KAYGI ÇAĞIMIZ
Lynn Hunt
Biz insanlar işlerin daha iyiye gittiğini düşünür gibiyiz; her ne kadar bu “daha iyi” kavramını tanımlamada anlaşamasak da. Ulusalcı partilerin ve siyasetin yükselişini olumlu bulanlar işlerin iyiye gittiğini, göçmen akınlarının kesileceğini ve uluslarının -bunla her neyi kastediyorlarsa artık- kendilerine meydan okuyan tüm hasımlarına karşı (Avrupa Birliği, Çin, Yahudiler, Müslümanlar; olası hasım söz konusu ulusun hangisi olduğuna bağlıdır) tekrar ağırlığını koyacağı gibi şeyler düşünüyorlar galiba. Diğer yandan, bu ulusalcı üstünlük eğilimini alkışlamayanları ise kaygı sarmış durumda. Bu kaygının birçok biçimi var, çünkü söz konusu ulusalcı üstünlük algısının da birçok tınısı var; küreselleşme karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, Yahudi karşıtlığı, Müslüman karşıtlığı, Hristiyan karşıtlığı, demokrasi karşıtlığı, basın karşıtlığı, üniversite karşıtlığı, bilim karşıtlığı, beşerî bilimler karşıtlığı ve hatta hakikat karşıtlığı.
Doğası bakımından kaygı, geleceğe dair endişe hissidir ve o, mevcut Zeitgeist üzerinden, daha genel olarak geleceğe dair güvenin yitimidir. Hatta mevcut Zeitgeist’ımızın zamanın (Zeit) yönelimine veya zamanın belli bir yöneliminin olmamasına yönelik bir kaygı olduğu dahi söylenebilir. 19. yüzyılda birçok insan -en azından Avrupa’daki ve Birleşik Devletler, Avustralya gibi Avrupa etkisi taşıyan ülkelerdeki eğitimli sınıf içinden pek çok insan- ilerlemenin kaçınılmaz olduğuna, yaşam standartlarının iyileştiğine, eğitimin yaygınlaştığına ve çeşitli akılcılık türevlerinin kendilerini tüm insanların oy hakkı kazandığı ve temsilî hükümet biçimlerinin hâkim olduğu bir dünyaya ulaştırarak önünde sonunda zafer kazanacağına inanıyordu. 20. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen felaketler bu iyimser anlatıya yönelik birtakım kuşkular doğurdu, ancak bu yüzyılın ikinci yarısındaki dramatik ekonomik büyüme, sömürgeciliğin dağılması, Doğu Avrupa’yla Batı Avrupa’yı ayıran demir perdenin yıkılması ve kadınlar ve azınlıklar için eğitim, siyasal haklar gibi hakların yaygınlaşması ve benzeri olaylar sayesinde bu iyimser anlatı tekrar canlandı. 2008’deki ekonomik çöküşün çok ağır ıslah edilebilmesi ve küreselleşmenin yarattığı gerilim bu ilerleme anlatısına duyulan güveni bir kez daha baltaladı. Ancak bu kez örselenen yalnızca anlatı değildi; anlatının çöküşü bu defa ilerlemenin birçok kurumunu ve geçmişte ilerleme sayesinde kazanıldığı düşünülen birçok uygulamayı yutma tehdidi taşıyordu. Serbest pazarlar, özgür basın, din özgürlüğü, akademik uzmanlık ve hatta temsilî hükümetler bile baskı altındaydı.
Aslında çelişkili olarak, bilginin yapıları, pazarlar ve siyaset üzerindeki mevcut baskılar bizzat demokratikleşmenin ürünüdür. Dünya ölçeğinde, üniversiteye giden genç nüfusun oranı 1970’te %10 iken 2015’te %40’lara çıktı. 1970’te kadından çok erkek üniversite öğrencisi kayıtlara geçmişken 2015 itibariyle, yalnızca Birleşik Devletler veya Avrupa’da değil tüm dünyada kadın öğrenci kayıtları erkek öğrenci kayıtlarını belli oranda geçiyordu. Eğitime bu rahat erişime ek olarak dünya çapında insanlar ayrıca pazarlara da rahat erişim imkânı kazandılar; tüm dünyada, hatta Sahra Altı Afrikası’nda bile GSYİH (gayrisafi yurt içi hasıla) artış gösterdi. Bunun sonucunda ortalama yaşam süresi de arttı, bu artışlar dünyanın en yoksul bölgelerinde özellikle çarpıcı oldu.1 Demokrasiyle yönetilen ülke sayısı 1960’tan bu yana üçe katlanmışken, otokratik iktidarların sayısı 1980’lerin ortasından bu yana düşüştedir.2
Demokratikleşme istemeden bir dizi sonuç doğurdu, bunun kısmi nedeni ise herkesin bu geniş iyileşmelerden eşit ölçüde yararlanamamasıdır. Dünya ölçeğinde ülkeler (mesela ortalama yaşam süresi gibi ölçütler bakımından) giderek daha eşit hâle gelseler bile birçok ülkede, özellikle gelişmiş ülkelerde eşitsizlik giderek artıyor. Gelişmekte olan ülkelerde yoksullar daha iyi duruma gelirken, gelişmiş ülkelerde zaten zengin olanlar daha da zenginleşmekte, öte yandan orta ve alt sınıfların yaşam standartları görünüşe göre düşmektedir. Pazarın küreselleşmesi daha yoksul ülkelerde yeni imalat istihdamı yaratırken, bu iş imkânlarını gelişmiş ülkelerdeki işçilerin elinden almaktadır. Öte yandan bu iş kaybının suçlusu olarak, hatta makineleşme ve başka yapısal değişimlerin iş kaybının gerçek nedeni olduğu yerlerde bile, göçmenleri sorumlu tutma yaklaşımının birçok ülkede siyasal açıdan başarılı olduğu görüldü. Dahası bu gelişme, ilerleme aslında beklentilerini karşılayabileceği insan sayısının çok üstünde insanda yüksek beklentilere yol açtı. Bunun sonucunda da milyonlarca insan beklentilerini tatmin etme umuduyla göç etti. Gerçek korkulara dayansın veya dayanmasın, göçmenlere yönelik giderek artan bu hınç göçmen olmaya girişen insan sayısındaki muazzam artışla birleşmiştir.
Bilginin demokratikleşmesi de aynı şekilde çelişkili bir yapı arz eder. Ne kadar çok genç, özellikle ne kadar çok kadın üniversite eğitimi fırsatına eriştiyse bu yüksek öğrenim diplomaları o kadar değersizleşmeye başladı; özellikle bu kişiler hızlıca, tatmin edici işler bulamadıklarında. Toplam nüfusun yalnızca düşük bir yüzdesi üniversiteye giderken bu yüksek öğrenim diplomaları daha bariz bir mevki göstergesiydi, çünkü bu kişiler en iyi işlere girme teklifi alıyorlardı. Bu ilişki hâlihazırda çelişkili tepkiler yaratmaya devam ediyor; bir yandan, mümkün olan en iyi kurumlardan bedeli ne olursa olsun diploma almaya yönelik baskı artarken, öte yandan üniversite diplomaları giderek değersizleşiyor. Bu değersizleşmeyle birlikte, gazeteciler ve bilim insanları da dâhil olmak üzere uzmanlara duyulan güven giderek azalıyor.
Yüksek öğretimin feminizasyonu, uzmanlığın sözü edilen değersizleşmesinden sorumlu olabilir, ancak tek sorumlu bu olgu değildir. Çok az sayıda doğrunun mutlak doğru olarak görülebileceği keşfi de bu değersizleşmenin nedenlerindendir. Artık doğrular, yanlışlığı (ya da yetersizliği) kanıtlanana kadar doğrudur ancak. Yine doğrular, doğru olarak kabul edildiklerinde bile, belirli toplumsal ve kültürel bir hareketin ürünüdür. Bilginin tüm alanları, doğal olarak geçici bir niteliğe bürünmüştür. Eğitim-öğretimin demokratikleşmesi şimdiye kadarkinden çok daha fazla sayıda insanı mesela gazetecilik, bilim ve tarihteki doğruların bu geçici yapısının ayırdında olmasını sağlamıştır, ancak anılan demokratikleşme diğer yandan geçici kavramının anlamına dair bir karmaşaya da yol açmıştır. Tarih, bilim veya gazetecilik bir kanı alanı değildir (tabii böyle olduğu ilan edilmedikçe); bunlar ve bilginin diğer tüm alanları derlenmiş, elenmiş ve yorumlanmış kanıta dayanır. Uzmanlık, kanıtı derleme, eleme ve yorumlama süreçlerinin, bu işlemlerin bilgisidir. Bir bulgunun geçici nitelikte olması (yani yeni bir kanıtla, yeni bir eleme yöntemiyle ve yeni bir yorumlamayla yerinden edilebilir olması) onu yanlış veya hatalı kılmaz. Bulgu, anılan işlemler, süreçler artık takip edilmediğinde veya söz konusu doğrunun elde edilmesi amaç olmaktan çıktığında hatalı veya yanlış olur.
Siyasal alandaki demokratikleşmenin de aynı şekilde çelişkili sonuçları olduğunu düşünüyorum, bu sizi şaşırtmasın. 19. yüzyılda, yani temsilî hükümetlerin Avrupa’da ve yeni yeni bağımsızlığını kazanan Birleşik Devletler’de ilk kez şekillenmeye başladığı bu dönemde birçok insan şuna inanıyordu; mal mülk sahibi varsıl insanlar ellerini taşın altına koymalılar ve temsilî hükümet, zamanlarını ve güçlerini hükümetin karşılaştığı sorunları araştırmaya, ayrıca bu sorunlara bilinçli çözümler bulmaya adayacak birkaç insanın seçilmesi meselesidir. 19. yüzyıldan günümüze kadar dünyanın her yanındaki insanlar, bu hükümet meselesinde katılımın ne kadar geniş olacağı konusunda çırpınıp durdular; kimler seçme hakkına, kimler seçilme hakkına sahip olmalıydı? Oy kullanma hakkı mülkiyet sahibi olmayan erkekleri, kadınları, eski köleleri, dinî azınlıkları ve vatandaşlık kazanmış göçmenleri, kısacası belirli bir yaştaki herkesi kapsayacak denli genişlediğinde seçilen kişilerin mevkisi de tıpkı üniversitelerin ve uzmanların itibarlarının düştüğü tarzda düşmüş oldu. Artık birilerinin kendi devlet başkanından veya başbakanından, eskiden başka birilerinin herhangi bir kraldan ya da başka ulu hükümrandan edebileceklerinden çok daha fazla nefret edebilmesi mümkündür. Başbakan veya devlet başkanı sizlerden öyle baştan ayağa farklı biri değil artık. O hâlde temsilî hükümetlerin varsayılan kusurları otokratik veya mutlakçı hükmetme biçimlerini alaşağı etmedeki başarısının sonucudur.
Mutlak bir doğru olmadan (veya ulu bir hükümran, yalnızca seçkinlere açık üniversiteler olmadan) yaşamak ve öte yandan doğrunun (temsilî hükümetlerce, daha çok insana açık üniversitelerce) ulaşılabilir olduğuna inanmak çağımızın hesaplaşmaya çağıran muazzam zorluğudur. Ayrıca bu durumun kaygı doğurmasında şaşılacak bir şey yok; artık dininizin, ülkenizin, etnik grubunuzun veya siyasal partinizin tek doğru olduğuna nasıl kolayca inanabilirsiniz ki? Bu anlamda kaygı kötü bir şey değildir. Aksine o, bir kesin olmama durumuyla; bu kesin olmamada hepimizin beraber olması, kimsenin tek doğru cevaba sahip olmaması, doğrunun geniş çaplı katılımcılar arasında gerçekleşecek tartışmayla ortaya çıkar gibi görünmesi olgularının bilincine varmaktan doğan bir kesin olmama durumuyla yaşamayı öğrenmek demektir.
*Prof. Dr., Kaliforniya Üniversitesi, Tarih Bölümü