NE TÜR BİR DÜNYADA YAŞIYORUZ?
Yazar: Maurizio Ferraris
Komünizm Tahakkuk Etti
Ben çocukken insanlar, kapitalizmin kendi çelişkilerinin ağırlığıyla ve komünizmin pek yakında çıkıp gelişiyle çökmek üzere olduğundan söz edip duruyordu. Sürekli tekrarlanan bu ilan mesihçi ve biraz da sıkıcıydı, buna ilaveten sağ hükümetler bizleri Bolşeviklerden korumaları için desteklenerek meşrulaştırılıyordu. 1989’dan sonra hikâye değişti; kapitalizm kazanmıştı ve bir zaferin ardından başka bir zafer kazandığını iddia ediyordu (bu sinir bozucu bir durumdu, çünkü sermayenin oldukça zeki ve komünizmin ahmak olduğunu varsayıyordu). Bu durum, görünüşüyle çelişkili olarak, aslında bir felsefi hata tarafından mümkün kılınmıştı; Hegel’i dikkate alan Marx çelişkiyi tarihin motoru olarak görmüştü, öyle ki sermayenin kendi çelişkilerinin ağırlığıyla çökeceğini ve böylece komünizmin yolunun açılacağını ummuştu. Ardından, kapitalizmi destekleyenler ortada böylesi çelişkilerin olmadığını iddia ettiler, ancak onlar tam da yeni sermayenin komünizmi tahakkuk ettirdiğini görmediler (yine de onlar bu konuda mazur görülebilir, çünkü komünizmi destekleyenler bile görünüşe göre bu vaziyetin farkına varamadılar).
Peki, farz edelim ki komünizm doğru çıksaydı? Solun karşısına çıkacak, başarısızlığa değil de gerçekleşmeye bağlı olan, zorluklar neler olurdu? Söylediklerimize ve düşündüklerimize rağmen, bizler aslında komünizme tarihte hiç bilinmediği kadar yakın olan toplumuz; komünizmin yaşadığı tarihsel deneyimlerden bile kesinlikle daha yakın. Ayrıca, Çin’in 21. yüzyılın baskın gücü olmaya başlaması göz önünde bulundurulursa, unutmayalım ki komünizmin en muazzam siyasal deneyimi hâlâ cıvıl cıvıl. Hâl böyleyse, bizler de entelektüeller olarak, kapitalizmin kötü olduğunu ve hepimizin komünizmin özlemini çekmemiz gerektiğini dillendiren şu aynı eski hikâyeyi tekrar edip durmak yerine dilimizi değiştirmeli ve yeni bir şeyle gelmeliyiz. Komünizm zaten buradadır, devam eden bir devrim içindedir. Mesele onu anlama ve kavramsallaştırma meselesidir. Üretim araçları çalışanların elinde, artık yabancılaşma ve iş bölümü söz konusu değil, toplum sınıfsız ve uyruksuz, artık yeni bir enternasyonal tipi mevcut, ortada işçi sınıfı diktatörlüğü var; kısacası, Marx’ın kapitalizme atfettiği her şey kendilerinin kapitalist olduğuna inanan modern toplumların birçoğunda epeyce yaygın.
Bunun hakkında düşünelim. Kendisiyle veriler yarattığımız cep telefonumuz, yani mal varlığımız bize ait, tıpkı Airbnb’den kiraladığım ev ve Uber için çalışmak üzere kullandığım araba gibi; işte bizler üretim araçlarının sahibiyiz. O hâlde yabancılaşma sona erdi; çalışma ve yaşam zamanı arasındaki fark kayboldu, zamanla tekrarlayan tekdüze görevleri yerine getirmek yerine onlarca farklı şey yapıyoruz, iş artık sınırları olmayan bir akışkanlığa dönüştü. Entelektüel çalışma ve el emeği arasındaki fark artık bulanık; Batı toplumlarında giderek daha çok insan fit kalmak için kollarını ve bacaklarını kullanıyor, çalışmak içinse klavyede parmaklarını kullanıyor; fiziksel yorgunluk artık denklemin bir parçası değil, çünkü işin çoğunu makineler yapıyor ve bizim yalnızca tek işimiz var, yaşama ve tüketme işi. Sınıfsız ve devletsiz bir topluma doğru gidiyoruz (bu toplumda sınıflar kimlik veya davranış alametleri olarak değil yalnızca gelir dilimleri olarak yer alıyor, ayrıca devletin ayrıcalıkları; gücün meşru kullanımı, biyo-politik bilgi, para basma ve posta dağıtımı gibi ayrıcalıkları giderek devlet dışı kuruluşlara dönüyor). En az 1814 Restorasyonu kadar modası geçmiş egemenlikçilerin zaman zaman ortaya çıkışlarına rağmen bugün elimizde küreselleşmiş bir toplum, yani yeni bir enternasyonal tipi var, bu kez o etkili; durumun bu kadar sinir bozucu olmasının nedeni de bu, zira bu durum bir gerçeklik, belirsiz bir romantik ideal değil. Son olarak, Avrupa ve Amerika’da kök salan popülizm, burjuva toplumuyla komünizm arasındaki -Marx’ın “işçi sınıfı diktatörlüğü” dediği- ara aşamanın tahakkukudur.
Bunların hiçbiri Marx’ın komünizm fikriyle çelişmez, zira bu fikir bir ideal veya öğretisel öz sunmayıp hakiki, siyasi bir hareket, gelinen noktayı fesheden bir yapısöküm sunar. Elan, kapitalizmden daha yapısökücü bir hareket bulunmuyor, devam eden devrim ise bizzat mevcut gidişatı yeniden düzenlemeyi amaçlayan bir girişimdir. Marx’ın da gayet iyi bildiği gibi sermaye, komünizmin tahakkuk etmesinin koşuludur. Ancak bu durum sermayenin içsel çelişkileri nedeniyle değildir (yani durum, kendisindeki Hegelcilik kalıntısı nedeniyle Marx’ın düşündüğü gibi değildir, zira bu çelişkiler bugün hiçbir yerde görünmüyor), aksine bu durum şimdi inceleyeceğimiz devrimler sayesinde gerçekleşen bir ortaya çıkış nedeniyledir. Kapitalizm, yine Marx’ın çok iyi bildiği gibi, düşündüğümüzden çok daha devrimcidir.
Dokü-medya1 Devrimi
Bu sermaye devrimine bir göz atalım. 18. yüzyılın sonlarında bir sanayi sermayesi dünyası söz konusuydu; o dünya emtia üretti, yabancılaşma doğurdu ve çok gürültü çıkardı; fabrikaların gürültüsü. Ardından sıra finansal sermayeye geldi; o da zenginliği üretti, adrenalin yarattı ve hâlâ gürültü yapıyor; sermaye piyasası oturumlarının gürültüsü. Bugün yeni bir sermaye meydana atılıyor, yani dokü-medya [documedia] sermayesi; bu ise belgeler üretiyor, mobillik yaratıyor ve hiç gürültü yapmıyor. Onun ortamı ve kendisini mümkün kılan koşul web’dir; giderek güçlenen belgeye aitlik (toplumsal gerçekliğin kendisine bağlı olduğu belgeler âlemi) ile giderek yayılan, hem niceliksel (dünyada 2 milyar akıllı telefon var) hem de niteliksel açıdan (sosyal medya sayesinde her alıcı aynı zamanda yayıncıdır) giderek nüfuzlu hâle gelen medya arasındaki karşılaşmanın tetiklediği ve benim dokü-medya devrimi dediğim şeyi üreten web.
Bu sermaye finansal sermayeden daha zengindir, üstelik değerlerin yaratılmasında, toplumsal ilişkilerde ve insanların yaşamlarının düzenlenişinde eşi görülmemiş bir etkisi olacaktır. Her ne kadar, bugün bile iki kişiden biri gibi bir orandan daha fazla miktarda insanın cep telefonu olmasa da birbiriyle bağlantılı cihaz sayısının 23 milyar -dünya nüfusunun 3 katından fazla- olduğunu belirtmek önemlidir. Bu bağlantı her gün, tüm dünyadaki fabrikaların ürettiğinden daha fazla miktarda, toplumsal açıdan ilişkili nesne üretiyor; 2,5 kentilyon (2,5 x 1030) bayt gibi bir meblağda kodlanmış muazzam bir belgeler, görüşmeler, işlemler ve hatlar miktarı. Bu mevcut devrimin merkezinde tek bir aygıtın, yani webin, teknolojinin bir kılma yeteneğini gerçekleştirerek aynı anda şu üç şey birden olabilme başarısı duruyor; üretim aracı, iletişim aracı ve toplumsal gerçekliği oluşturma aleti.
Peki bu yeni bir yabancılaşma biçimi mi? Hayır. Web bizleri derinlemesine değiştirdi, teknolojinin bizi her daim değiştirdiğini, yani bizi insan yapan şeyi tanımladığını unutmamalıyız. Rousseau’nun inandığının aksine, ateş, tekerlek, dil ve yazı olmasaydı daha iyi veya daha mükemmel insanlar olmayacaktık. Aksine bu durumda, insan olmayan canlılardan farksız olurduk ve bu canlıların doğuştan gelen özelliklerinin onların yaşamlarına bizdeki özelliklerden daha uygun olduğunu düşünürsek (bizler çıplak ve pençeden, uzun dişlerden yoksun doğuyoruz, her şeyden öte özerk olmamız -tabi olabiliyorsak- yıllar alıyor) kısa sürede soyumuz tükenirdi. Teknolojik dönüşümler bizleri yabancılaştırmak yerine (insanın, teknoloji ve toplumdan bağımsız olarak kendinde mükemmel olduğunu düşünenlerin bu yaklaşımının aksine) bize iyisiyle kötüsüyle ne olduğumuzu gösteriyor. Aristoteles insanın dille donatılmış bir hayvan ve toplumsal bir canlı olduğunu yazmıştı, cep telefonları ve sosyal medya onun haklı olduğunu gösteren muhtemel delillerin en iyisi. Öte yandan, toplumsal ve dille ilişkili olma istidadı daha en başından bizdeki yerini almıştı, teknoloji ise yalnızca bunu açığa çıkardı; o bizleri yoldan çıkarmadı, bilakis bizleri gerçekte olduğumuz şey yaptı. Düşünme tarzımız her daim teknoloji tarafından belirlene gelmiştir (bu bağlamda yalnızca, kırsal toplumdaki insanların sanayi toplumundakilerden nasıl da farklı düşündüğüne bakmak kâfi) ve düşüncedeki bu farklılık aynı zamanda yaşam tarzındaki farklılıktır; web, insanlık tarihindeki daimî dönüşümün bu çizgisine oturur.
Bu devrim hakkındaki bilgimiz hangi ölçüde? Onun barındırdıklarını gerçekten anlıyor muyuz? Webin, yeni güzel bir tipini ve sanal dünya deneyimlerini getiren bir şey olarak estetik açısından yorumlandığı ilk coşku anının ardından, şimdi ahlakın devri geldi. İnsanların özgürce dolanacakları sanal bir geniş düzlük olarak tasarlanmasına rağmen web bugünlerde, davranışlarımızı gizlice gözleyen ve yaşamlarımıza dair ayrıntılı raporlar kaydeden bir Big Brother oluyor. Bu yorum kesinlikle önemlidir, ancak internete yönelik bir önceki estetik büyülenmeden daha az kısmi değildir. Bu ise, Birleşmiş Milletler’i ve onun, salt normlar üretmeye dayalı dünya yönetimi yanılsamasını, bu soyut yanılsamayı hatırlatıyor. Başkan Wilson’ın, içerdiği bazı beyanlar 1789’dan alınma olup 1948 Birleşmiş Milletler Bildirgesi’nin de parçalarından olan 14 İlkesi internete de uygulanabilir. Sözü edilen bildirgenin 19 maddesi de buna dâhildir; “Herkesin, görüş sahibi olma ve bunu ifade etme hakkı vardır.”, üstelik (bu ifade edilen görüş hakikati yansıtıyor, bu görüş nefreti kışkırtmıyor gibi) fazladan izah getirmeksizin. Bugün hiç kimse komplo teorisyenlerine, teröristlere, etrafı telaşa verenlere ve genel olarak ahmak olanlara konuşma özgürlüğü tanıyan bir makale yazmayacaktır. İnsanlığı kapitalizm veya teknoloji harap etmedi; insanlık zaten böyleydi, üstelik (insan ürünleri olan) kapitalizm ve teknoloji yalnızca bunun neden böyle olduğunu gösteriyor. Sanal âlem ahlakla ve iyi niyetlerle doludur, ama herkesin bildiği gibi, cehenneme giden yol da iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir; gerçekten de bizler ilke ve norm tartışmalarıyla meşgulken siyasal ve ekonomik bir deprem, gücü yönlendiriyor, tıpkı 1930’larda popülistlerin anlamadıkları bir dönüşümden ürkmeleri gibi. Asıl sorun kurallar ilan etmede veya yeni bir on emir yazmada değil, daha ziyade anlamada, ki anlamak için de mevcut dönüşümü kavranabilir hâle getirecek yeni kavramlara ihtiyacımız var.
Ahlak, tıpkı estetik gibi, felsefenin önemli bir parçasıdır, ancak dokü-medya devrimini sadece bu iki soylu bilgi dalına başvurarak gerçekten anlamayı denemek tanklara karşı savaşması için bir süvariyi göndermeye benzer. Bize gereken şey, süregiden dönüşümün ahlaki imalarına bakmakla yetinmeyip bunun yanı sıra içinde yaşadığımız dünyanın yeniden kavramsallaştırılması da dâhil olmak üzere geniş bir aletler kümesini kullanacak bir analizdir. Bu yeniden kavramsallaştırma farklı aşamalardan ve disiplinlerden geçer: Arkeoloji, dokü-medya devriminde yer alan ve aslında insanlık kadar eski olan genetik dönüşüm ilkeleri üzerine düşünme olarak anlaşılabilir; ontoloji bize burada ne olduğunu, içinde yaşadığımız ve içinde emtianın belgeler hâline geldiği bu yeni evrenin bileşenlerinin neler olduğunu söyler; teknoloji, uzamın ve zamanın sınırları söz konusu olmaksızın bir akışkanlığa dönüşen ve genellikle ücret ödenmeksizin değer üreten emeğin “ne hâline geldiğini” açıklar; epistemoloji, bu devrimde nelerin yanlış gittiğini anlamamıza, özellikle harekete geçirenin elde ettiği değerli verilerle, harekete geçirilene sunulan genelleyici malumat arasındaki muazzam asimetriyi (bu asimetriyi “dokü-medya artık değeri” şeklinde adlandırıyorum) anlamamıza yardım eder; nihayet teoloji, “ne yapmalı?” sorusuna, seçim bürolarına ve sonu gelmez kampanyalara indirgenmiş siyasetin cevap veremeyeceği bu soruya cevap verir.
Yaşadığımız Dünyanın Yeniden Kavramsallaştırılması
Yalnızca saf birisi dijitalleştirmenin aracılardan arındırma anlamına geleceğini düşünecektir. Oysa bu, öncekilerden çok daha incelmiş yeni bir aracılık, yeni bir diyalektiktir. Ayrıca entelektüellerin webe karşı tahammülsüzlüğü bir tür ludizmdir; ben, bir aracılık uzmanı olan ben, yerimi bir algoritmaya nasıl bırakabilirim? Böyle düşünenler bir ölçüde haklıdır; yerlerimizi algoritmalara bırakmamalıyız. Daha iyisini yapmalı ve daha çok düşünmeliyiz. Gelgelelim, webin aracılardan arındırma anlamına geldiğini dillendiren düşünceler gibi yanıltıcı düşüncelerle başlarsak korkarım ki ilerleyemeyiz. O hâlde, dokü-medya sermayesininkinden daha güçlü ve etkili aracılıklar ve yorumlar tasavvur etmeliyiz, bunu yaparken de önce bu sermayenin ne olduğunu anlamalıyız. Dokü-medya sermayesi bizim gibi insanlar tarafından üretilmiştir, yoksa farklı ve daha iyi bir tür tarafından değil; sanki onlar Sapiens biz de Neandertallermişiz gibi.
Endüstriyel bir form icat etmede, onu 20. yüzyıldan hatta 19. yüzyıldan kalma, günü geçmiş parametrelerle eleştirmede olandan daha fazla zekâ olabileceğini (yani, gerçek olana, ayrıca toplumsal duruma ve insani ahvale dair eleştirel bir anlayış olabileceğini) anlamak zorunludur. Kişinin bu zekâ ile kendini ölçmesi, ancak Marx’ta olduğu gibi aşağılık takıntıları ve üstünlük takıntıları olmaksızın ölçmesi zorunludur. Aslına bakılırsa, sermayenin saf ahlakçı olan diğer eleştirmenlerinin aksine Marx onun büyüleyici, Faustyen ve dinî yapısını kavrayabilmişti, sermayenin bu yapısı onun başarısını, sermayedarların kötücüllüğünden ve aç gözlülüğünden dem vuran eski hikâyeden çok daha iyi açıklar. Ayrıca her şey bir yana, hiç kimse sanki insanlık için neyin iyi olduğunu diğer herkesten daha iyi biliyormuşçasına kalbin tekeli olduğu iddiasında bulunmamalıdır. Bugün, ancak henüz 1990’larda bile, kendi kendine girişimci olunması gerektiğine inanan biri basitçe budaladır veya gönlü zengin, saf olmalıdır. Felsefenin görevi insanlara bir budala olduklarını bildirmek gibi tatsız ve özünde yararsız bir görev değildir, aksine akışkanlığı emek olarak yeniden kavramsallaştırma ve dokü-medya artık değerinin öğelerini tanımlama gibi çok daha zorunlu ve titiz bir görevdir. Bu, önceki yüzyılın deneyimlerine; bugün süregiden değişikliklerin çekimi düşünülürse arkeolojik olarak görülecek ve ne olmadığımızı, ne istemediğimizi anlamamız için ancak karşıtlık yoluyla kullanılabilecek bu deneyimlere hiç dayanmadan ilk elden yerine getirilmesi gereken zorunlu, muhteris bir görevdir. Örneğin, diyelim ki, 20. yüzyılda yapıldığı gibi tüketimciliği evden çalışma olarak tanımladık, önümüzde izleyebileceğimiz iki muhtemel yol var. On yıllar önce tercih edilen ilk yol, bizleri evdeyken bile çalışmaya iten sermayeyi küçümsemekten ibarettir. Oysa bugün bu yol zekice olmayan ve pek de kullanışlı olmayan bir yol olarak görünüyor, çünkü biz her hâlükârda tüketeceğiz ve bunu yaparken sızlanmak, keyif ve huzurla tüketmekten daha hoş olmadığı gibi daha zekice de değil (Pascal’ın şu rüzgârda büküldüğünün farkında olan kamış örneğinde bir asalet görmüyorum; bana, yararsız olduğu gibi herhangi bir değişiklik de getirmeyen bir ızdırap gibi görünüyor). Benim teklif ettiğim ikinci yol ise tüketimciliği emek olarak veya daha doğrusu (çünkü haklı olarak, tüketimciliğin herhangi bir çaba ve yabancılaşma barındırmadığı, dolayısıyla geleneksel anlamda bir emek olmadığı şeklinde itiraz edilebilir) mobilizasyon olarak kavramsallaştırmaktan ibaret. Mobilizasyon olarak tüketimcilik iki açıdan değer üretir. Dokü-medya çağının tipik özelliği olan ilk açı toplumsal dünyaya yönelik analitik bilginin artışıdır; insani bir olgu olarak genel tüketimcilik fenomenine uygun olan ikinci açı ise gerçek transandantal değerin üretimidir.
Bizler yediğimiz şeyiz -en azından siz, materyalizmin bu köşe taşını kullanmama izin verin. Şu hâlde bizler tükettiğimiz şeyiz. Yapılarımız burada yatıyor. Elbette bunun üstünde olan, daha inceltilmiş üst yapılarımız da var (hiç değilse olabilir), ancak bu kalkış noktasıdır. Beslenmeye ihtiyaç duyan organizmalarız; bu yolla, tüm sistemin entelekyasını insanlar oluşturur -ki burada hakiki entelekyadan, yani içsel gayeden söz ediyorum- çünkü tüm kapitalist sistemin amacı tüketicinin ihtiyaçlarına cevap vermek ve eğer mümkünse yeni ihtiyacı teşvik etmektir. İnsanlarla teknolojinin kesişim noktası olan tüketimciliğin merkezî konumu düşünülürse (ayrıca burada yalnızca gıda tüketimine gönderme yapmıyorum, çünkü kültürel, dinî ve askerî vs. tüketimcilik türleri de mevcut) tüm sistemin Arşimet noktası tüketimcilik olacaktır. O hâlde kapitalizmin mutlaka kaçınması gereken tek şey varsa o da tüketimciliği tam olarak hafife almak ve bunun sonucu olan mobilizasyonu başından savmak olacaktır. İnsanların zaman zaman kimi gerekçelerle görmezden geldiği kapitalizm öncesi çağlarda, hiçbir alanda çalışamayacakları için kız çocukları boğulurdu, oysa şimdi tüketimciliğin ve akışkanlığın başlıca kahramanları arasındalar (çoğu yönlendirici kadın). Tüm sistem tüketimcilikle iç içe geçirilmiş ve bu da kapitalizmin onu desteklemek için temel gelir stratejileri geliştirmesinin nedeni.
Akademisyenler olarak bizlerin fazladan çaba göstermeye çalışmamız hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir. Tüketimcilikle mobilizasyon arasındaki rabıtayı yeniden kavramsallaştırmak yerine neden kendimizi, tıpkı sermaye gibi, tüketimciliği desteklemekle sınırlıyoruz? Tüketimciliğin yeni bir emek biçimi olduğuna inanıyorum, o aynı zamanda epistemolojik (çünkü bilgi üretiyor, her ne kadar üreticileri bu bilgiye doğrudan ulaşamasa da) ve teleolojik bir şeydir; şu bakımdan ki tüketimcilik nihai bir erek sağlıyor, üstelik bu erek olmasa yazılımlar, algoritmalar, cep telefonları ve insansız hava araçları, tıpkı arkebüzün icadından sonra baltalı kargının akıbeti gibi, tozlu rafları boylardı. Neden elimizden gelenin fazlasını yapmıyoruz, oysa bu kavramsal çalışma zıvanadan çıkmış bir dünyayı yerine oturtmak için bu kadar önemliyken? Neden, çağları geçmiş roman kahramanları gibi yıldızları (bizim örneğimizde sermayenin yıldızlarını) lanetleyip duruyoruz? Dokü-medya sermayesini anlamak, tüketimciliği akışkanlık olarak ve akışkanlığı değer üretimi sıfatıyla emek olarak kavramsallaştırmak bana filozofları ve toplum eleştirmenlerini bekleyen en büyük görev gibi geliyor; tabii bu kişiler çağı yakalamak istiyorlarsa. Bu, “Ne tür bir dünyada yaşıyoruz?” sorusunu yanıtlamanın kaçamak olmayan tek yolu.
*Prof. Dr., Turin Üniversitesi, Felsefe Bölümü