EŞİTSİZLİKLERİN DÜNYASI VE TÜRKİYE’NİN DURUMU
Eşitsizlikle İlgili Temel Tanımlar
Sosyo-ekonomik eşitsizlik temelde hanenin gelir seviyesi gibi nesnel koşullardan kaynaklanan farklılaşmalara verilen bir addır. Örneğin; belli bir gelir seviyesindeki bir hanede doğmak, alınacak sağlık hizmetlerinin, eğitimin seviyesinin ve kalitesinin, kişinin istihdam içerisindeki konumunun hatta erişilmesi mümkün olan siyasi katılımının derecesini ve niteliğini etkileyebilir.
Eşitliğin sağlanmasının temelden hedeflenmediği ortamlarda kalıcı eşitsizlikler süreklileşir ve âdeta doğallık kazanır. Bu çerçevede kalıcı eşitsizlikler sistemin kendisinden kaynaklanmaktadır. Mesela günümüzde yoksulluk sanki istisnai ve bireysel bir durummuş gibi ele alınsa da aslında iktisadi sistemin işleyişinin doğal bir çıktısıdır. Bir bakıma yoksulluk olmaksızın günümüz küresel ekonomisinin işleyişi neredeyse mümkün değildir. Dolayısıyla iktisadi ve sosyal sistem her daim kalıcılaşan eşitsizlikler üretebilmektedir.
Öte yandan eşitsizliğe bu tür piyasa mekanizmaları yol açabildiği gibi gelir seviyesi ne olursa olsun etnik kökene ve/veya anadile bağlı, din ya da mezhebe dayalı kimlik, çoğunluğun eğilimlerinden ya da egemen ideolojiden ayrıştığı ölçüde aşağı görülme ve denk addedilmeme gibi ayrımcılıklar da eşitsizliklere sebep olabilmektedir.
Günümüzde artan ve keskinleşen eşitsizlikler, küresel iktisadi sistemin beslediği bir bileşenidir. Dünyanın en büyük ekonomisi olan Amerika’da en yüksek gelire sahip %1 ekonomide yaratılan tüm büyümenin %93’üne sahip olurken, orta sınıflar büyük bir iktisadi daralma ve alt gelir grupları da ciddi bir yoksullaşma yaşamaktadır. Bugün ABD’de ortalama bir CEO’nun ücreti, ortalama bir işçinin 250 katı civarındadır. 1980’den beri dünyada sendikalı işçi oranları radikal bir biçimde düşerken sermayenin belirleyiciliği artmaktadır. Eşitsizlikteki bu artış, günümüzde farklı ülkelerde çeşitli sosyal patlamalara yol açmaya başlamıştır.
Türkiye’de son yıllarda sosyal yardım transferleri yoluyla mutlak yoksulluk oranı ciddi bir düşüş gösterirken göreli yoksulluk oranı da aynı şekilde artış göstermektedir. Son 15 yılda Türkiye’deki en zengin %1’lik grubun toplam servet içindeki payı, %39.4’ten %54.3’e yükselmiştir. Bunun anlamı, geriye kalan %99’un payının %60,6’dan %45.7’ye gerilemiş olduğudur. Bu payın %23.4’lük bir kısmı da yine en tepedeki %1’lik kesimi takip eden %9’un elindedir. Dolayısıyla geriye kalan %90 toplam servetin sadece %22,3’üne sahiptir. Bugün Türkiye nüfusunun en zengin %10’luk kesiminin sahip olduğu gelir, en yoksul %10’luk kesimin elde ettiği gelirin 15 katına denk gelmektedir.
Küreselleşme ve Neoliberalizmin Yükselişi
Küreselleşme ile birlikte dünya ekonomisi ciddi bir biçimde farklılaşmaya başlamıştır. Bu çerçevede küreselleşmenin 1980’lerden itibaren sosyo-ekonomik düzene getirdiği bir dizi yenilik şöyle özetlenebilir.
1. Yeni Pazarlar: Küresel olarak birbiriyle ilişkili, gerçekte birbirine uzak yerleri kesintisiz bir biçimde idare ederek işleyen döviz ve sermaye piyasaları. Bu doğrultuda yeni iletişim ve internet tekniklerinin de yardımı ile dünya ekonomisi gittikçe birbiri ile ilişkili pazarlar çerçevesinde işlemeye başlamıştır.
2. Yeni Araçlar: Yukarıda belirtildiği üzere belki de küreselleşmeyi mümkün ve etkili kılan unsurların başında dünyayı kesintisiz bir biçimde birbirine bağlayan internet bağlantıları, cep telefonları ve yeni medya ağları gelmektedir. Bu yeni teknolojiler çerçevesinde bilginin akışı hızlanmış ve etkisi artmıştır.
3. Yeni Aktörler: 1980 sonrasında başlayarak, soğuk savaşın da sona ermesi ile birlikte ulus devletleri aşan ve aşındıran küresel hükûmetler arası örgütler (DTÖ, GATT gibi) ortaya çıkmaya başlamıştır. Benzer şekilde günümüzde birçok ülkeden daha fazla iktisadi güce sahip çok uluslu şirketler, küresel ağlar oluşturan STK’lar ve ulusal sınırları aşan siyasi gruplar (yeni sosyal hareketler) da yeni aktörler olarak küresel sahnede boy göstermektedirler. Böylece eski toplumsal sistemin pek çok unsuru ya etkisi kaybetmiş veya yeni etkilerle biçim değiştirmiştir.
4. Yeni Kurallar: Çok etkili uygulama mekanizmaları ile desteklenen ve ulusal politika alanını daraltarak ulus devletleri daha da bağlayıcı hâle getiren tarım, ticaret, hizmet, spor ve fikrî mülkiyet gibi pek çok alanda imzalanan çok taraflı anlaşmalar günümüzde ciddi etki alanlarına sahiptir. Bu kuralların oluşturulması ve uygulanması çoğu kez küreselleşmenin mal ve hizmet akışlarının hızlanmasını mümkün hâle getirmektedir.
Bu etkenler çerçevesinde “dünyadaki ekonomilerin ve toplumların süregiden bütünleşmesi” söz konusudur. Özellikle 1970’lerin sonundan itibaren yeni iletişim tekniklerinin gelişimi ve taşıma maliyetlerinin düşmesi, sanayinin küresel kayışına ve üretim ve dağıtım sitemlerinin farklılaşmasına zemin hazırlayan önemli bir gelişmedir. Bunun neticesinde küresel mal ve hizmet rejimleri oluşmaya başlamıştır. Bu rejimlerin oluşmasında düşük ticari engeller de önemli roller oynamaktadır. Böylece sermaye akışları da hızlanmıştır. Neticesinde ülkeleri birbirine bağlayan ve daha fazla ilişkili hâle getiren bir sistem ortaya çıkmıştır. Bütün bu gelişmeler topluca neoliberalizm olarak adlandırılmaktadır.
Türkiye’de Neoliberal Politikalar
İktisadi modellerin ve üretim sistemlerinin değişiminin etkileri 1980’lerden itibaren Türkiye’de görmeye başlamıştır. 1980’de IMF ile imzalanan stand-by anlaşması ile Türkiye, küresel mal ve hizmet rejimlerine eklemlenen liberal bir ekonomi politikası uygulamaya başlamıştır. Bunun için kapalı ithal ikameci planlı bir kalkınma siyasetinden ihracata dayalı bir büyüme modeline geçişin sağlanması gerekmekteydi. Benzer şekilde bu modelin temel bileşenleri arasında serbest para ve döviz piyasaları gelmektedir. Bunun için ülkeye döviz giriş ve çıkışını yasaklayan kurallar kaldırılmış ve yabancı sermayeye dayalı bir büyüme modeli benimsenmiştir. Yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için faiz farklarıyla oynayarak kısa vadeli ve portföy sermayeyi içeri çekme yönünde politikalar benimsenmiştir. Öte yandan yürütülen liberal ekonomi politikaları gereği devletin ekonomideki rolünün azalması ve payının küçülmesi gerekmiştir. Böylece tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de refahın toplumsal tabana daha fazla yayılmasını sağlayan refah devleti uygulamaları azalmaya başlamıştır. Ayrıca devletin ekonomideki rolünün azalması için başlatılan özelleştirme girişimleri, iş ilişkilerinden başlayarak çalışma yaşamının yeniden şekillenmesinde önemli roller oynamıştır.
1980 sonrasında küresel piyasalara uyum ve yabancı sermayeyi çekmek üzere yapılan bu temel düzenlemeler çerçevesinde tüketime dayalı ve finansallaşmış bir ekonomi ortaya çıkmıştır. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonominin finansallaşması, sermayenin ve servetin gittikçe belirli ellerde toplanmasına neden olmuştur. Bu düzenlemelerin diğer bir etkisi de Türkiye ekonomisinin sektörel yapısında yaşanan değişimlerde kendisini göstermiştir. Türkiye’de sektörlerin istihdamdaki payı, 1980’den itibaren çok büyük değişimler geçirmiştir. 1980’de Türkiye hâlen daha büyük oranda bir tarım ülkesi iken aradan geçen sürede tarımın payında %35’lik bir gerileme yaşanmıştır. Benzer şekilde hizmetler sektörünün istihdamdaki payı %30’luk bir artış göstermiştir. Sanayi ise bütün bu süreçte %7 civarında bir artış yaşamıştır. Böylece Türkiye bir tarım ülkesi iken hizmetler sektörünün baskın olduğu sanayi sonrası bir topluma dönüşmüştür. Bunda yaşanan yoğun göçlerin etkisi kadar küreselleşmenin etkisi ile tarımın gerilemesi de bulunmaktadır.
İktisadi Değişim ve Sınıf İlişkileri
Küreselleşmenin birincil etkisinin ekonomide bir finansallaşma olduğunu yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla Türkiye’de sermaye birikimine bağlı dönüşüm yaşanmıştır. Sermaye birikiminin gerçekleşmesi için gerçekleştirilen uygulamaların başında küresel sermayeyi içeriye çekmeye yarayan alanlardaki girişimciliği kolaylaştıran ve bankacılığı özendiren uygulamalar gelmektedir. Bu dönemde üretim alanındaki hız yoğunluğunun artmasına paralel olarak dolaşım alanı önem kazanmış, perakendecilik geleneksel tüketim kalıplarını değiştirecek bir etki ile sosyal sisteme dâhil olmuştur. Hizmet sektörünün hem niteliksel hem de niceliksel gelişimi hem sermaye hem de emek bakımından önemli değişimlere yol açmaktadır. Bu çerçevede değişik ölçümlere göre Türkiye’de sınıf konumlarının dağılımına bakıldığında aşağıda bir birikmenin gerçekleştiğini görmek mümkündür. Türkiye’de iktisadi sistem refahı tabana yayan bir modele değil belirli ellerde toplayan bir modele sahiptir. Toplumsal konum kaybına bağlı ortaya çıkan refah azalması, Türkiye’de yoksulluğun ve eşitsizliğin yapısal boyutunu teşkil etmektedir.
Türkiye’de sınıfsal yapı üstte küçük bir grubun (%2 civarı) en altta ise geniş bir grubun (%35 civarı) bulunduğu bir görünüm arz etmektedir. Tüm bu değişimler neticesinde Türkiye’de yaygın bir proleterleşme ve sınıfsal kutuplaşmanın görüldüğü söylenebilir. Proleterleşmeyi işyeri salahiyeti olmaksızın kitlelerin özel-sektör ücretli istihdamına dâhil olması olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda bir ücretlileşme durumu söz konusudur. Böylece aslında Türkiye’de sosyal hareketliliğin temel biçimlerinden birisi olan girişimcilik ciddi bir şekilde azalma eğilimindedir.
Bu anlamda Türkiye’de bir sınıfsal kutuplaşma yaşandığı söylenebilir. Özel sektör eliti, girişimsel, yönetimsel ve profesyonel sınıflar yükselmekte, gelirden ve servetten daha fazla pay almakta iken geniş yığınlar, işçi piyasalarının alt kesimi boyunca yoğunlaşmakta, gelirden ve servetten daha az pay alabilmektedir. Bu kutuplaşmanın temsilcileri, kayıt dışı sektör işçilerinin ve yüksek derecede eğitimli elitlerin eş zamanlı büyümesidir. Ayrıca bununla ilintili olarak kamu istihdamının düşüşü gözlemlenmektedir.
Gelir Eşitsizlikleri
Toplumsal eşitsizliklerin temelinde gelire dayalı eşitsizliklerin olduğunu söyleyebiliriz. Gelire dayalı eşitsizliği ölçmek için İtalyan ekonomist Corrado Gini tarafından geliştirilmiş olan ve onun adıyla bilinen katsayı kullanılmaktadır. Ayrıca Gini katsayısı, zamana göre ve ülkeler arasında karşılaştırmalı bir veri sunan iyi bir ölçüm aracıdır. Gini, bir ülkede gelir dağılımının eşit olup olmadığını ölçen, 0 ile 1 arasında değerler alır. Katsayı yükselip 1’e doğru yaklaştıkça daha büyük eşitsizliğe işaret eder aksi durumda ise eşitlik artmaktadır. Bu katsayıda genellikle 0,4 üzerine çıktığında eşitsiz bir toplum, 0,25’in altına indiğinde de eşitliğe doğru gelişen bir toplum olduğu varsayılabilir. Türkiye’nin hâlihazırdaki Gini katsayısı, piyasa gelirine göre değerlendirildiğinde (vergi ve transferler öncesi) 0.41 ve vergi ve transferlerden sonra ise 0.40 civarındadır. OECD ortalaması ise 0.31’dir. Bu çerçevede OECD ülkeleri arasında Türkiye’den eşitsiz olan ülkeler yalnızca Şili (0.50), Meksika (0.47) olarak göze çarpar. ABD’nin Gini katsayısı ise 0.38 civarındadır. Bu verilere göre eşitsizliğiyle öne çıkan ABD, Türkiye’den daha az eşitsizlik göstermektedir.
Küresel verilere göre 1950-1980 yılları arasında en düşük Gini değerleri genellikle Kuzey Avrupa’nın sosyal refah devletlerinde ve eski Doğu Bloku ülkelerinde bulunmaktadır.
Türkiye, 2000’ler boyunca Latin Amerika ülkeleri ile birlikte ikinci en yüksek Gini değerlerine sahip ülkeler arasında yer almaktadır. Bu tespite paralel bir biçimde Türkiye, Dünya Bankası’nın raporlarında “yüksek derecede eşitsiz orta gelirli bir ülke” olarak tanımlanmaktadır.
Türkiye, OECD ülkeleri ile kıyaslandığında son 20 yılda harcanabilir gelir eşitsizliğinde çok az da olsa bir miktar iyileşme yaşamıştır. Ancak iyileşme, ham gelirler üzerinde değil vergi ve transferler sonrasındaki harcanabilir gelirde gerçekleşmektedir. Bunda özellikle 2010 sonrası geliştirilen sosyal politika uygulamalarının önemli bir etkisi olduğu görülmektedir. Bu veri bize gelir eşitsizliğini doğuran yapısal unsurlarda bir değişim olmadığını ancak bunu dengeleyen sosyal politikalarda bazı iyileştirmelerin olduğunu göstermektedir. İçinde bulunduğumuz bu aşamada esas sorun, bu iyileşmenin ne kadar sürdürülebileceğidir. Zira sosyal politikalar ve transferlerle sağlanan iyileşmeler genellikle kriz dönemlerinde çok hızlı bir şekilde erimektedir.
Eşitsizliğin bu şekildeki genel bir tablosundan sonra farklı gruplar arasında gelir dağılımındaki eşitsizliğin daha detaylı bir incelemesine geçebiliriz. Aşağıdaki grafik, seçilmiş OECD ülkelerindeki alt ve üst %10’luk dilimlerin gelirden aldıkları paydaki değişimi göstermektedir. Bu tablodan görülebildiği üzere çok az ülkede 2007-2014 yılları arasında en alt %10’luk dilimin harcanabilir geliri yükselmiş ve yine çok az ülkede en üst %10’luk dilimin harcanabilir geliri düşmüştür. Genellikle trendin alttakilerin gelirinin azalması, üsttekilerin de yükselmesi yönünde olduğu görülmektedir. Bu da yoğun çift yönlü bir eşitsizlik artışına işaret etmektedir. Türkiye’de ise en alttakilerin gelirlerinde bir düşüş görülmemektedir. Ancak en üsttekilerin gelirlerinin artış oranı ile en alttakilerinkinde büyük bir farklılık göze çarpmaktadır. Bu da yine çift yönlü olmasa da bir eşitsizlik artışını gösterir. Zira en altta yer alan kesim, ortalama gelir artışının yarısı kadar gelir artışı yaşarken en üstte yer alan kesim de iki katı kadar bir artış yaşamıştır. Böylece bu iki grup arasındaki fark, dört katlık bir düzeye erişmektedir.
Türkiye’de en alttaki %20’lik kesim millî gelirin %6,1’ini alırken en üstteki %20’lik kesim millî gelirin %47’sini almaktadır. Dolayısıyla arada 7,8 kat bir kazanç farkı ortaya çıkmaktadır. Bu oranın 2004’te 9,1 kat olduğu düşünülürse bir iyileşme söz konusudur. Ancak daha geniş bir biçimde daha detaylı olarak bakarsak resim daha da netleşecektir. Sırasıyla farklı dilimlerin aldıkları payların şu şekilde gerçekleştiğini görüyoruz. En alttaki %10’luk kesim millî gelirin %2,3’ünü alırken en üstteki %10’luk kesim 12 kat daha fazla kazanarak millî gelirin %31,6’sını almaktadır. Eğer bu tabloya %1’lik dilimler hâlinde bakabilseydik muhtemelen gelir farkını daha da açık görebilecektik.
Emeğin Millî Gelirdeki Düşen Payı
Millî gelir, belirli bir ülkede o ülkenin vatandaşlarına sunulan tüm gelirlerin toplamıdır. Emek ve sermaye arasındaki millî gelir dağılımına, gelirin fonksiyonel dağılımı denir. İş gücü gelir payı (veya iş gücü payı), iş gücünün gelirden elde ettiği karşılığa tahsis edilen millî gelirin bir parçası iken sermaye payı, ulusal gelirlerin sermayeye giden kısmıdır. Millî gelirde düşen bir iş gücü payı sermaye getirilerinin daha fazla olduğunu gösterir.
Millî gelirde iş gücü payı, refah devletinin uygulandığı zamanlarda uzun bir süre boyunca kararlı seyrettiği için daha az ilgi çekmiştir. En azından 1980’lere kadar iş gücünün gelirdeki payının istikrarlı olması, artan refahın iktisadi büyümenin doğal bir neticesi olarak kabul edilmesine sebep olmaktaydı. Ancak son yıllarda, iş gücü paylarının önemli ölçüde kesin bir düşüş eğilimine sahip olduğu görülmektedir. Anthony Atkinson, yaptığı incelemeler ile makro-iktisadi performanstaki iyileşmelerin, emeğin azalan payından ötürü hane halklarının kişisel gelirlerinde orantılı iyileşmeye dönüşmediğini göstermiştir. Thomas Piketty de zaman içinde birçok ülkede, daha yüksek bir sermaye payının, gelir dağılımında daha yüksek bir eşitsizlik ile yakından ilişkili olduğunu göstermektedir. Aslında iş gücünün gelirden daha az pay elde etmesi orta vadede genel ekonomik düzeni de olumsuz etkilemektedir. Örneğin; azalan bir iş gücü gelir payı eğer gelirin sermayeye yeniden dağıtımı, yatırımı yeterince artırmazsa veya daha düşük ücretler iç talebi azaltarak net ihracatı yeterince artırmazsa, hane halkı tüketimini sınırlandırabilir ve toplam talebi azaltabilir. Bu olumsuz tüketim etkileri, firmaların yeni güçlü talep kaynakları görememesi nedeniyle yatırımlarını zayıflatabilir. Ayrıca gelir vergileri genellikle kamu gelirlerinin en büyük kaynağıdır. Bu sebeple gelirdeki bir düşüş muhtemelen kamu yatırımlarını kısıtlayacaktır. Bu da altyapı yatırımlarını ve sosyal koruma önlemlerini sekteye uğratacaktır. İş gücü gelir payında daimî bir düşüş, küresel talep üzerinde de olumsuz bir etki yaratmaktadır. Bu da küresel kapitalizmin fazla üretim ve eksik tüketimden kaynaklanan yeni bir krizine yol açacaktır.
Tüm dünyada gelir eşitsizliğindeki artış ile iş gücünün gelirdeki payındaki düşüşünün paralel olduğu gözlenmektedir. Genellikle eşitsizliği azaltmayı başaran ülkelerde iş gücü payında da artışlar görülmektedir. OECD, G20 ülkelerindeki ortalama düzeltilmiş iş gücü payının 1980’den 2000’lerin sonlarına kadar her yıl yaklaşık 0,3 puan düştüğünü göstermektedir. Bu da eşitsizliklerin, bir sosyal politika konusu olmaktan ziyade bir ekonomi politikası konusu olduğunu gösterir.
Ayrıca emeğin millî gelirdeki payının düşüşü, değişik emek katmanları için de aynı değildir. İş gücü gelirlerindeki azalan payın, en yüksek gelirliler lehine eşitsiz bir şekilde dağılma eğilimi mevcuttur. OECD ülkeleri için 1990’lı yılların ortalarından itibaren tepedeki %1’lik iş gücünün gelirdeki payı %20 artarken düşük gelirli işçilerin gelirden aldıkları pay da düşmüştür. Dolayısıyla eğer bu üst düzey çalışanların payı emeğin gelirden aldığı pay içinde değerlendirilmezse emeğin payı aslında daha düşecektir.
Eşitsizlikleri Ne Yapmalı?
Eşitsizliklerin bir ülkedeki en önemli uzun vadeli etkisi, kuşaklar asında aktarılması ve gittikçe zayıflayan bir insan kaynağıdır. Bu manada eşitsizlikler ile uzun vadeli büyüme arasındaki önemli bir aktarım mekanizması, insan sermayesi yatırımıdır. Diğer bir deyişle gelir eşitsizliği, fırsat eşitsizliklerini konsolide ederek, insani beceri ve niteliklerin geliştirilememesi ve hareketliliğin engellenmesi sebebiyle potansiyel büyüme üzerinde uzun vadeli olumsuz etkilere neden olabilir. Araştırmalar, gelir eşitsizliğinin artmasının, eğitimde büyük boşluklar ve zayıf sosyal hareketliliğe yol açabileceğini göstermiştir. Daha yoksul insanlar, daha nitelikli eğitim alan akranlarıyla aynı zamanı harcasalar bile düşük okul niteliği nedeniyle ancak daha düşük bir seviyede performans gösterebilirler. Gelir eşitsizliğinin yüksek seviyeleri de nesiller boyunca aktarılmaktadır. Düşük eğitim düzeyine sahip ailelerden gelenlerin piyasada iş bulma olasılıkları ve buldukları işin niteliği düşüktür.
Türkiye’nin 1980’lerden itibaren küresel ekonomiye eklemlenmesi ve 2000’lerden sonra benimsenen iktisadi model toplumsal yapıyı yakından etkileyen gelir ve servet eşitsizliğinde ciddi bir artışı beraberinde getirmiştir. Devletin ekonomideki rolünün değişimi ile birlikte önceki dönemin görece eşitleyici refah uygulamaları yerine sermaye birikimini ve girişimini eksene alan ve eşitsizliği artıran bir yönelim kendisini göstermiştir. Bu bakımdan Türkiye’de sosyal yardım transferleri yoluyla mutlak yoksulluk oranı ciddi bir düşüş gösterirken göreli yoksulluk oranı da aynı şekilde artış göstermektedir. Farklı sosyal katmanların gelirden ve servetten aldıkları pay sürekli yukarıdakiler lehine bozulmaktadır. Böylece iktisaden kutuplaşan ve sosyal dengesi bozulan bir toplum ortaya çıkmaktadır.
*Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü