YAHYA KEMAL’İN KLASİK TÜRK MUSİKİSİ TUTKUSU
Türkan ve M. Hakan Alvan
Yahya Kemal, klasik şiir ve musikimizin İslam medeniyetinin Türk kimliğiyle zirveye taşınmasında çok önemli rolü olduğunu biliyordu. Ona göre “şiir musikinin hemşiresi” olduğu için ikisini birbirinden hiç ayırmadı; klasik Türk şiirinin biçim ve muhtevasına özenerek yazdığı şiirlerinden bahsederken hep “Söyledim.” derdi, ama “Yazdım.” demezdi.1 İşte bu yüzden, Yahya Kemal’in şiirlerini tanımak isteyenler Seyyid Nuh, Hâfız Post, İsmâil Dede’nin devirlerini methettiği Eski Musiki şiirinde olduğu gibi, ister istemez Türk musikisinin klasik devirlerinde bulur kendini.
Eski şiirimizin ve musikimizin dışlandığı bir dönemde Yahya Kemal’in klasik şiir ve musikimizi öne çıkarması kuru bir mazi-perestlik değildi kuşkusuz. Ziya Gökalp’le sohbet ettiği günlerde bu husustaki fikirlerini dile getirdiğinde “Harâbîsin harâbâtî değilsin / Gözün mâzîdedir âtî değilsin.” tenkidine karşılık Gökalp’e meşhur “Ne harâbî ne harâbâtîyim / Kökü mâzîde bir âtîyim.” cevabını vermişti.2 Yahya Kemal’in geçmişe bu denli dönük oluşu; gelecek nesillerin sahip olduğu mirası koruyamayacağı endişesindendi. Öyle ya köksüz bir çiçek vazoda ne kadar canlı kalabilirse köklerini inkâr eden bir nesil de o kadar var olabilirdi:
“Biz Itrî’den İsmâil Dede’ye kadar olan musikimizi kendi tabiatı içinde aynen muhafaza etmeliyiz. Çünkü (musiki) mimarimiz, şiirimiz, yazı sanatımız gibi fevkalade bir eserdir, millidir. Onu şimdiden sonra da çocuklarımıza öğretmeliyiz, çaldırmalıyız, dinletmeliyiz. Lakin şimdiden sonra Garb musikisinin teknik metotlarıyla bir Türk musikisi, tıpkı Rus musikisi gibi, vücuda getirmeye bakmalıyız.”3
Yahya Kemal denince akla gelen kuğu metaforunda da şairin şiir ve musikiyi aynı idealde birleştirdiği görülür. Yahya Kemal gerçek şiiri, kuğu nağmesine benzetmiştir. Yunan mitolojisindeki ilahî kuğuların ölürken şarkı söylemesi İslam edebiyatındaki kaknüs kuşunun hikâyesine benzer. 1000 yıl yaşayan Kaknüs, öleceğini anlayınca çalı çırpı toplar, kendini yakarken muhteşem bir şarkı söylermiş. Sonra küllerinden yeniden doğan bu kuş musikinin doğuşuna sebep olduğu söylenir. Yahya Kemal, “Şiir bir nağmedir, lakin Frenklerin kuğu nağmesi dedikleri çok nadir ve halis bir cevherdir.” derken şiiri ilahî bir şarkı olarak görmüştür. Cemil Meriç’in dediği gibi klasik şiir ve klasik musikimizi yaşatma ve geliştirme derdindeki “Yahya Kemal’in şiiri kuğunun son şarkısıydı.”4
Şimdi, Yahya Kemal’in klasik Türk musikisi tutkusunu dinî musiki ve din-dışı musiki cephesinden değerlendirmeye çalışalım:
a. Besteli Muhammediyye
Yahya Kemal’in çocukluğu, Üsküp’te Osmanlının klasik devrinin zevkiselimine sahip lalalar, dadılar, fetih destanları anlatan temiz kalpli uşaklar arasında geçmiştir. Bu ortamda dinî musikiye olan ilgisinin gelişmesinde Nakşibendî dervişi olan divan şairi Leskofçalı Gâlib’in yeğeni olan annesi Nakiye Hanım’ın rolü büyüktür:
“Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediyye okur, bana Kur’an öğretirdi… Bizim milli terbiyemizde Kur’an’dan sonra Muhammediyye ve Yunus Emre ilahileri gelmektedir. Bunlardan Muhammediyye imanın ve imana dayalı hayatın, Hz. Peygamber’in hayatının ve ona bağlı olarak Anadolu’daki Müslüman-Türk hayatının, iman ve heyecanının anlatıldığı eserdi. Yunus ise aşkın, imanın, samimiyetin Türkçede abideleşmiş şeklidir. Anadolu Türklüğü bunların yoğurduğu bir Türklüktür. Muhammediyye’den bizzat Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin hazin bir makamla söylediğini zannettiğim bir ilahiyi çok severdim… Annemin sesiyle birlikte bu ilahi, bende hem hazin hem ruhani duygular uyandırırdı:
Eğer Rûm’un revânında görürsem ben dilârâyı
Revân’ın revân edem Semerkand’ı Buhârâ’yı”5
Yahya Kemal’in bahsettiği bu beyit; Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halifesi Yazıcıoğlu Mehmed’in (v.1451) manzum siyeri olan meşhur Muhammediyye’dir. Yazıcıoğlu’nun kardeşi Ahmed Bîcân’ın teşvikiyle yazdığı bu eser, tasavvufla mezcolan Türk İslam kültürünün en temel kaynaklarındandır. Yazıcıoğlu İstanbul’un fethini göremeden vefat etmişti. Ancak, fetih ruhunun peygamber sevgisiyle iç içe geçtiği yukarıdaki na’t-ı şerîfinde kendisinin fethin manevi fatihleri arasında yer aldığı aşikârdır. Özellikle Yahya Kemal’in aklında kalan yukarıdaki beyit, bu gerçeği gözler önüne serer. Muhammediyye’nin sonunda “Medh-i Muhammed Mustafa” faslında yer alan 13 beyitli bu na’t-ı şerîfin devamı şöyledir:
Dilârâ’dur dutan hürrem gözüm gönlüm cihânını
Ve illâ nite bulaydı dilârâyı dil arayı
Bula derler dilâramı, gider derler dil ârâmı
Şu dem bulur dil ârâmı ki ben bulam Dilâra’yı
Sen’in hüsnün hayâlinin çü düştü âleme aksi
Sabâ nakkâşı reng-âmiz edip yazdı her ârâyı
…
Hemîşe aşk odı cân ü cihânı yaka gelmiştir
Yanar pervâneler şem’a ururlar câna yarayı
…
Bana bâğ u gülistânın gülü servi safâ vermez
Teferrüc Sen’sin açarsan cemâl-l âlem-ârâyı
Çü Sen ol Sırr-ı ekbersin gelen nûr-ı ilâhîden
Çü Sen ol Rûh-ı a’zamsın kılan gayât-ı büşrâyı
…
Çü gördü Yazıcıoğlu ki Sen’sin âşık u ma’şûk
Be-küllî sende mahv oldı kodı tedbîr ile râyı
Murâdı sensin ey Dilber ki Sen’sin âleme Rehber
Seni kılar gönül ezber n’ider pes ağı karayı
(Yazıcıoğlu Mehmed)
Yazıcıoğlu Mehmed, Gelibolu’da inzivaya çekilip ibadetle meşgulken âşıkların ve ahbabının ısrarı üzerine bir de Fahr-i Kâinât efendimizi rüyada görünce Muhammediyye’yi yazmaya başlamış. O da tıpkı Süleyman Çelebi gibi, Müslümanların Hz. Muhammed’i (sav.) sevmesinin ehemmiyetinin farkındaydı.
Muhammed Aşkıyla Sayfa Bile Yanar: Yazıcıoğlu, Muhammediyye’nin ortasına geldiğinde öyle bir beyit yazdı ki aşkının tesiriyle kaleminden çıkan bir kıvılcım; sayfada bu beyitin olduğu kısım yanıp kararmış. Gerçekten Yazıcıoğlu’nun Allah ve Hz. Muhammed’in (sav.) aşkıyla ettiği ahın tesiriyle müellif nüshasının 242b, 323b, 120b yaprakları kısmen yanmış kâğıt hâlindedir. Sonradan Muhammediyye’yi çoğaltan müstensihler bu kısma geldiklerinde ya sayfayı müellif nüshası gibi kısmen yaktılar; ya da derkenara “Burası müellifin ahıyla yanmıştır.” diye not düştüler. Bu çarpıcı hikâye bir nüshada şöyle anlatılıyor:
“Leme‘ân-ı envâr-ı aşk-ı gayûrı ile:
Senün vasfun kitâbını yazarken Yazıcıoğlu
Yanar cânı ider âhı elinde tutuşur evrâk
(Muhammediyye/6047)
mefhûmı üzere bir âh-ı dil-sûz-ı cân-gâh eyledükde derûn-ı envâr-nümûnundan bir şu’le-yi hakîkî nümâyân ve ‘ayân ve kitâb-ı mezbûr ye-i mü’eyyedlerinde küşâde bulunmağla na’t-ı şerîf olan bu ebyât-ı latîfe tesâdüf idüp sahife-yi beyzâ dûd-ı kebûd-i âteş-i sevdâ ve vuslat-ı Mevlâ-yı te‘âlâ ile sevâd-âlûd ve süzende-yi hâlet-nümûd olmuşdur.”
Merhum Âmil Çelebioğlu’nun tespit ettiği6 bu enteresan hikâyeler Yazıcıoğlu’nun ve Muhammediyye’nin kerametini açıkça gösterdiği için olacak; eser özellikle Türkler arasında yüzyıllarca inanılmaz biçimde benimsenmiş ve hürmetle okunmuştur. Evliya Çelebi’nin bildirdiğine göre eskiden farklı coğrafyalarda halk içinde çok kişi Muhammediyye’den belli bölümleri ezbere bilir, sokakta bile okurmuş. Evliya Çelebi Anadolu, Arap, Acem, Belh, Buhara illerinde Kur’ân-ı Kerîm gibi içinde Muhammediyye okunan dârül-kurralar gören Evliya Çelebi, Kastamonu’da, Gelibolu’da, Tokat’ta, Kayseri’de Muhammediyye hafızı olan kadın, çocuk, erkek binlerce kişiye rastlamıştır.7
XVIII. asırda muhtelif camilere, mevlithanlar gibi Muhammediyyehanlar da atanmıştır. Sofular Halvetî Tekkesi Şeyhi Müstakîm, Bursalı Sarıcazâde İbrahim, “Çene” lakaplı İstanbullu Hâfız Şuhûdî Mehmed bu dönemin meşhur Muhammediyyehanlarındandı. Kırım’da, Kazan’da ve Başkurt Türkleri arasında uzun yıllar dinî törenlerde Muhammediyye okunduğu bilinmektedir. Muhammediyye hafızları ise kandil, mevlit vb. münasebetiyle kurulan meclislerde tıpkı mevlithanlar gibi halkın gönlünü hoş edermiş. İsmail Hakkı Bursevî; ünlü bir Muhammediyyehan olan Akbaba İmamı ve Celvetî şeyhi Mehmed Za’ifî’nin nefis icrasını dinlediği bir gün çok etkilenmiş ve aldığı ilhamla Muhammediyye şerhi olan Ferâhü’r-Rûh adlı ünlü eserini yazmıştır.8
b. Cânân’ın İzinde
Yahya Kemal 5 yaşlarında çocukken Üsküp’te belki bir cülus, belki bir velâdet şenliğinde güzeller güzeli Redife Hanım’a âşık olur. Çocuk ruhunda gerçeküstü bir güzele dönüşüp melal aksettiren Redife Hanım, gerçekten de çok güzel bir kadınmış. Birkaç yıl içinde Yahya Kemal büyürken çocukluk aşkını unutmuş gibidir.
Bu arada Redife Hanım Üsküp Rufâî Tekkesi Şeyhi Sadeddin Efendi ile evlenir. Sadeddin Sırrî Efendi, Üsküp eşrafından seçkin bir aydın, şair ve bestekâr bir şeyh efendidir. Tarihi çok eski bu dergâh, zikrullah günü şeyhin hayranlarıyla dolar taşar. O sıralar Yahya Kemal, 13-14 yaşlarındadır ve Şeyh Sadeddin’in tekkesinde yapılan devran zikirlerine iştirak etmeye başlar. Hatta Cuma günleri yapılan zikrullahta başında arakiyye ile zakirlik bile yapar. Artık Sadeddin Efendi’den Farsça dersleri almaya başlamıştır. Bir gün Sadeddin Efendi’nin yanında bütün güzelliğiyle Redife Hanım’ı görünce küllenen aşkı canlanır. Derdini yazdığı şiirlere aksettirirken ne gariptir ki bu şiirlerin vezin hatalarını Redife Hanım’ın eşi Şeyh Sadeddin Efendi tashih etmektedir. Hüzünlü biten bu hikâyeyi Yahya Kemal şöyle anlatıyor:
“Ben rindane şiirin âlemine daldığım o sıralarda beni şiire sevk eden Redife Hanım, va’z-ı haml (doğum) sırasında genç yaşında ölmüştü. Ben o aralık Selanik İdadisi’ne leyli olarak verildim.”9
Yahya Kemal böylece; öykündüğü divan şairlerinin anlattığı mecazi aşktan ilahî aşka yolculuğun lezzetini acılarıyla beraber tatmıştır. Bunda Üsküp Rufâî Dergâhı’nın rolü büyüktür.
c. Ezan-ı Muhammedî, Sala ve Itrî’nin Segâh Tekbîr’i:
Eskiden İstanbul, Bursa vb. payitaht şehirlerinde saray müezzinleri “saray tavrı” ile ezan okunurdu. Selatin camilerine seçilen imam ve müezzinlerin de sesinin güzel ve musikide ehil olmasına özen gösterilirdi. Sabah ezanı hüseyni, dilkeşhaveran; öğle ezanı hicaz; ikindi ezanı rast; akşam ezanı segâh; yatsı ezanı ise hicaz, beyati makamlarında okunurdu. Sabah ezanından evvel dilkeşhaveran makamından bir sala verilmesi ve ardından bir na’t okunması âdetti. Dinî musiki formlarından Ezân-ı Muhammedî, sala ve Itrî’nin Segâh Tekbîr’i de Yahya Kemal’in hayatına ve şiirlerine sinmiş güzel bir tütsü gibidir. Üsküp’te İshakiye Camii’ne bitişik evlerinden, Partal Hâfız’ın ezanlarını ve salalarını dinlerken10 sokaklarda esen cennet esintili bir rüzgârla; şehri mabet sükûnetinin kapladığını hisseder ve annesinin dudaklarının ism-i Celâl’le (Allah) kımıldadığını hatırlar.11 Yahya Kemal, sonradan Avrupa’nın farklı şehirlerine yaptığı seyahatlerde, hep İstanbul tavrıyla okunan ezanları özlediğini anlatır. Yahya Kemal’in Ezân-ı Muhammedî şiirini Ruhi Ayangil hüseyniaşiran makamında bestelemiştir:
Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî
Kâfî değil sadâna cihan-ı Muhammedî12
(Yahya Kemal)
Yahya Kemal, Ezansız Semtler ve Ezan ve Kur’an’ı yazdığında (1922); İstanbul henüz işgal altındaydı. Bu yazılarında yenilmiş bir millete şanlı tarihini hatırlatan Yahya Kemal, fetih ruhunu milletin tekrar kazanması gerektiğini düşünür. Ezansız Semtler ve Ezan ve Kur’an yazıldığı günlerde, İstanbul halkı arasında büyük ilgi gördü. Hatta Samatya’dan bir asker annesi ona gönderdiği bir mektupta, duygularını şöyle anlatıyordu:
“Yahya Kemal Beyefendi’ye Muhterem beyefendi oğlumuz, yazdığın makale İstanbul’un hücrâ bir köşesinde milletin kuvve-i ahlâkîsine bakarak mütekellim, seccadesinin üzerinde, Hâlık’ına onlar içün intibâh ve necât dileyüp ancak mevtini bekleyen bir vâlideye rûh ve hayat verdi. Bu güzel sözlerinden ümîd ettim ki milletim uyanacak ve âlî dîninin ulvî edebi ile mütehallık olarak üzerindeki levs-i ma’âsîden (günahların, âsiliklerin pisliğinden) yıkanacak.
Ey Kemâl-i âlî himmet, sa’yin meşkûr olsun. Benim Kemal adlı bir oğlum, Anadolu’da milletinin selâmeti için çalışıyor. Sen de bir evlâdımsın. Bundan sonraki münâcâtlarımda diyeyim ki ‘Yâ Rabbi, benim Kemal ehli iki oğlum var: biri kılıcıyla, biri kalemiyle senin dîninin büyüklüğünü i’lâya çalışıyorlar. İkisini de muvaffak bi’l-hayr eyle ve bu gibilerini teksir eyle. Âmin yâ Hayrü’n-Nâsırîn!
Samatya’dan bir asker anası.”13
Ne ilginçtir ki Münir Nurettin Selçuk da üstadı Yahya Kemal’in Aziz Istanbul şiirini bestelerken Beylerbeyi Camii’nde okunan güzel bir ezan sesinden etkilenmiştir. Bu bestenin başındaki iki melodik cümle, o ezanı ve bir annenin; seher vakti yavrusuna söylediği ninniyi temsil etmektedir.14
Ezân-ı Muhammedî’ye eşsiz katkıları olan bir kültüre sahipken günümüzde, güzel sesli ezan okuma ve ezanın kalitesini tespit edebilmede ciddi yanılgılara düşülmesi, erbâb-ı musikinin en çok üzüldüğü şeyler arasındadır. Arap coğrafyasına giden kimi Müslüman Türkler, kendi kültürünü tanımadan; ezanın en güzel şeklinin Arap tavrıyla okunduğunu zannetmektedir. Hatta bazı müezzinler, Anadolu’da ve ne gariptir ki İstanbul’da bu tavrı taklit ederek ezan okumaktadır.
Mekke ve Medine’de bugün okunan ezanlar, genellikle hicaz ve rast makamının o coğrafyaya uyumlu şeklidir. Bu ezanları orada dinlemek, o coğrafyanın kültürünü yansıttığı için çok otantik ve doğaldır. Buradaki yanılgı, ezanın en güzel sadece bu şekilde okunduğunu zannetmektir. Tarihî süreçte dinî musikiyi çok önemseyen ecdadımız, özellikle Ezân-ı Muhammedî’yi daima estetik okuma çabası içindeydi. Bu yüzden, Osmanlıda ezanı farklı makamlar ve bunların içindeki yakın makamlara geçki zenginliğiyle okumak, eşsiz bir müzik kültürü oluşturmuştur. İşte Yahya Kemal’in hayran olduğu şey buydu. Ezân-ı Muhammedî’yi estetikte zirveye taşımış bir ecdadın halefiyken, günümüzde klasik musiki zevkinden mahrum nesilerin zevksiz Bedevî tavrıyla makamsız, çirkin sesle okunan ezanlara rağbet etmesi, kaygı vericidir.15 Yine dinî musiki formlarından Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin segâh makamında bestelediği tekbir; her Müslüman’ı coşturan güzellikte olduğu için bütün İslam âlemince kabul görmüştür. Segâh Tekbîr, bayram namazlarında, kurban kesilirken, hac ve umrede, mevlitte, cenazede vb. her yerde topluca okunmaktadır. Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde (1957) bir bayram namazında yaşadığı derin duyguları ve Itrî’nin Segâh Bayram Tekbîri hakkındaki görüşlerini anlatır.16
Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri Cinuçen Tanrıkorur tarafından rast destan olarak bestelenmiştir. Bu şiirin yazılmasına vesile olduğunu düşündüğümüz bir hatırada; ibadetlere iştirak etmese de Yahya Kemal kendini, Osmanlının klasik devri kültür ve sanatıyla yoğrulan Türk-İslam ruhundan ayırmaz. Onun bu tavrı Osmanlının asırlardır bir arada yaşa(t)ma sırrının halk tarafından nasıl benimsediğini gösterir. Segâh Tekbîr’in en güzel örneğini bayram namazlarında dinlemek mümkündür. Yahya Kemal, işte bu hevesle gittiği bir bayram namazından şöyle bahseder:
“…Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusuyla o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım. Büyükada’nın sakit yollarında kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. …benim gibi birini camide gördüklerine şaşırıyorlardı… Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim… iki hamalın arasına oturdum… Vaazdan sonra, namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman, gözlerim yaşlarla doldu. Onlara kendimi yek-dil, yek-vücud olarak gördüm…Namazdan çıkarken kapıda ayandan Reşit Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimden tuttu: “Bu bayram namazında iki defa mesudum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!” dedi… O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz…”17
Yahya Kemal’in Müslümanlığın bütün zarafetini ecdadın eserlerinde görür. İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel şiirinde ise Süleymaniye Camii’nde dinlediği Segâh Tekbîr daha bestelenmeden 1453’te Tekbîr’in en gür sadayla fethi nasıl teşvik ettiğini anlatır. Bu şiirde yeniçerilerin tarihi hakkında da ipuçları vardır. Bilindiği gibi Yeniçeri Ocağı’ndaki askerlerin çoğu Bektâşî dervişiydi. Zülfikar, pençe-yi Âl-i Abâ, gülbank motifleri bu şiiri süsleyen tenasüp örnekleridir. İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel şiirini Münir Nurettin Selçuk mahur makamında bestelemiştir:
Vur pençe-yi Ali’deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına
…
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına!
Yahya Kemal dinî musiki formlarından Bektâşî nefesleriyle ve dolayısıyla rind meşrebi münasebetiyle Bektâşîlikle de ilgilenmiştir. Onun bir ara Çamlıca Bektâşî Tekkesi’ne devam ettiğini biliyoruz. Şair Oktay Rıfat’ın babası Tamburi Samih Rifat Bey (v.1932) aileden Bektâşî’ydi. Bestekâr olan dostu Samih Bey’in yazdığı bir nefes’i çok beğenen Yahya Kemal, bu şiiri “kuruyan ledünnî şiirin menbaını yenileyecek güzellikte bir eser” olarak nitelemiş ve İthaf şiirini bu nefes münasebetiyle Samih Rifat’a ithaf etmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Alevî ilhamın son şaheserlerinden” dediği Samih Bey’in nefes’i gerçekten şiirin dilinde uzak çağrışımlarıyla sıradışı bir eserdir. 6 bendli bu nefesin son 3 bendi Kerbela Mersiyesi şeklindedir. Samih Bey güftesi kendisine ait bu nefes’ini hüzzam makamında bestemişti. Bu eseri Yahya Kemal dinledi mi, bilmiyoruz:
Hezârân per açıp reng-i ziyâdan
Ufûl etmiş güneş sahn-ı semâdan
Şebistân-ı elem hâlî sadâdan
Gönül pür-girye hâl-i inzivâdan
İlâhî-meşrebim vahdet-perestim
Şarâb-ı cilve-yi hayretle mestim
O sâgardır ki ziynet-sâz-ı destim
Dolar humhâne-yi Âl-i Abâ’dan…18
(Samih Rifat)
“Bülbüller güneş rengi kanatlarını açtığında (-veya binlerce ışık rengiyle süslü kanatlarını açan) güneş gökyüzü sahnesinden çekildi. Dert yatağı, artık sessizliğe büründü. Gönül, inzivada gözyaşları içinde ibadet ediyor.”
“Meşrebim Allah’a yakın ve tevhit düşkünüdür. Hayret cilvesinin şarabıyla sarhoşum. Elimin süsü bu kadeh öyle bir kadeh ki Ehl-i Beyt-i Mustafa’nın aşk meyhanesindeki şarapla doludur.”
d. Yahya Kemal’in Sevdiği Şarkılar ve Musikişinaslar
Yahya Kemal’in duygu ve düşünce dünyasını şekillendirmede din-dışı klasik Türk musikisinin rolü de büyüktür. Bu sebeple onun musiki tutkusuna yakınlaşmak/yakinleşmek için sevdiği eserlere, musikişinas dostlarından bahsetmeliyiz.
Yahya Kemal, “Ben musikiden anlamam!” dese de musikişinas dostlarının çoğu onun konserlerde musiki bilgisini gösterir şekilde eliyle usul vurduğunu müşahade etmişlerdir.19 Yahya Kemal’in şiirlerini dikkatle inceleyen ve bahsettiği makamları, bestekârları dinleme alışkanlığı kazanan biri, klasik Türk musikisinde vasatın çok üstünde bir kültüre sahip olabilir. Hüzzam, neva, beyati, segâh, rast mahur makamlarını sevdiği söylenen Yahya Kemal’in en sevdiği makamlardan biri de sultaniyegâhtı. Yahya Kemal, şiir kitaplarında yer almayan sultaniyegâh makamını metheden küçük bir de şiir yazmıştır.20 Sultan Abdülaziz devrinde Boğaziçi’nde yapılan sultaniyegâh makamında bir faslın anlatıldığı Mihrâbâd (1938) şarkısında ise Yahya Kemal, eski nezih mehtap âlemlerini canlandırmıştır. Bu şiir Cinuçen Tanrıkorur tarafından hicazkâr makamında bestelenmiştir:
Mev’id-i mehtaba sâz açmış gümüşten şâhrâh
Şeb nedir Körfez’de Mihrâbâd’dan görmüş o mâh
Mevkib-i zevrakla gelmiş fasl-ı Sultanî Yegâh…
Yahya Kemal klasik Türk müziğinin büyük ustalarına tutkundu. Eski Musiki şiirinde methettiği gibi Seyyid Nuh, Hâfız Post, İsmâil Dede gibi klasik Türk musikisinin büyük bestekârlarını seviyordu. Bunlardan aslen Diyarbakırlı olan Seyyid Nuh (v.1714), IV. Mehmed’in Enderûn’da serhânendesi olmuştur. Seyyid Nuh’un, 100’den fazla eseri olduğu biliniyorsa da günümüze 15’i ulaşmıştır. Seyyid Nuh’un ünlü eseri “Bezm-i meyde sâkiyâ devreylesin mül gibi” şehnaz bestesi muhteşem ve mutantan üslubuyla şaheser olarak kabul edilir.21 Bu eseri mutlaka Yahya Kemal de seviyordu.
Yahya Kemal Hacı Ârif Bey, Şevki Bey ve Rahmi Bey için musikimizin üç gülü dermiş.22 Bunlardan ilk gül, İsmâil Dede’nin talebesi olan Hacı Ârif Bey (v.1885), şarkı formunun en büyük bestekârlarından güçlü bir hanendeydi. Süratle beste yapmakla meşhur olan Hacı Ârif Bey’in bir gece canı sıkkınken peşpeşe 8 şarkı bestelediği anlatılır. Bir seferinde Sultan Abdülaziz kendisine bestelemesi için bir güfte göndermiş. Hacı Ârif Bey, güfteyi on beş dakikada bestelemişse de padişah beğenmemiş. Bunun üzerine, Hacı Ârif Bey bir saatte farklı makamlarda güfteyi 7 defa bestelemiş ve padişahın takdirini kazanmış.23 1000’i aşkın şarkı ile dinî musiki formlarında 100’den fazla eser besteleyen Hacı Ârif Bey’in eserlerinin çoğu notasızlık yüzünden unutulmuş, 278’i günümüze ulaşmıştır. Ünlü şairlerden yaptığı besteler de vardır. Fuzûlî’nin “Âh eylediğim serv-i hırâmânın içindir” gazelini hicaz; Şeyh Galib’in “Geçti zahm-ı tîr-i hicrin tâ dil-i nâşâdıma” kürdilihicazkâr; Leyla Hanım’ın “Aşkı pinhân edemem nâle vü efgândır bu” karcığar; Keçecizâde İzzet Molla’nın “Bülbül yetişir bağrımı hûn etti figânın” segâh; Recâizâde Mahmud Ekrem’in “Nigâh-ı mestine cânlar dayanmaz” şiiri saba ve Namık Kemal’in “Sâkî yetişir uyan aman gel” şiiri uşşak makamında bestelediği eserler arasındadır.
İkinci gül, Hacı Ârif Bey’in talebesi Şevki Bey (v.1890) ise rindane hayatıyla Yahya Kemal’e örnek olmuş olmalıdır. 30 yaşında vefat eden Şevki Bey, meclisler eşi kanuni Melek Hanım’la iştirak edermiş. İyi bir udi ve lavta sanatçısı olan Şevki Bey, Hacı Ârif Bey ekolünün önemli bestekârlarındandı. “Emel-i meyl-i vefâ sende de var bende de var” mısraıyla başlayan beyati; “Ülfet etsem yâr ile ağyâre ne” mısraıyla başlayan hicaz; “Hicrân oku sînem deler” ve “Nedir bu hâletin ey meh-cemâlim” mısralarıyla başlayan hüseyni; “Küşâde tâliim hem bahtım uygun” mısraıyla başlayan hüzzam; “Ol gonca-dehen bir gül-i handân olacaktır” mısraıyla başlayan muhayyer; “Nedendir bu dil-i zârın figânı” mısraıyla başlayan rast; “Gülzâra nazar kıldım vîrâne-misâl olmuş” mısraıyla başlayan uşşak; güftesi Ahmed Rasim’e ait “Kimseler gelmez senin feryâd-ı ateş-bârına” mısraıyla başlayan uşşak; “Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz” mısraıyla başlayan uzzal makamında bestelediği şarkıları onun çok sevilen eserlerinden bazılarıdır. Şevki Bey ünlü şairlerden, en çok Recâizâde Mahmud Ekrem’in şiirlerini bestelemiştir.
Üçüncü gül, Rahmi Bey (v.1924) ise Mekteb-i Mülkiyye’den edebiyat hocası Recâizâde Mahmud Ekrem’in İstinye’deki yalısında Muallim Nâci, Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, İsmâil Safâ gibi edebiyatçılarla yakınlaşan bir şairse de asıl ünü bestekârlığı sayesindedir. Tamburi Cemil Bey’in yakın dostu olan Rahmi Bey’in günümüze ulaşan 42 bestesinin çoğunun güftesi kendine aittir. O da ünlü şairlerden en çok hocası Recâizâde Mahmud Ekrem’in şiirlerini bestelemiştir. Yine Nedîm’in “Aceb nâzende şûh-ı dil-sitânsın” şiirini hüseyni; Nef’î’nin “Ağyâre nigâh etmediğin nâz sanırdım” şiirini uşşak; Recâizâde Mahmud Ekrem’in “Gül hazîn sünbül perîşân bâğ-ı zârın şevki yok” şiirini de beyati makamında bestelemiştir.
Yahya Kemal, İsmâil Dede’nin dostu Kömürcüzâde Hâfız Mehmed’in (v.1835) “Aldım hayâl-i perçemi ey mâh dideme” başlıklı hüzzam bestesini Münir Nurettin’den dinlemeyi çok severmiş. Bir seferinde bir dostuyla birlikte Kalamış’ta bir Arnavut’un kebapçı dükkanına gitmişler. Gramafonda tek plakta Kömürcüzâde Hâfız’ın nühüft makamında bir eseri çalıyormuş. Yahya Kemal bıkmadan saatlerce eserin aynı bölümünü dinlemiş.24
İsmâil Dede’nin önce rakibi sonra talebelerinden olan tamburi, kemani ve bestekâr Şâkir Ağa (v.1841) da Yahya Kemal’in sevdiği bestekârlardandı. II. Mahmud’un ser-müezzini olan Şâkir Ağa’nın İsmâil Dede’yle rekabeti meşhurdur. Yahya Kemal, Şâkir Ağa’nın evcara makamında bestelediği “Efsûn okur uşşâkına ol gamze-yi câdû” şarkısını çok severmiş. Yine güftesi divan şairi Hasbî’ye ait, rast makamındaki şu şarkıya Yahya Kemal hayranmış:
Mûy-ı jülîdem oluptur serde ankâ lânesi
Düşmüşüm bir dâme kim yokdur halâsın çâresi
Zahmıma vur merhemin onulmadı dil yâresi
Şem-i aşka cân atar pervâne-veş dîvânesi
(İcra: Bekir Sıtkı Sezgin)
Yahya Kemal’in hayatında fikirleri ve sanatında büyük bestekâr ve saz virtüözü Tamburi Cemil Bey’in (v.1916) çok önemli bir rolü vardı. Hatta gençken Avrupa kültürüne hayran olan Yahya Kemal; Türk İstanbul’u, vatan Tamburi Cemil Bey sayesinde keşfetmiştir. Tamburi Cemil’in oğlu Mesud Cemil Tel’in (v.1963) ifadesiyle “Fransız kültürüne hayran, memleketine ait herşeyi küçümseyen snob bir zübbe genç Jön Türk olan” Yahya Kemal; Paris’e dönüp orada yaşama telaşındayken dostları “Yahya Kemal’e Tamburi Cemil’i dinletelim, o musikiyi sever. Belki gitmez kalır.” demişler ve Yahya Kemal’i ve Tamburi Cemil’i Şevket Bey’in Kadıköy’deki evine davet etmişler. Tamburi Cemil Bey, eve hafız bir hanendeyle birlikte gelmiş. Derken başlayan musiki faslında Tamburi Cemil Bey; kemençe ve tamburla peşpeşe yaptığı taksimlerle “Yine yol vermedi Acem dağları”, “Yine de kaynadı coştu dağların taşı” “Nazlı nazlı sekip gider güzel ceylan” şarkılarıyla Yahya Kemal’i mest etmiş. Yahya Kemal o akşamı şöyle anlatıyor:
“O zaman karşımda altından bir kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim.” “Cemil Bey’in sazından bana vatanın saltanat kapıları açıldı. Böyle bir şey görülmemiş dünyada!” “Bu adam şüphesiz bir dâhiydi. Her parçayı başka türlü güzel çalıyordu. Onu dinledikten sonra vatanı başka türlü görmeye ve sevmeye başladım.”
Mesud Cemil, bu ifadelerle Yahya Kemal’in o geceyi anlatışını babası Cemil Bey’in taksimleri kadar mucizevi bulur, keşke bir plağa kaydetseydik, diye hayıflanır. Yahya Kemal; Cemil Bey’in tamburundan, kemençesinden, lavtasından, rebabından nice taksim, peşrev, saz semaisi, şarkı dinlerken klasik Türk Musikimizin ve dinî musikimizin zengin tarihine açılarak Itrî’yi, Hâfız Post’u, Seyyid Nuh’u, Zaharya’yı, İsmâil Dede’yi, Sâdullah Ağa’yı, Şâkir Ağa’yı tanıdı.25
Tamburi Cemil’in Hüseyni Peşrev’i Yahya Kemal’i 1927’de Varşova’da geçen uzun ve kasvetli bir kış gecesinde yine sıkıntıdan kurtarmış, gurbet fikrinin zevkiyle Türk İstanbul’u keşfetmesini sağlamıştı. O gecenin şevkiyle Kar Musikileri şiirini yazdı:
…
Zihnim bu şehirden bu devirden çok uzakta
Tanbûrî Cemil Bey çalıyor eski plakta
Birdenbire mesudum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle26
Yahya Kemal’in musiki meclislerinin vazgeçilmez çifti TanbRefik ve Fahire Fersan’dır. Refik Fersan (v.1965), Yahya Kemal’in Râmî Mehmed Paşa’nın bir gazeline yazdığı “Biz ol âşıklarız kim dâğımız merhem kabul etmez” matlalı taştiri acemaşiran makamında ve “Ey nâz u işve velvele-yi şân olan sana” matlalı Perestiş adlı şiirini de mahur makamında bestelemiştir. Yahya Kemal’in “Fahire Sultan” diye iltifat ettiği Refik Bey’in eşi ise bir kemençe virtüözüydü.27
Büyük bestekâr ve hanende Münir Nurettin Selçuk (v.1981) ise Yahya Kemal’in son dönemde yakın dostlarındandı. Hacı Sâdullah Ağa’nın (v.1808) beyati-araban makamında bestelediği “Bülbül-i dil ey gül-i ranâ senindir sen benim” adlı şarkısını pek seven Yahya Kemal; ölümünden kısa süre evvel bu eseri Münir Nurettin Selçuk’tan vecd içinde dinlemişti.28 Münir Nurettin Bey, ilk olarak Rindlerin Akşamı şiirini bestelediğinde üstadın beğenmeyeceğinden endişeliydi. Bir gün cesaretini toplayıp segâh makamında bestelediği bu eseri, Yahya Kemal’e okudu. Nezaketle mukabele etse de üstadın besteyi pek beğenmediği aşikârdı. Nitekim bir seferinde Yahya Kemal, bestekâr Alaaddin Yavaşça’ya bu bestelerden yalnız Endülüs’te Raks ve Rindlerin Akşamı’nı beğendiğini söylemiş ve “Münir Bey bana olan sevgi ve saygısından bunları bestelemiş, ama ben bestelenmek için şiir yazmıyorum.” demişti. Yahya Kemal acaba niçin şiirlerinin bestelenmesine karşı çıkıyordu? Bunun cevabını kendisi yine başka bir bestekâra Ercüment Berker’e vermiş. Yahya Kemal şiirlerinin büyük zamanlı eserler gibi klasik üslupla bestelenmesini istiyordu.29 Oysa Münir Bey’in besteleri romantik, fantezi üslupla küçük zamanlı bestelerdi.
Yahya Kemal istemese de -bugün anlıyoruz ki- Münir Nurettin Bey, bu şiirleri iyi ki bestelemiş. Zira değişen hızlı tüketim kültürüne alışan toplumumuz; artık eski musikimizden pek anlamıyor, hatta sıkılıyor. Bu yüzden halkımız Münir Nurettin Selçuk’un fantezi tarzını sevdi ve bu besteler sayesinde Yahya Kemal’i tanıdı. Münir Bey, Yahya Kemal’in olan 19 şiirini bestelemiştir. Bunlar arasında Aziz İstanbul (hicaz), Kandilli Yüzerken Uykularda (nihavend), Dönülmez akşamın ufkundayız (segâh), Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış (rast), Endülüs’te Raks (kürdilihicazkâr), Âheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın (uşşak), Çepçevre bahâr içinde bir yer gördük (muhayyer) ve mehter marşı formunda Vur pençeyi Ali’deki şemşîr aşkına (mahur mehter marşı) bize göre en güzel bestelerindendir.
Yahya Kemal şiirlerine farklı bestekârlar tarafından yapılan 199 besteyle “şiirleri en çok bestelenen şair” ünvanına sahiptir.
Tanbûrî Cemil’in Rûhuna Gazel
Bezm-i Cemşîd’de devrân ki kadehlerle döner
Şevk şeb-tâ-be-seher raks-ı mükerrerle döner
Tutuşur meş’ale-î dille merâyâ-yı huzûz
Hüsn ü Aşk ortada bin mâh bin ahterle döner
Cümle ervâh-ı makâmât açılır arşa kadar
Rast Mâhûr ile Uşşâk Muhayyer’le döner
Kurtulur pây-i tarab yerden o dem ki melekût
Yere gökten süzülüp halka-i şehperle döner
Her gelen rind kanar zevke bu mecliste Kemâl
Cânib-î rahmete son çektiği sâgarla döner
Yahya Kemal Beyatlı
- 1 Beşir Ayvazoğlu, Eve Dönen Adam, s.438.
- 2 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s.123.
- 3 Sermet Sami Uysal, İşte Gerçek Yahya Kemal, s.103-104.
- 4 Ayvazoğlu, a.g.e., s.285.
- 5 Kazım Yetiş, Yahya Kemal I: Hayatı, s.36-37.
- 6 Âmil Çelebioğlu, Muhammediye, c.1, s.87-88.
- 7 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, c.2/1, s.202,431; c.5/2, s.432,426,91; c.3/1,s.237.
- 8 Ergun, a.g.e., s.119,125,126,13, 142-143.
- 9 Ayvazoğlu, a.g.e., s.403-407.
- 10 Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebî Hatıralarım, s. 35.
- 11 Nihad Sâmi Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, s. 26-27.
- 12 Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyla, s. 23
- 13 Ayvazoğlu, a.g.e., s. 172.
- 14 Nuri Özcan, “Cami Musikimizde Ezanlar”, s. 115.
- 15 Burada Arap kardeşlerimizi ırkçı bir tavırla kötülediğimiz düşünülmemelidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bazı Bedevîlerin kaba ve şedid tavırları eleştirilmiştir (Tevbe/97). Elbette Bedevîler içinde de salih nice güzel insan vardır. “Zevksiz Bedevî tavrı” sözüyle Kur’ân-ı Kerîm’de (Hucrât/14) imanın kalplere yerleşmesi için edebe riayete dikkat çekmek istedik. Nitekim güzel sesle imamlık, hatiplik ve müezzinlik yapmak dinimizce çok önemsenmiştir. Bugün çirkin sesle imamlık, hatiplik ve müezzinlik yapmanın daha efdal olduğunu esefle savunanların olması konunun ehemmiyetini göstermektedir.
- 16 Yahya Kemal’in bir konferansında bu şiir hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için bkz. Nihat Sami Banarlı, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, s.13-45.
- 17 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s.129-130.
- 18 Ayvazoğlu, a.g.e., s.427-428.
- 19 a.g.e., s.336-337.
- 20 a.g.e., s.454.
- 21 a.g.e., s.439.
- 22 a.g.e., s.337.
- 23 İbnülemin M. K. İnal, Hoş Sada, s.69.
- 24 a.g.e., s.282-283.
- 25 a.g.e., s.97-99.
- 26 Yahya Kemal, Kendi Gökkubbemiz, s.33.
- 27 Bkz. Murat Bardakçı, Refik Fersan ve Hatıraları, Beşir Ayvazoğlu, a.g.e., s.181-182.
- 28 Beşir Ayvazoğlu, a.g.e., s.326,424.
- 29 a.g.e., s.433-434.