KRİZİ DÖNEMSELLEŞTİRMEK
Peter Frase
“Zeitgeist” kelimesi, kültürü, siyaseti ve ekonomiyi yönlendiren ve bunlarla karşılıklı bağlantı hâlindeki “zamanın ruhu”nun diyalektik açıdan değerli bir şey olarak görüldüğü ana vatanından, yani Hegel felsefesinden çok uzaklara göçtü. Kelime bugün günlük dilde, herhangi bir dönem kültürünün birbirinden ayrık veçhelerini birleştiren bir ortak duyarlılık anlamında kullanılıyor.
Öte yandan zeitgeist mefhumu ister istemez tarihsel dönemselleştirme meselesini de beraberinde getiriyor. Bu düşünce tarzı, tarihsel bir durumun öğelerini bir birlik olarak almak yerine onları izole bir şekilde birbirinden ayırarak analiz etme yaklaşımını reddeder. Karikatürize edilmiş bazı Hegelcilik veya Marksizm biçimlerinde bu yaklaşım katı bir belirlenimciliğe; toplumsal yaşamın farklı “aşamalar”ının ya fikirlere -ki Marx’ın eleştirdiği Hegelcilikte olan budur- ya da ekonomik “zemindeki” sınıf ilişkilerine -ki sonraki Marksçılar zaman zaman fikirlerden ve kültürden oluşan “üst yapı”yı buna tabi kılarlar- indirgenebileceği bir belirlenimciliğe yol açabilir.
Daha ince bir dönemselleştirme biçimi siyasal analiz için belki yardımcı olabilir, hatta belki de kaçınılamaz bile olabilir. Marksist edebiyat eleştirmeni Fredric Jameson 1984 tarihli “Periodizing 60’s” (60’ları Dönemselleştirme) başlıklı denemesinde post-yapısalcılık çağında tarihsel üst anlatıdan kaçınan daha belkili açıklamalar lehine dönemselleştirmenin gözden düştüğüne işaret ediyor. Ancak, tıpkı Jameson’ın yaptığı gibi “60’lar”ın doğasından söz etmek bile mecburen “tarihsel dönemler üzerinden düşünmek ve tarihsel dönemselleştirme kalıplarıyla iş görmek”tir. Bu yaklaşım, içinde bulunduğumuz döneme olduğu gibi 60’lara da bir tür “zeitgeist” atfetmeyi de içerir.
Jameson anılmaya değer dört tarihsel değişim düzeyi zikreder; “Felsefe tarihi, devrimci siyasal kuram ve pratik, kültürel üretim ve ekonomik dönemler.” Ben burada yalnızca iki tanesine, yani siyasal ve ekonomik dönemlere odaklanacak ve onları biraz farklı bir tarzda yorumladığım kendi yaklaşımımı sunacağım. Ancak bu durum diğerlerinin önemsiz olduğu veya onların bu ikisine basitçe indirgenebileceği anlamına gelmez.
Ekonomik dönem, tarihsel açıdan en kolay belirlenebilecek dönemdir, dolayısıyla o, tarihsel dönemselleştirme eylemi için ortak yoldur. Hem burjuvalar hem de radikal ekonomistler, kapitalist ekonomilerin patlama ve çöküş dönemlerine eğilimli olduğunu ortakça kabul ederler; onlar asli olarak, bu dalgalanmanın nedenlerine dair açıklamalarında ve devletin hangi aşamada duruma müdahil olursa iflası önleyebileceği veya düzeltebileceği meselesinde ayrılırlar.
Geçen yüzyılda üç büyük dalga ayırt edilebilir, hiç değilse sanayileşmesini erken tamamlamış zengin ülkelerde. 1920’deki patlama 1930’lardaki ekonomik bunalımı ve faşizmi doğurdu. Bunu 1945’ten sonraya tarihlenen, savaş sonrasındaki patlama takip etti, bu dönemdeyse kitlesel emekçi hareketleri ve sosyal demokrat partiler güç kazandı. Bu dönem, 70’lerdeki durağanlık ve mali krizle doruğa ulaştı. Bu son durum ise nihayetinde, soğuk savaşın sonundaki yeni liberal patlamanın yolunu açtı ki bu patlama 11 Eylül saldırılarıyla kesintiye uğradı ve sonunda ekonomiyi, hâlâ kurtulamadığı bir yavaş büyüme çemberine itti.
Aktardığım durum, yüzyılı altı döneme ayırmanın kaba ama oldukça yararlı bir yoludur; her ne kadar bu uzun dönemlerde daha küçük patlamalar ve çöküşler meydana gelse de. Öte yandan, siyasal düşünce ve örgütlenme dönemlerine bakarsak sermayenin birikme devirlerinde ortaya çıkan ve bunu belirlemediği gibi bunun tarafından da belirlenmeyen -zira bu ikisi birbirlerini diyalektik olarak belirlerler- bir başka dönem görebiliriz.
Şayet ekonomik dönem borsanın veya istihdam seviyesinin yükselmesi ve alçalmasıyla tanımlanabilirse, siyasal dönem de emekçi sınıfının göreli büyüklüğü ve örgütlenmesi üzerinden ölçülebilir. Tıpkı ekonomiye patlayan ve çöken bir şey olarak işaret edebildiğimiz gibi, işçi sınıfı odaklı Marksist gelenek kuramcısı olan şu İtalyan düşünürün “sınıf tertibi” diye gönderme yaptığı mefhuma bakabiliriz. Bu ifade kabaca, bir “kendinde” sınıfın, yani sermayeyle yapısal ilişkisi aracılığıyla tanımlandığı hâliyle bir sınıfın hangi aşamada “kendi için” bir sınıf olacağına, yani kendinin bilincinde ve güç kazanmak için emekçi sınıfı olarak hep birlikte hareket edebilen bir sınıf olacağına gönderme yapar.
Sınıf tertibinin patlamaları veya çöküşleri sermayenin birikme devirleriyle doğrudan uyuşmaz. Ancak siyasal örgütlenme seviyesi, ortaya çıkan ekonomik krizleri oldukça önemli bir tarzda belirler. Yukarıda aktarılan üç hayati kriz anına -Büyük Ekonomik Bunalım, 1970’ler ve mevcut durum- bakarsak bu dediğimiz açıkça görülebilir.
Sınıf tertibinin en alt seviyeye inmesiyle birlikte gelen derin ekonomik krizin çifte momenti hem büyük bunalımda hem de mevcut dönemde bulunur. Tıpkı bugün olduğu gibi 1930’larda da örgütlenmiş emekçilerin yeniden dirilmiş talepleri (Birleşik Devletlerdeki mevcut öğretmen grevi dalgası mesela) temel, toplumsal, demokratik taleplerle (ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri gibi) ve Birleşik Devletler’le Türkiye’nin de içinde yer aldığı birçok ülkede yeniden dirilen aşırı sağa karşı eş zamanlı bir mücadeleyle birlikte gelir.
Ancak 70’lerdeki kriz farklıydı. O kriz, yüksek seviyedeki sendikalaşmanın, emekçi sınıfın ve sosyalist partilerin önderliğinin, ayrıca Komünizm tehdidinin sınıf tertibine neden olduğu uzunca bir refah döneminin sonunda meydana gelmişti. Ki bu dönemde birçok çalışan (hepsi değil tabii, ama özellikle kadınlar ve ezilen azınlıklar içinden birçok kişi) yükselen maaşların, güvence altına alınmış istihdamın ve aldıkları ek yardımların, yükselen maddi refahtan aldıkları payın tadını çıkarıyordu. Tüm bunlar, gelişmekte olan ülkelerin birçoğunu ezip geçen devrimlerde ve sömürge bağımsızlıklarında gözler önüne serilmiştir.
Bu durum hem ekonomik hem de siyasal istikrarsızlığa yol açar. Çünkü, cidden zayıf olan bir çalışan sınıf bir bütün olarak kapitalizm için iyi değilken (düşük maaşlar, ekonomik talebi bastırmaya yol açtığı için), güçlü bir sınıfın daha temel bir sorunu vardır. Bu durumun nedeni yalnızca kâr oranlarının düşmesi değildir, ama ayrıca çalışanların zam talep etme ihtimallerinin artmasıdır. Ne de olsa toplum Polonyalı, aykırı ekonomist Michal Kalecki’nin adına izafeten “Kalecki noktası” denilebilecek bir raddeye vardığında siyasal istikrar da tehdit altındadır.
Kalecki 1943 tarihli “Political Aspects of Full Employment” (Tam İstihdamın Siyasal Veçheleri) başlıklı denemesinde gayet isabetle şunu öngörüyordu: “Kalıcı, tam istihdam rejiminde ‘işten kovma’ müessesi terbiye etme cezası olarak oynadığı rolünü oynayamamaya başlayacaktır. İş verenin toplumsal konumu sarsılacak ve emekçi sınıfın özgüveni ve sınıf bilinci artacaktır.” Bir başka deyişle, çalışanlar işten kovulmaktan korkmadığında, çalışmayı reddetme ve sonunda sermayedar sınıfın mallarına el koyma girişimine varacak kadar keskin taleplerde bulunacaklardır.
Tüm bunlar 1970’lerde görülebilir. Vietnam savaşı ve petrol krizi kapitalizmin yeni kriz evresine muhtemelen zemin hazırladı, ancak bu olayların açığa çıkarttığı sorunların asıl kökeni emekçi sınıfın örgütlenmiş gücündeydi. Çalışmanın reddi, sanayideki istihdamı araştıran birçok sosyolog tarafından “mavi yakalı efkârı (blue collar blues)” şeklinde belgelenmiştir. İsveçli sermayedarların varlıklarını yevmiyeci fonlarına aktarma amacındaki Meidner planı da dâhil olmak üzere kamulaştırmaya yönelik girişimler işçi sendikaları tarafından idare edilmişti. Ancak, Vietnam ve Küba gibi sadece birkaç ülkede yönetici üst sınıfın varlıkları başarıyla kamulaştırılabildi.
Beri yandan küresel ölçekte bu değişikliklerin hiçbiri en nihayetinde başarılı olamadı. Hayati an gelip çattığında yönetimdeki sol partiler çoktan bürokratikleşmişlerdi ve sermayeye karşı başarılı bir meydan okumayı başlatmak için zorunlu olan, asli militan kitleyi harekete geçirmeye artık güçleri yetmiyordu. Bu esnada devrimci komünist sol ya iyice marjinalleşip bütün temellerini yitirdiler ya da Sovyetler Birliğine sadakatlerinden dolayı iyice zayıflayıp mevcut burjuva güç yapılarıyla bütünleştiler.
Aslında olup biten, yönetici sınıfın onarımıydı ki bu olguyu yeni liberalizm olarak biliyoruz. Sendikalar püskürtüldü, uzun bir gerileme başladı, zenginlere konan vergiler kesildi ve kamu hizmetleri yürürlükten kaldırıldı. Siyasal yelpaze tümüyle, Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher’ın, Birleşik Devletlerde Ronald Regan’ın tipik örnekleri olduğu bir yön değişikliğine uğradı; kapitalizm yanlısı bir yöne, sağ kanada kayış. Bu sırada yeni bir sömürgecilik düzeni ortaya çıktı ve eski sömürge dünyasını yeni bağımlılık ve sömürü ilişkileri ağına sıkıştırdı.
Böylece 2018’de kendimizi, 21. yüzyıl için toplumsal demokrasinin bazı biçimlerini yeniden yapılandırmayı ve solu yeniden inşa etmeyi denerken buluyoruz. Bu rejim ırk, cinsiyet ve emperyalizm sorunlarına daha uyumlu bir rejim olmalı. O ayrıca, ekonomiyi dönüştürme ihtiyacına, baskı oluşturan bu ihtiyaca ve karbon enerji kullanımının sona ermesine karşı daha dikkatli olmak; hızlı iklim değişikliği meselesine tepki göstermek ve bu mesele babında kendini yenilemek zorunda. Diğer yandan, geçmişteki kalıpları öylece tekrarlamazsak -zira günümüz “zeitgeist”ını tanımlayan ekonomik ve siyasal devirlerin kesişim noktaları hakkında, aynı zamanda sınıf tertibinin ve emekçi sınıfın gücünün gelecekteki olası taşma derecesi hakkında düşünmek zorundayız- yeniden bir gerileme ve kemer sıkma dönemine itilmeyip kapitalizmin geçmişteki sınırlarını daha eşitlikçi bir geleceğe doğru itebiliriz.