ŞİMDİ ZATEN GEÇMİŞTİR; BİR GELECEK İNŞA ETMEK İÇİN ERDEMLİ İTAATSİZLİĞİ KULLANABİLİR MİYİZ?
Yazar: Alison Scott-Baumann
Platon’un Menon ve Theaetetus diyaloglarında Sokrates unutma ve hatırlamayı balmumunda mührün yaptığı baskıya benzetir; balmumu asli olanın damgasını muhafaza eder, yine de mührün bıraktığı iz oldukça farklıdır. Paul Ricoeur son büyük eseri olan Hafıza, Tarih, Unutuş’ta (La Mémoire, l’Histoire, l’Oubli, 2000) yazılı iz, psişik iz ve kabuksal (cortical) izi birbirlerinden ayırmak için bu imgeyi kullanır. Ricoeur (1913-2005) muhataplarının, entelektüel hasımlarının ve dostlarının çoğundan daha uzun yaşamıştır ve 20. yüzyılın büyük çoğunluğunu kapsayan ömrüyle onun hatırlayacak ve unutacak çok şeyi vardır. Her şeye rağmen o, entelektüel olarak etkin ve sonuna kadar berrak kalmıştır. Çağdaşı ve bir zamanlar talebesi olan Derrida’nın aksine Ricoeur bağışlamanın mümkün olduğuna inanır ve bizlere kurtarma (veya yeniden kazanma) hermenötiğine dair son sözünü söyler; bu, onun suçla, kaybetme ve hayal kırıklığıyla yüz yüze kaldığımızda nasıl daha bilge ve müşfik olduğumuzu gösterme girişimidir. Aslına bakılırsa Ricoeur içine kuşların konduğu büyük kafes şeklindeki hafıza imgesini tercih eder; bizde kapana kısılmış ve dolayısıyla kaçınılmaz olan ama yine de çırpınan, hareketsiz tutulması mümkün olmayan ve hatırlamadaki hatasızlığımızı kuşkulu hâle getiren bir şeydir bu (bu kafeste kaç tane kuş vardır sahiden?) Bu imge onun unutma ve bağışlama yaklaşımının anahtarıdır. Paris’te bulunan Le Fonds Ricœur’deki arşiv malzemesine dayanan, alandaki emsalsiz eserim Ricoeur and the negation of hapiness’ta (Ricoeur ve mutluluğun olumsuzlanması, 2013) Ricoeur’ün kendimizi sık sık kaybetme, yitirme ve özlem duyma aracılığıyla tanımladığımıza nasıl inandığını göstermiştim.
Hafıza, Tarih, Unutuş
Ricoeur bu kitapta Zaman ve Anlatı (Temps et récit) ve Başkası Olarak Kendisi’nden (Soi-même comme un autre) beri zaten gayet iyi çalışılmış birçok farklı alanı bir araya getirecek bir yol geliştirme peşindedir. Zaman, uzam ve nedensellik en çok değer verilen ve her daim güncel dilemmalar olan üçlüdür; bağışlayabilir miyiz, şayet cevap olumluysa, bağışlamak için balmumu kütlesindeki hafıza izlerini unutmamız gerekir mi? Eğer hatırlarsak, anılarımıza güvenilebilir mi? Peki, eğer unutursak, bizden sonra gelenleri uyarma yolu olarak hafızada diri tutulmaları gereken geçmiş zaman olaylarına tanıklık etmede başarısız olur muyuz? Bu son soru II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa ve Fransa’nın rolüyle ilgilidir ki Ricoeur bu meseleyi başka bir yerde daha derinden tartışmıştır.
Nasıl hatırladığımızı anlama girişiminde o, savlarının bütünleyici parçası olarak Kant ve Hegel’i, Freud, Nietzsche ve Bergson’u; daha az derecede Schutz, Weber ve Arendt’i; çok daha az ölçüde Marx’ı kullanır. Özellikle bu son eserinde Ricoeur hatırlama, unutma ve bağışlama yollarımızı derinlemesine soruşturur; gerçi daha önceki eserlerinde bu soruşturmanın yapısökümcü bir etkinliğe ve bilinçli, zahmetli “anlam anımsaması”na varması gereken “sorunun unutulmasına karşı mücadele”de olduğu gibi birçok örneği bulunur. O bizlere Aristoteles’in, çağrışımcı öğrenmenin sonucu olarak hafıza şeklindeki pragmatik hafıza mefhumunu ve Parvia Naturalia’daki “Tüm hafıza geçmişin hafızasıdır.” beyanını hatırlatır. Bir daha asla deneyimlenmeyecek olaylara dair bir izahın kesin olduğunu nasıl bilebiliriz? Zamanın bir olayı nasıl etkileyebileceğini nasıl bilebiliriz? Hatta bu sorulara girişmenin bir anlam ifade edip etmediğini nasıl biliriz? Ricoeur bu soruları sorarken bile bizlere şunu söyler; okuma-yazma için kullanılan alfabe değiştiğinde ve dolayısıyla geçmişin anıları kesildiğinde tüm bir ulusun trajik olaylara karşı nasıl cahil bırakılabileceğini -zira bu durumda yeni kuşaklar özgün kayıtların alfabesini artık okuyamaz hâle gelecektir- delil göstererek geçmişe tanıklık edenlere karşı çıkmamız gerekir. Bizler tarihsel malzemenin simgesel temsile aktarımına bu yolla direnmeliyiz; simge tuhaf biçimde eksiksiz ama yine de aldatıcı bir fenomendir ve onun sayesinde imgeyle idea içinden çıkılmazcasına iç içe geçmiş ancak yine de bizce tanınabilir hâldedir. Bu durum simgeyi yoruma dirençli kılar ve simgelerin anlamı hem açık hem gizlidir, dolayısıyla oldukça muktedirdir.
Ricoeur Hegel’in giderek geliştiren bir gelecek şeklindeki idealist, toptancı görüşünü reddeder ve toplumları daha iyiye doğru değiştirmek için hafızayı nasıl kullanabileceğimiz meselesine dair kaygılarını beyan eder -Fransız Devrimi oldukça tehlikeli bir modeldir; Avrupa iki savaşın travma ve kırılmalarından çok çekmiştir; bugün yani Ricoeur’ün ölümünden sonraki günlerde sağ kanat popülizm baskındır, üstelik Avrupa’da ve başka yerlerde bir leke gibi yayılmaktadır.
Ricoeur kuşkunun yararını asla göz ardı etmez, ama aynı zamanda fazla kullanıldığında kuşkunun felç etme gücünü de gözden kaçırmaz. Hatırlamanın ve unutmanın göreli kuvveti hakkında düşünmek göreli bakış açısı hakkındaki buyurgan soruya yol verir; “Nereden konuşuyorsun?” Bu soru zorunludur, ancak sorulan tek soru olursa “sonunda kendisini sorana karşı döner ve felç edici bir kuşku olarak içselleştirilmiş hâle gelir”. Kuşkuyu bu şekilde kullanmaktan kaçınmalıyız, aksi takdirde çoğulculuğu sağlamak yerine görececilikle mutlakçılık arasında felç olup kalırız.
Unutmak nedir? Zihin bir şey hakkında sessiz kalır, sanki o şeyin meydana geldiğinin ayırdında değilmişiz gibi; tıpkı sıradan hatırlama hakkında bilinçli olarak düşünmediğimiz gibi. Unutmak toplumsal bir maslahat olarak, bir genel af biçimi olarak belki de gerçekten zorunludur. Hafızanın işi “yas göreviyle tamamlanır ve ona bağışlamanın ruhu rehberlik eder.” ancak “Bir kez deneyimlenmiş geçmiş yok edilemezdir.”,1 peki şu hâlde gerçekten bağışlayabilir miyiz?
Öne çıkan kitabım Ricoeur and the hermeneutics of suspicion’da (Ricoeur ve Kuşkunun Hermenötiği, 2009) meşhur Orta Doğu muhabiri Robert Fisk’in dört gözle beklediğimizi, unutmamak için hatırladığımızı ve gerektiğinde tanıklık etmek için hatırladığımızı öne sürdüğünü göstermiştim; Fisk Lübnan’da otuz yıldan fazla ikamet etmişti ve ancak son zamanlarda arkadaşlarıyla beraber piknik yapmak için Şûf Dağına tırmandığında ilk kez çamların kokusundan tat almıştı. O bunun ne demek olduğunu anlamıştı; savaş belki otuz küsur yıl önce bitmişti ama o ilk kez yeni bir Lübnan’a inanıyordu. Yine de bu, bir unutuş değildir; o hâlâ tarihe ve savaşın, savaş sonrasının dehşetine tanıklık edebiliyor, ama ayrıca henüz ortaya çıkmamış dehşetler ve aynı zamanda çamların reçineli kokusunun; bu canlı ve yeni bir hayat imkânıyla dopdolu kokunun temsil ettiği gelecek hakkında düşünebiliyor.
Ricoeur unutmanın yasayla ilişkili boyutuna dair bir tartışmada Jaspers’in Die Schuldfrage’sini, Suç Sorununu yeniden yürürlüğe sokmak ister. O, ceza mahkemelerindeki zaman aşımı meselesini tartışır, bu mahkemelerde zaman aşımıyla dava işlemleri durdurulabilir ve fazladan bir önlem de alınmayabilir; bu hem “bir edilginlik, hareketsizlik ve ihmal fenomeni”dir hem de “keyfî bir toplumsal jest”tir. Yine de kimsenin sorumlu tutulamayacağı ve karşılığında münasip bir cezanın olamayacağı suçlar vardır, çünkü bu suç çok, birçok yönden bağışlanamazdır. Ricoeur II. Dünya Savaşı’na bakar ve kolektif grubun hiçbir ahlaki vicdanının olmadığını düşünür, ayrıca insanların tekrar şu eski nefretlerine çok kolayca kapılabileceklerini hisseder ki bu durum bireysel hafızayla ve kolektif hafızayla ilişkili zor sorunlar doğurur.
Nasıl bağışlarız? Ricoeur Maus ve armağan ekonomisi hakkındaki eski eserine döner. Bağışlamak salt karşılıklılık, bir hediyenin başka bir hediyeyi beklediği karşılıklılık değildir; bağışlamak asimetriktir ve kendi karşılığında hiçbir şey ummamalıdır.2 O, kuşkuyu örnekleyen ve armağanları ters anlayanlar olarak Sivil Toplum Örgütlerini anar. Armağanlar yüce gönüllüdür ve güvenilmezdir, çünkü görünüşe göre karşılığında bir şey talep etmeden verilmeleri imkânsızdır -Ricoeur ayrıca, tabii ki iki yüzlü olmamamızı tavsiye eder; ortada gerçekten de bir beklenti, arkadaşlık beklentisi, barış beklentisi, hatta sömürgecilik kalıntısı olarak veya dost olan düşman şeklindeki itaat beklentisi vardır.3 Bağışlamak kayıtsız şartsız olmalıdır; öte yandan bağışlama istemi karşılıklı kabul ve güven koşuluna bağlı olmalıdır.
Hatırladığımızı, bağışladığımızı nasıl anlarız ve bu nasıl ilerler? En sonuncusu Hafıza, Tarih ve Unutuş olan son dönem eserlerinde Ricoeur düşünceli bilişin üç aşamasından orta aşamanın bir parçası olan kuşku hermenötiğinin ötesine nasıl geçebileceğimizi açıkça gösterir. Ricoeur’ün, zaman zaman diyalektik yapısıyla oldukça öngörülebilir olan üç aşamalı dünyasında işe eleştiri öncesi saflık evresiyle başlarız; bu, bizim tarih deneyimimiz ve belgeleri analizimizdir. Hayatı yaşama deneyimi ve bunun karmaşıklığı sayesinde, ayrıca kültürel gelişimlerin parçası olarak eleştirel bir yorum olan ikinci aşamaya geçmeyi umabiliriz; bu aşama analizi içerir ve birkaç delili zemin olarak seçmek, başkalarını kendi görüşlerimize ikna etmeyi ummak suretiyle olaylara dair kendi yorumumuzu geliştirmeye yol açar. Eğer kendi kuşku hermenötiğimizde dengeden çok kuşkuyla bu aşamada sıkışıp kalırsak bizi, hoş olmasına rağmen elverişsiz diyalektik bir anlayış olan eleştiri öncesi aşamaya çeken tehlikeye ve zeki, ironik umutsuzluğa açığızdır. Şayet üçüncü aşamaya geçersek ikinci bir saflığa dâhil oluruz; bu, ikinci bir tefekkür düzeni, yaşamın metaforik anlamına dair güçlü bir duyarlılık ve tehlikeler, sürprizler getirebilecek eksiklikle yüzleşme yeteneğidir. Bizler yazarlar, tarihçiler, sosyologlar, öğretmenler, Sivil Toplum Örgütü Çalışanları, ara bulma elemanları olarak burada etkin olmalıyız -ayrıca dürüst ve adilce yazmak hayati önemde olan bir erdemli itaatsizlik eylemidir. Ricoeur’ün Cezayir savaşını kınarken kelimenin tam anlamıyla etkin olduğunu, kendisinin silah ve hatta Cezayirli savaşçıları sakladığına inanan polis tarafından kısa süreliğine göz altına alındığını hatırlamalıyız. O, İsrail’in Filistin işgaliyle de oldukça ilgiliydi.
Ricoeur tanıklık etme, kendi faaliyetini kanıtlama ve dolayısıyla bağışlamanın zor olsa da mümkün olduğuna dair inancını uygulama şeklindeki etik arzusuna dayanan gayet kullanışlı bir hafıza, tarih ve unutuş modeli sunar. Gelgelelim onun bazı “kör noktaları” vardır; kadınlarla ilgili sorunların ve kadınların dışlanma asırlarını unutma arzularının felsefe üzerinden ele alınabileceğini görmede başarısız olmuştur (Henriques ve Halsema’nın editörlüğünü yaptığı Feminist explorations kitabı için yazdığım bölümde gösterdiğim gibi). Yine Ricoeur’ün, kendimizi sık sık, hoşlanmama ve korkuyu bizde mukim olduklarını idrak etmeksizin olumsuzlamak suretiyle tanımladığımızı açıkça gösteren eserini, olumsuzlama hakkındaki bu eseri yarım bırakmasına da hayıflanıyorum. 2013 tarihli kitabımda kamuoyunun dikkatini bu esere çekmiştim ve eserin, yanılabilir ama yine de güçlü olduğumuzu ve yanılabilirliğimizin gücümüze katkı sağlayacağını, ayrıca bağışlamanın aşırı zor olsa da mümkün olduğunu ve adaletsizliklere deva olma şeklindeki daha ileri eyleme yol açması gerektiğini hatırlamamıza yardımcı olacağını umuyorum. Eğer gerçekten zorunluysa bu, erdemli itaatsizlik biçimini almak zorundadır; suç eylemleri meşru ama devletin nefret ettiği şeylerdir.
Sonuç olarak Ricoeur hafıza, tarih, unutuş ve bağışlama hakkındaki eserinde bizden ne anımsamanın ne de unutmanın mutlak olduğunu kabul etmemizi ister; hatırlama bir armağan biçimi olan, Maus’un eserini teşvik eden unutkanlıktan yükselir -böylesi bir unutma armağanı karşılıklı değildir, o asimetrik ve irrasyonel olmasına rağmen zorunludur. Ricoeur başkaları tarafından yaratılmış tarihleri kabul ederken ihtiyatlı olmayı savunur ve tanıklığa yönelik saygılı ama kuşkulu bir yaklaşımı ısrarla tavsiye eder ki böylece dramatik tarihsel anlatıların heyecan verici gücüne kapılıp gitmeyelim. O, delili bir üçgen hâline getirme biçimini kullanmamız gerektiğini salık verir; tanıklık, belgeler ve yazılı tarihler. Bu mutlak olarak zorunludur, ayrıca kişisel olarak ben de bunun, her birimizin bir hikâye taşıdığına ve bu hikâyenin, deneyimleme yolumuzu delilden bile daha önce belirlediğine dair kişisel anlayış üzerine daha çok vurgu için yer açmada hayati önemde olduğuna inanıyorum. Bu, Ricoeur’ün orta dönem parlak eserini, Başkası Olarak Kendisi’ni akla getirir; o bu kitapta kendimizi, başkalarına yansıttığımız şekliyle başkalarına dair anlayışımız üzerinden nasıl deneyimlediğimizi yadsınamayacak şekilde göstermişti. Böylesi garip bir insani işleyiş bizleri farklı bakış açılarıyla, farklı kalkış noktalarıyla ve bağışlama, hatta farklılıkları unutma şeklindeki zorlu, genellikle çözülemez meselelerle temasa sokar.
Bu hoşgörüsüz çağda birçokları için farklılık yaşamın bütünleyici parçası olmasına rağmen bağışlanamazdır. Ricoeur artık burada değil, dolayısıyla sağ popülizmin yükselişine tanıklık edemez ancak o, monolog tarzıyla ve dışlayıcı retoriğindeki aşırılığıyla şiddet dili fenomenini anlamıştı; zayıflıklarıyla ötekileri bağışlamamız gerektiği onun eserinden açıkça ortadadır. Ancak her şeye rağmen böyle bir bağışlamanın bizi suç ortaklığına itebileceğini asla unutmamalı, birlikte yaşamaya dair daha iyi bir yaklaşımda ısrar etmeli ve erdemli itaatsizliği uygulamanın mümkün olduğu her yeri güçlendirmek için doğru söylemeyi hatırlamalıyız. Ricoeur’ün zihnimizin kafesindeki hatıraları kuşlara benzettiği imgesi çağrışımcıdır ama yetersizdir; şu zorlu zamanlarda kendi ortak geleceğimizi hayal etmeli ve bunu gerçekleştirmeliyiz. Yeni anlatılar geliştirmek için “başka türlü anlatmayı öğrenmek” zorundayız.
*Prof. Dr., Londra Üniversitesi, Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu