öteki varlıklar arasında ayrıştıran temel nitelik, düşünen bir varlık olmasıdır. “Natık varlık” demek düşünen, düşündüğünün bilgisini dile dökerek kültür ve medeniyet üretebilen varlık demektir. Bununla birlikte düşünmek zorunlu olarak zaman ve mekân içinde düşünmeyi istilzam eder. Zaman ve mekânın zihnin iki kategorisi olduğu kabul edilmeyen çağlarda, dış gerçeklik ile zihin arasındaki mutabakat sebebiyle zaman aynı zamanda nesnel bir hakikat sayılıyordu. İnsan aynı zamanda geçmiş ve geleceği düşünebilen bir varlık iken bu düşünme ile kendini zamanın üç hâlinin etkisi altında mütalaa ederek tanır. Belki de insanın entelektüel sorunlarının başında geçmiş ile geleceği tasavvur edebilirken bir an içinde yaşamış olması gelir. Gerçekte zamanın böyle bir taksiminin anlamı yok; fakat taksimi ortaya çıkartan insanın zihnidir. İnsan geçmiş ile gelecek arasında bir yerde asılı dururken zaman üç ad alır: Şimdi, geçmiş ve gelecek. Ahlakın en önemli görevlerinden birisi bu zaman telakkisinin insana getirdiği yüklere karşı insan zihninin özgürlüğünü aramaktır.
İnsanı öteki varlıklardan ayıran nitelik düşünmektir dedik; Allah’tan ayrıştıran en önemli nitelik ise O’nun zaman dışı, insanın ise zamanlı varlık olmasıdır. Bu yönüyle zamanda yaratılmış olmak, bütün çaresizliğimizin ve aczimizin kaynağı olan beşerî bir durum hâline gelir. Müslüman filozoflar varlığı mümkün ve zorunlu diye taksim ederken Tanrı’nın varlığını imkândan hareketle bulmak istediler. İmkân zamana atıf yapan bir içeriğe sahip değildi ve bu nedenle hâkim dinî düşünceler tarafından eleştirildiler; Tanrı ile âlemi zaman bakımından ayırmadıkları için! Kelam geleneği ise insan ile Tanrı arasındaki ayrımı kadim ve hadis kavramları üzerinden tesis ederken zamanlılığı insanın temel özelliği saydı. İnsanın hadis olması zamansız düşünememesi demek iken aynı zamanda geçici ve fâni olması anlamına gelir. Gerçekte zamanlı her şey fânidir ve bir gün sona erecektir. İnsanın krizi bu kez varlığını yitirme ve yok olmak sorununa dayanır. Tasavvuf kültürünün buradan çıkardığı “Bu da geçer yâ Hû” tabiri zaman ve zamanlı olan her şeyin geçiciliğini ilkece kabul ederek bizi kadim olanı aramaya sevk eder.
Bununla birlikte Müslümanlar buradan fâni olan zamanda bütün insanları birleştiren bir zaman anlayışına ulaştılar. Bu yorumda Allah’a iman başta olmak üzere ahlaki değerlerin zaman-üstü mahiyeti bütün insanlar için bağlayıcı ve geçerli olan değerlerden söz etmek imkânı verir. Günümüzde Müslüman düşüncenin en ciddi sorunlarından birisi budur: Zaman üstü değerlere inanmanın ve bunu savunmanın güçlüğü! Üstelik bu nokta İslam’ı “zamanın ruhu”na karşı direnmeye sevk ederken Müslümanları yeni bir zaman ve insan-varlık telakkisi geliştirmeye icbar eder. Gerçekten de zaman üstü olabilecek ve zamanın ruhuna direnebilecek değerlerden söz edebilir miyiz? Başından beri İslam düşünürlerinin önemli bir kısmı dinin değerlerini zaman içinde değişen ile değişmeyen değerler olarak iki kısımda ele aldı. Mesela bahis mevzu olan fıkhın bazı konuları olunca “Zamanın değişmesiyle hükümler değişir.” ilkesini kabul etti. Bununla birlikte İslam zamana, mekâna ve kişiye göre değişmeyen ilkelerini de belirleyerek bu ilkeler ekseninde bütün insanları topladı. Bunu iki şekilde ele alabiliriz: Birincisi ilk insandan itibaren insan ve Allah’a dair temel konuları ilahî kitapta zikrederek zamandaki değişimi anlamsız kıldı. İlk insan günah işlemiş, isyan etmiş, sonra tövbe ederek yeryüzüne iman üzere bir cemiyetin kurulmasının vesilesi olmuştur. Ondan sonra insanlar bazen yoldan çıkarak bazen ıslah olarak bu yolu takip etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm bütün insanların müşterek yönlerini hesaba katarak ilk insan ile son insan arasında güçlü bir irtibat kurarak İslam’ın bir insanlık dini olduğunu beyan etmiştir. İkinci nokta ise ilahî kitabı kadim diye nitelemede ortaya çıkar. İlahî kitabın kadim sayılması zaten zaman üstü bir kitap ile muhatap olmayı kabul etmek demektir. Bu durumda İslam şöyle bir ilke ile kendini bize sunmuş olmaktadır: Her zaman İslam, herkes için İslam ve her yerde İslam! Yaşadığımız çağda Müslümanların en ciddi sorunlarından birisi, İslam’da değişen ve değişmeyen ilkelerin tesbiti ve zamanın ruhu ile bu ilkelerin irtibatının kurulması meselesidir. Sorunun doğru teşhis edilememesinin en önemli delillerinden birisi ise İslam’da değişme ve sabit hükümler bahsinin sürekli fıkıh meseleleriyle ilgili görülmesidir.