HAFIZA VE UNUTMA ÜZERİNE GÜNCEL TARTIŞMALARDA SANATIN DURUMU
Yazar: Andreas Huyssen
Bundan yaklaşık yirmi küsur yıl önce, Holokost konusunun ve görüntülerinin diğer siyasi bağlamlara (Bosna, Arjantin, Güney Afrika, Ruanda) taşınması, bu tür ulus-ötesi bağlantıların ulusal ve uluslararası bağlamlarda nasıl işlediğini merak etmeme neden oldu. Bunların bir kısmını Present Pasts (2003) [Mevcut Geçmişler] isimli kitabımda ve çağdaş hafıza sanatı kataloglarına yazdığım metinlerde inceledim. Çok yönlü hafıza fenomeni (Michael Rothberg, 2009), sömürü ve sömürü sonrası dünyayı da dâhil edecek şekilde, bugün oldukça kabul görse de (hatta Amerika’da Avrupa’da olduğundan daha çok) yapılan işlerin birçoğu, haklı da olarak, ulusal seviyede yapılıyor: Şili’deki Pinochet rejimi, Ruanda’daki kıyımlar, Kamboçya’daki Khmer Rouge yönetimi, İspanya İç Savaşı, Almanların Namibya’da katlettiği Herrerolar. Bu çalışma özellikle de, Guatemala arşivleri üzerine harika bir kitap (Paper Cadavres) yazan Kirsten Wald gibi polis ve asker arşivleri üzerine tarih çalışmaları yürütenler için önemlidir. Fakat bu alanda bile, John Dinges’in The Condor Years isimli eserinde Güney Konisi’ndeki askeri rejimler arasındaki gizli işbirliğini gösterdiği gibi, ulus-ötesi boyut önemli bir rol oynamaktadır.
Aynı zamanda ulusal hafıza projelerinin, ulus-ötesi müzecilik, hafıza tasarım yarışmaları, insan hakları savunucuları ve hafızayı geliştirme sanatları tartışmalarıyla organizasyonel olarak nasıl bağlantılı olduğunu da biliyoruz. Müzeler ve hafıza mekânları en çok, ki bu da oldukça anlaşılabilir bir durumdur, travmatik siyasi şiddetin mahallî ve ulusal hafızasını ele alır. Bu yalnızca işkence ve cinayet mekânları olan Alman toplama kampları ya da Buenos Aires’teki ESMA için değil, Şili’deki Museo de memoria y derechos humanos ve New York’taki 9/11 müzesi için de geçerlidir. Bana kalırsa hafıza siyasetinin ulusaşırı yönleri mahallî kurumlar ve araştırmalardan daha geniş bir hayal ufku ve mukayeseli politik etkisi olan edebiyat ve görsel sanatlarda daha iyi dile getirilebilir. Ana amacı her geçen gün birbirine daha bağlı bir hâl kazanan dünyamızda nasıl yaşayacağımıza ve gitgide küresellik kazanan bir çağda birbirinden farklı geçmiş ve şimdileri nasıl tartışacağımıza dair hayal gücümüzü eğitmek olan ulus-aşırı hafıza kültürüne sanatlar ve beşerî bilimler önemli katkılarda bulunabilir.
Hafıza kültürleri üzerine günümüz söylemlerindeki yeni yönelimleri düşünerek, hangi unsurların artık merkezî bir öneminin kalmadığını veya meşru eleştirilere maruz kaldığını soruşturabiliriz. Bana göre üç unsur öne çıkmaktadır: birincisi, birbirine telif edilemez görülen hafıza ve tarih arasındaki savaş artık geride kalmıştır. Teorik açıdan, hafıza üzerine çalışan uzmanların birçoğu tarih ile hafıza arasında birbirini dışlayan bir ilişki yerine karşılıklı bir ilişki olduğunu varsayıyor. Elbette ki hafızanın güvenilmez, sıklıkla işine geldiği gibi hareket eden, öznel ve manipüle edilebilir olduğu eleştirisine hafıza çalışmalarında yer verilmesi gerekir ve şahitlik analizleri de bunu dikkate alacak araçlar geliştirmiştir. Uzun yıllar önce Jan Assmann hatırlama/hafıza-tarih gibi bir alandan bahsetmiş, toplulukların ve ulusların yaşanmış ve tecrübe edilmiş hafıza yapılarını sorgulayan ve tarihle hafıza arasındaki karşılıklı ilişkiyi kapsayacak tarihsel araştırma alanlarını öne sürmüştü. Artık geçerliliği yitirmiş bulunan ikinci bir kavram, Holokost’un başka bir soykırım veya etnik temizlikle karşılaştırılmasını yasaklayan, Holokost’un biricikliği kavramıdır. Bu argümanın, Holokost’un parçası olduğu medeniyet için büyük bir kırılma olduğunun kamusal olarak tanınmadığı bir dönemde bir anlamı vardı, fakat Holokost endüstrisinden bahsedilen bir çağda artık bu biriciklik kavramı hiçbir şey ifade etmemektedir. Bugün Holokost’un ya siyasi amaçlar uğruna araçsallaştırılmış ya da artık savunulamaz durumda bulunan modernist temsile gelmezlik teorisi son estetik savunma hendeği vazifesini görmektedir. Tüm dünyada devlet destekli şiddetin ölçek ve yoğunluk karşılaştırmaları kamusal tartışmalar, insan hakları hukuku ve etik için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu tarz karşılaştırmalarda Holokost hâlâ önemli bir yer tutmaktadır fakat biriciklik iddiası çekilen acıların hiyerarşikleştirilmesi açısından çok büyük bir probleme sebep olmaktadır. Kurbanlaştırma hiçbir zaman sıfır toplamlı bir oyun olamaz. Üçüncü olarak, Dori Laub, Shoshana Felman ve Cathy Caruth gibi yazarların kuvvetli eserlerinde görüldüğü ve öznenin ölümü ve temsil edilemezlik teorileriyle ilişkili olarak yapısalcılık sonrası bağlamda ifade edildiği üzere travmaya fazlasıyla odaklanan yaklaşımdan uzaklaşılmıştır. Bu çalışmalar, tanıklık ve tanıklığın yasal ve psikanalitik tartışmaları için değerli olsa da, travmatik olayın erişilebilirliğini reddetmesi, tarihsel bilginin ciddi şekilde tıkanmasına neden olmuştur. Her geçen gün daha popüler hâle gelen travma söylemleri, yaygınlaşmakta olan kurbanlaştırma kültürünü besleme tehlikesiyle karşılaştı. Travma her yerde yayıldıkça, gerçeklik etkisini kaybetmeye başladı. Travma çalışmalarının kültürümüzü soykırım, savaş ve devlet şiddetinin ötesinde kalan travmatik yapılara ve olaylara duyarlı hâle getirdiğini inkâr etmek mümkün değil. Günümüzde özellikle odaklanmamız gereken durumlar iklim değişikliği, göç ve yoksulluğun sebep olduğu, gündeliğin yavaş şiddetidir. Bir başka yeni yaklaşım da Amit Pinchevski’nin henüz yayınlanmış bulunan (Oxford Üniversitesi Yayınları, 2019) Transmitted Wounds: Media and the Transmission of Trauma isimli kitabıdır. Temsilden ziyade dolayımlama üzerine odaklanan Pinchevski, oldukça ikna edici bir şekilde teknolojik dolayımlamanın travmatik durumun kendisini beslediğini iddia eder. Kendisinden önceki post-yapısalcı eserlere çok şey borçlu olan yazar, bahsettiğimiz post-yapısalcı eserlerde daha önce görmezden gelinen teknolojik içerimleriyle birlikte yepyeni bir travma yelpazesi açtı: Eichmann davasında radyo, Yale’deki Fortunoff Video Arşivi’ndeki video tanıklıklar ifadesi, dron operatörleri karşısında yaşanılan ekran travması, algoritmik-holografik tanıklık durumunda yaşanılan sanal travma. Eğer Kittler’in medya üzerine çalışmaları 1900’lerdeki söylem ağı ile bitiyorsa, Pinchevski bize 2000’lerin söylem ağının ana hatlarını çizmektedir; fakat burada Pinchevski Kittler’in teknolojinin ötesinde bulunan tarihe kör olma hatasına düşmez. Travma çalışmaları geçerli kalmak istiyorsa, yokluğu geçmişte travma çalışmalarını hiç terk etmemiş olan, alternatif gelecekler boyutunu düşüncelerine dâhil etmek zorundadır.
Bugün, hafıza çalışmalarında yeni kımıldanmalar ve günümüz hafıza siyasetine odaklanmış henüz başlamakta olan toplumsal hareketler vardır. Yeni gelişmeler şunları da içermektedir: Arjantin’deki kirli savaş sırasında çalınan bebeklerde olduğu üzere kayıpların çocuklarını teşhis etmede kullanılan koskoca bir DNA testi alanı ve kaybetme (Şili) veya gözaltına alma (Sovyet Gulagı) hafızasının arşivini oluşturmak üzere kullanılan dijital teknolojiler.
İkinci olarak cinsiyet meselesi ulus-ötesi araştırmalarda odak meselesi durumuna geldi ve Türkiye ile Arjantin’deki protestoları ateşledi. Buna İstanbul’daki Cumartesi Anneleri ve Buenos Aires’teki Plaza del Mayo anneleri bu anlamda hafıza aktivizmi olarak çok büyük önem taşımaktadır. Daha geniş ölçekte, #Me too hareketi de, tecavüz ve kısa ve uzun vadeli cinsel saldırı hafızasına odaklanarak patlayıcı bir güce dönüştü. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde çok sert bir karşılık gördü. Bu sert karşılık, hareketin kadın-erkek ilişkilerindeki statükoyu (özelikle de iş, iş verme ve tazminat meseleleri) yıkmadaki gücünü kanıtlamaktadır. Tecavüzle sözlü şiddeti ya da “uygun olmayan davranış”ı birbirinden ayırabilecek ölçeği bulunmasa da, bu hareket çocukların ve kadınların çoğunlukla görünmez ve çok boyutlu mağdur edilme yapılarını görünür kılar. Hafıza uzmanlarının bu tartışmaya katacağı çok şey var.
Üçüncü olarak, omuzlarımıza binip yeni çalışmalar yapmayı ve siyasi müdahillikleri gerektiren diğer hafıza vardır: günümüzde dünya genelinde yeniden canlanmalarıyla ilişkili olarak iki savaş arası dönemdeki faşist ve ırkçı popülizmlerin hafızası. Beyaz üstünlükçülüğünün çirkin yüzünü Amerika’da gösterdiği bir zamanda Black Lives Matter hareketi bize Faulkner’ın “Geçmiş asla ölü değildir. Hatta geçmiş geçmemiştir.” sözünü, sivil hak mücadelelerinin üzerinden 50 yılı aşkın bir süre geçmişken tekrar hatırlatmaktadır. İki savaş arası dönem faşizmi ile günümüz sağcılığı arasındaki farkların basitleştirilip silinmesine karşı “hafızacılar” ve tarihçiler, geçmiş ile şimdinin basit tanımlama ve indirgemeleri aşan karmaşık bir ilişkiler ağı içerisinde birbirlerine nasıl karıştığında ısrar etmek zorunda kalacaklardır. Adorno’nun ulusçuluk hakkında söylediğini biraz değiştirerek ifade edecek olursam, bugün faşizmin hem modası geçmiştir hem de günceldir.
Bugün bazılarının örterek ifade ettiği “alternatif sağ” odağı, hafıza çalışmalarında kurbandan mücrime dönüşle ilişkilidir. Arjantin, Ruanda, Kamboçya ve diğer ülkelerdeki yargılamalar mücrimlere dönen yeni ilginin bir parçasıdır. Filipinler ve Hindistan’daki hadiseler göz önünde bulundurulduğunda, Joshua Oppenheimer’ın 2012 yılında çektiği, 1960’lı yıllarda Endonezya’da gerçekleşen organize katliamları anlatan belgesel filmi The Act of Killing (Öldürme Edimi) olacak şeylerin kara habercisi gibi aniden ortaya çıkmıştır. Katillere odaklanmak üçüncü bir figürü ortaya çıkarır: Irksal şiddet (bkz. Bruce Robbins’in The Beneficiary isimli yeni kitabı) ya da devlet şiddetinden (seyirci ya da turist olarak) yararlananlar. Yararlananlar elbette ki yalnızca tarihî açıdan önemli değildir. Küresel eşitsizlikler ve günden güne artan gelir uçurumu dikkate alındığında seyirci, ekonomik mahrumiyetin yavaş şiddeti ve mülksüzleştirmenin her geçen gün daha fazla insanı yuttuğu günümüzde dikkat edilmesi gereken bir figürdür. (Bu konuda Michael Rothberg’in yakında çıkacak kitabına da göz atabilirsiniz: The Implicated Subject).
Dördüncü olarak, Avrupa’nın Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki sömürge tarihinin hafıza çalışmaları alanından büyük bir boşluk oluşturduğu fark edilmiştir. Holokost ve Namibya’daki Herreroların soykırımı arasındaki ilişki bu tartışmalar için kıvılcım oluşturmuştur fakat Hollanda, Belçika, Fransa veya İngiltere sömürüleri için çok da işe yarar görünmemektedir. Belçika’da Stef Crap’sın ve Amerika’da Joey Slauhgter’ın araştırmaları, hafıza çalışmalarındaki “karanlık bölgeye” ışık tutan birer işaret fişeği olmuştur ki bu çalışmalar yeni göç biçimleri üzerine ışık tutma konusunda da oldukça faydalı olabilir.
Benim bakış açıma göre, iki konuya daha dikkat çekmek gerekiyor. Hafızanın tamamıyla olumlu bir şeymiş gibi onaylanması, sorgulanması gereken bir konudur. Tıpkı hepsi negatif olmayan unutma formlarının çokluğu gibi. Hafızanın olumsuz tarafını ortaya çıkaran birçok durum (en güncellerinden biri Neo-Nazizm popülizmidir) vardır: siyasi tepki işlevi olarak hafıza (bugünkü Amerika, Rusya, Avrupa, Türkiye, Hindistan vs.); şiddete kışkırtma olarak hafıza (Bosna ve Kosova); yalan haberlerin oyun alanı olarak hafıza (Rus trolleri, Amerika’daki sağcı medya). Geçmişi geleceğe öncelemek tehlikesine karşı önlem almalıyız. Hafıza çalışmaları 20. yüzyılın gelecek ütopyalarının kaybedilmesinin bir sonucu olarak 80’li ve 90’lı yıllarda ortaya çıkmışsa, bu durum bugün gelecek hakkında düşünmemenin meşruiyeti olarak alınmamalıdır. Yalnızca hafıza çalışmalarının geleceği açısından değil önceki ütopik fikirlerin hâlâ geçerli olan gelecek hedefleri için de: adalet, eşitlik, özgürlük.
Son bir konu da, Roberto Simonoswki’nin Data Love ve Facebook Society gibi kitaplarda etraflıca ele aldığı, dijital medyanın toplumsal hafıza yapıları üzerindeki etkisi konusudur. Bir süreliğine şimdiki geçmişler, Reinhart Koselleck’in tanımladığı ve modernliğin erken bir fazı olan geç 18. yüzyılı ifade eden geçmiş geleceğin yerini alacakmış gibi göründü. 20. yüzyılın, 1968’e kadar diyebiliriz, ilerleme ve gelecek merkezli anlayışından hafıza merkezli bir geçmişe kayması gerçekten önemli ve derin bir hadisedir. Fakat bugün, geçmiş, gelecek ve şimdiki geçmişlerin; ne geçmişi bilen ne de geleceği hayal eden bir tüketim kültürü ve sonsuz bir şimdiyi köpürten medya ile görünmez ve bilinemez algoritmaların çalıştırdığı şimdiki şimdi tarafından ele geçirilip geçirilmediği sorusunu sormak zorunda kalabiliriz. Öte yandan dijital medya arşivleme nosyonlarımızı da dönüştürmüş ve kültürler arasında –hem iyi hem kötü- hafızanın hareketliliğini kolaylaştırmıştır. Sağcılığın ulus-ötesi bir şekilde yeniden dirildiği bir çağda algoritmik olarak arşivlenmiş hafızanın gerçekten bir hafıza mı yoksa unutma mı, yoksa ikisi birden mi olduğu sorusu baki kalmaktadır. Fotoğraf ve film teknolojilerinin zaman ve mekân algılarımızı dönüştürmesi gibi internet ve hayalî bağlantıda gerçek yalnızlık üreten birçok platform da zaman ve mekân algımızı değiştirmiştir.
Başka bir ifadeyle, dijital teknolojilerin ve sosyal medyanın insani kapasitemiz olan geniş şimdiki zamanda (Hans Ulricht Gumbrecht) yaşamanın yerini alan genişletilmiş zaman karelerinin bu kapasite ve yetiyi nasıl etkilediğini sormak zorundayız. Bu bağlamda alıntı yapmak istediğim Alexander Kluge, bilgisayar henüz kamusal kültüre girmeden çok önce de şimdinin zamanın geri kalanı üzerine saldırı yaptığından bahsetmişti. Çelişkili durumlarda yaşıyoruz: bir yandan kamusal alanda aşırı büyümüş bir hafıza-ki bu hafıza sıklıkla geçmişin gerçek ve derin bilgisinden yoksun bir hafızadır; öte yandan ise unutmaya ve şimdide ve şimdi için yaşamaya yönelik yapısal bir yatkınlık vardır. Facebook ve Instagram, algoritmaların birbirinden bağımsız zamansallıkları zamansız bir şimdiye doğru soğurduğu, zaman ve mekânın toplumsal tecrübelerini her geçen gün biraz daha şekillendiren platformlardan sadece ikisidir. Belki de bugün hafıza çalışmalarının en mühim vazifesi, çağımızda hafızanın işlevinin nasıl dönüştüğünü anlamamıza yardımcı olmaktır. Bu nokta, tarihsel ve kültürel soruların nihai olarak nöro-bilimsel araştırmayla birleştiği nokta olabilir.
*Prof. Dr., Columbia Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü