ERİNNERUNGSKULTUR’U UNUTMAK YA DA: İÇSELLEŞTİRİLMEMİŞ KİMLİK
Yazar: Hans-Georg Moeller
“Hatır” (mind) ile olan etimolojik bağları sebebiyle, İngilizcedeki “hatırlama” (remembrance) ve “anımsama” (reminiscence) kelimeleri, hafızayı “bir şeyi hatıra geri getirmek” olarak tarif eder. Aynı anlam, elbette, yaygın olarak kullanılan Almanca Erinnerung kelimesiyle de ilişkilidir. Fakat kelimenin Almanca etimolojisi ve dolayısıyla çağrıştırdıkları İngilizcedekinden dikkate değer biçimde farklıdır. “Re-” önekinden farklı olarak “er-” öneki bir “geriye getirme” eyleminden çok amaca yönelik bir süreç veya yoğunlaşmayı ifade eder. Bunun da ötesinde “innerung” salt düşünsel bir eylemden ziyade derinlere inen kuşatıcı bir içselleştirmeyi ima eder. Erinnerung bir şeyi tekrardan düşünmek değil de (bilhassa Tinin Fenomenolojisi isimli eserinde Hegel için geçerli olduğu üzere) kelimesi kelimesine söyleyecek olursak dışarıda olan bir şeyi içe almak, nesnel olanı aynı zamanda öznelleştirmek ve böylelikle kendinin kılıp sahip olmak anlamlarına gelir. Fakat burada sahip olduğun tarafından sahip olunmak tehlikesi yok mudur?
Almanya’nın yeniden birleşme sonrası sivil dininin temel yapı taşı hâline gelen Erinnerungskultur’dan, veya bir diğer ifadeyle anımsama kültüründen bahsederken Erinnerung’un içselleştirme yönünün merkezîliğinin fark edilmesi gerekir. Erinnerungskultur’un işlevi sadece geçmişin bilgisini muhafaza etmek değildir; bunun yerine, ulusun ve vatandaşların içselleştirmesi için anımsama kültürünü yoğunlaştırmayı ve böylece ortak bir kimliğe dönüştürmeyi amaçlamaktadır.
Bu itibarla, ortak bir kimliği destekleyecek veya onu meydana getirecek anma ritüellerinin kullanılması ne yenidir ne de nadirattandır. Küçük olsun büyük olsun, antik olsun modern olsun, Doğulu olsun Batılı olsun bu ritüellerin birçok toplumda müştereken uygulandığına şahit oluruz. Çağdaş Alman Erinnerungskultur’unu en çarpıcı bir biçimde sembolize eden, 2005 yılında Berlin’in merkezinde açılan devasa Holokost Anıtı ise en azından iki sebepten özel bir durumdur. İlk olarak, tamamen istisnai olarak kabul edilen -ki bu öylesine bir istisnailiktir ki günümüz Almanya’sı kendi kimliğini bu dönemin devamı olarak değil de karşıtı olarak tarif eder- ve adına Üçüncü Reich denilen, nispeten kısa ve yakın bir döneme odaklanır. İkinci olarak, anımsamanın ana nesnesi -yani Holokost- ne ulusun büyüklüğünün kahramanca bir ifadesi ne de dayanılması ve direnilmesi gereken trajik bir zorluk veya adaletsizliktir. Tersine, anımsanan, boyutlarının ölçülmesi neredeyse imkânsız olan iğrenç bir cinayettir.
Paradoksal olarak, bu durumda kimlik oluşumu görkem ve zafer ya da sonuna kadar direniş anısı yoluyla özgüven yaratmaya değil de, tiksindiren utancı kabul etmeye ve en büyük suçu itiraf etmeye dayanır. Bu kabul edilemez utancı kabullenme ve kaldırılamaz suçu itiraf etme eylemi, o hâlde, oldukça dâhiyane bir biçimde ve şaşırtıcı bir başarıyla, kahramanlık sonrası ihtişam biçimine dönüştürülür. Suçluluk ve utanç gurura dönüşür, ya da, daha doğru bir ifadeyle, şimdiye kadar işlenen en büyük günahı hatırlama ve böylece sorumluluğu üstlenme gücüne sahip olduğu için etik bir istisnailik iddia eden ahlaki bir gurur hâline dönüştürülür: Biz Almanlar kimsenin hatırlamaya cesaret edemeyeceği bir şeyi hatırlamaya cesaret ettiğimiz için, kimsenin kendini suçlamaya cesaret edemeyeceği şeyle kendimizi suçladığımız için, bütün insanlara ahlak timsali vazifesi görmeli ve dünya ahlak şampiyonu ödülüne layık olmalıyız.
Utanç ve günahın ezberlenmesi ve içselleştirilmesi yoluyla “sapkın” [“perverted”] (kelimenin tam anlamıyla “tersine çevirmek” veya “geriye doğru çevirmek” veya “etrafında dönmek” anlamına gelir) bir gurur üretiminin kökenleri Hristiyan veya daha doğrusu, Alman teolojisi ve felsefesinin Protestan mirasında bulunabilir. Fakat bunun ulusal bir kimlik oluşturmak için sivil bir Erinnerungskultur’un dinî formunda seküler uygulaması eşi benzeri görülmemiş bir durum gibi gözükmektedir. Erinnerungskultur, bir yandan, çok seçici ve dolayısıyla sembolik bir hatırayı -ki bu hatıra ulusal gurur ve ahlaki istisna duyguları için meşruiyet sağlayan bir hatıradır- başarıyla zorunlu kılmak suretiyle kolektif bir kimlik üretme yöntemiyle işler. Öte yandan ise, zafer veya direniş temelli kimlik oluşumlarından farklı olarak; şaşırtıcı bir şekilde, benzersiz bir hatırlama tekniği olan cinayeti ve suçluluğu hatırlama tekniğiyle ahlaken yüksek bir zemine ulaşmayı ve gurur üretmeyi başarır.
Tıpkı hafızanın her zaman aldatıcı olduğundan şüphelenilmesi gibi, ister şana ister utanmaya odaklansın, “ulus” da şüpheli ve kırılgan bir kurgudur. Ve bir ulusun ortak bir hafızayla kendi varlığını kendisine kanıtlama ihtiyacı bu şüphe ve kırılganlığın altını çizer. Toplum kuramcısı Niklas Luhmann’ı (1927-1998) takip ederek söyleyecek olursak, toplumsal hafızayı, geçmişe dair mümkün olduğu kadar fazla bilginin toplanıp saklanabileceği bir depo olarak anlamamak gerekir. Toplumsal hafıza, hatırlananı hatırlanmayandan -ya da unutulandan- ayırma temelinde işler. Bu şekilde çalışan hafıza tanımı gereği seçicidir ve tamlık, temsil edicilik veya nesnellik anlamında “doğru” olamaz. Şu da önemlidir ki, toplumsal (ve kişisel) hafızanın seçiciliği, geçmişteki değil, şimdideki amaçlar uğruna gerçekleşir. Mesela siyasi sistem siyasi bir biçimde hatırlar, ancak böyle hatırlayabilir ve bu hatırlama da bir şekilde kendisi için bugünde faydalıysa vardır. Neyin hatırlandığı ve nasıl hatırlandığı mevcut durumlara bağlıdır. Benzer şekilde ulusal kimlik kurgusu da, genelde olduğu gibi, ulusal hafızaya bağlandığında bir ulusun geçmişinin tamamının (ki bu imkânsızdır) nesnel veya bütüncül bir resmini sunma girişimden ziyade mevcut toplumsal sebeplerle yapılmış tercihlere dayanır. Bu sebeple, paradoksal olarak hafıza-temelli kimlik nesnel olarak geçmişin önceden belirlediği bir şey değildir ve olamaz da, aksine bu hafıza-temelli kimlik şimdideki ayrımın bir sonucudur. Unutmanın olduğu kadar hatırlamanın da bir sonucudur ve “her daim” bizim içimizde (bireyler veya “uluslar” olarak) değildir. Tevarüs edilmemiştir ancak toplumdaki belirli “kültürlerin” uygulamasından kaynaklanır.
Yani: Almanca Erinnerung kelimesi hafızanın ne olduğunu İngilizce “remembrance” kelimesinden daha doğru ifade eder. Hatırlama, geçmişi zihinsel olarak şimdiye getirme süreci değildir, daha ziyade, bireysel ya da ulusal bazda kendimizle alakalı olarak duymaktan hoşlandığımız bir “biz” hikâyesi ile kişisel olarak özdeşleşmek ve bunu içselleştirmektir. Böylesi bir hikâye genellikle bizi gururlandırır, değerlerimizin doğru olduğuna dair kati kanımızı destekler ve bunu başkalarıyla paylaşma şevkiyle doldurur. Başkalarına da yansıtılabilecek bir kimlik profili ya markası şekillendirmeye ve düzenleyebilmeye yarayan bir çerçeve sağlar.
Erinnerungskultur’un içselleştirilmesi birleşme sonrası Almanya’sının kendini dünyanın yeni ahlaki gücü olarak pazarlamasına/markalaştırmasına imkân sağlamıştır. Bu, yalnızca yıkıcı Üçüncü Reich’in bir sonucu olarak Alman kimlik değerinin toptan çöküşü nedeniyle değil, aynı zamanda her iki savaş sonrası Almanya’nın da kendisini “Anti-” ya da “Post-” Faşist olarak tanımlama girişimlerinin sınırlı başarısı sebebiyle mecburiydi. Yeniden pazarlama/markalaştırma süreci devam etmekte ve Alman profiline sürekli bir dikkat gösterme ihtiyacını üretmektedir.
Alman Erinnerungskultur’un önemli etkilerinden biri son dönemki göç politikasıydı. Almanya, Nazi döneminde görülen Fremdenfeindlichkeit’ın (yabancı düşmanlığı) aşıldığını dünyaya ve kendine kanıtlamak için, bilhassa savaştan ve kıtlıktan kaçan Orta Doğulu ve Afrikalı göçmen ve mültecileri davet ederek Wilkommenskultur (hoş karşılama kültürü) denilen yeni bir Kultur (kültür) geliştirmiştir. Peş peşe gelen göç dalgalarını takiben, çeşitli toplumsal ve siyasal çatışmalarının yanında, Almanya’nın çok etnik yapılı bir ülke olduğu daha şimdi fark edilmeye başlandı, ki aslında bu Türkiye ve diğer birçok Akdeniz ülkesinden gelen geniş ölçekli göçler göz önüne alındığında en azından 1960’lardan bu yana fiilî bir durumdu. Çok kültürlü bir Almanya, elbette ki, yeni ulusal markanın gerçekten hoş bir teyidiydi fakat aynı zamanda Erinnerungskultur’un temeline yönelik bir sıkıntı da oluşturdu.
Alman Erinnerungskultur Holokost’la özdeşleşmeyi gerektirir. 1945 sonrasında doğmuş, bugün çoğu Alman’ın olduğu gibi, herhangi birisinden bu büyük cürümden kişisel olarak suçluluk hissetmesi varsayılmamasına rağmen, Erinnerungskultur utancı içselleştirmeyi ve “tarihsel sorumluluk” üstlenme ödevini ima eder. Fakat bu “göçmen arka planlı” (mit Migrationshintergrund) yeni kabul edilmiş Almanlardan nasıl beklenebilir? Onlardan da Holokost’u içselleştirmeleri ve tarihsel sorumluluk üstlenip kişisel ve ulusal bir kimlik geliştirmeleri talep edilebilir mi? Mesela, doğduğu ülke ve soyu bakımından Holokost ile hiçbir bağı olmayan, Türk kökenli “misafir işçilere“ (Gastarbeiter) ne diyeceğiz? Ya da Hitler’in Blitzkrieg’inin (Yıldırım Savaşı’nın) ilk kurbanı olan Polonya’dan gelen göçmenler hakkında ne söyleyeceğiz? Ya da terör veya zulümden kaçan Suriyeli mülteciler hakkında?
İlginçtir ki, tam da bu çıkmaz Erinnerungskultur’un karşısında duran en büyük zorluk olarak durmaktadır. Hafıza kuramcısı ve ahlakçı olarak akademik kariyerini savaş sonrası Almanya’da yapan Aleida Assmann, Almanya’ya gelen göçmenleri “Holokost kurbanlarının hikâyeleriyle ilgilenmeleri ve onlarla özdeşlik kurmaları” gerektiğini öne sürer. Soykırım kurbanı olarak kişisel bir özdeşlik kurmaya alternatif olarak Aleida Assmann, Ermenilerin kıyımını inkâr eden babasını eleştiren Türk kökenli bir öğrencinin hikâyesini anlatır. Sonuç olarak Assmann’a göre göçmenlerin Alman Erinnerungskultur’a entegre olmaları için önlerinde iki seçenek vardır: ya vekâleten Holokost kurbanlarıyla özdeşleşecekler ya da müntesibi oldukları ulus veya kültürün tarihinde vuku bulmuş bir kıyımı Holokost ile yer değiştirerek tarihsel bir sorumluluk üstlenmek zorundadırlar. Erinnerungskultur mantığı garip bir şekilde ulusalcı ve etnisite temellidir: Etnik olarak Alman olmasan bile kendi etnisitenin hafızasından türeteceğin bir Erinnerungskultur ikamesiyle bir Alman kimliği inşa etmek zorundasındır. Ya, Assmann’ın yorumundan çıkarıldığı gibi etnik Alman ve Türk olarak, mücrimin rolünü içselleştirmen gerekmektedir ya da kurbanın (mesela etnik Kürt veya Suriyelilerin durumunda olduğu gibi). Hangi etnik kökenden olursan ol gerçek Alman olabilmek için bir Holokost’ta özdeşleşebileceğin bir rol bulmak zorundasındır.
Tıpkı diğer ulusalcılıklar ve etnik-merkezciliklerde olduğu gibi, Alman Erinnerungskultur’u da kişinin doğuştan tevarüs ettiği varsayılan toplumsal hafızayla, ki bu hafıza oldukça seçici ve siyaseten yüklüdür, kişisel bir özdeşleşim kurmayı gerektirir. Etnik olarak Alman’san kendini Holokost aracılığıyla, başka bir kökene mensup Alman’san o zaman da kendini Holokost ile ya da “senin” halkına ait alternatif bir kıyımla ilintili olarak tanımlaman gerekir. Erinnerungskultur’un vurguladığı, geçmiş hadiselerin farkında olmak değildir; daha çok ulusal bir hikâyenin ve kişinin bu hikâyedeki rolünün mecburen içselleştirilmesi vasıtasıyla kolektif kimliğin zorla kabul ettirilmesidir.
Ben, bilhassa, “Alman” olarak tanımlanmaktan asla hoşnut olmadım ve hayatımı başka bir yerde yaşamış olmaktan fevkalade memnunum. Böylesi ulusal özdeşleştirmelere direnmemin sebebi Holokost’u unutmak istediğimden değil, yalnızca ve yalnızca -kendim de dâhil olmak üzere- kimsenin etnik veya ulusal hafıza olarak adlandırılan bir şey tarafından programlandırılmasını kabul etmememden ileri gelmektedir. Ulusallık ve etnisite, şüpheli ve kırılgan kavramlardır ve bunların geçiciliğine dair sarsılmaz inanç -özellikle de tarihsel bir mücrim-kurban ayrımı uyarınca içselleştirilmişse- sık sık toplumsal çatışma ve psikolojik hasarlara sebep olmaktadır. En iyi senaryoda bile böylesi kimliklerin esneklik göstermez bir biçimde içselleştirilmesi katılık ve kaygıya (Almanlara hiç de yabancı değildir bunlar) yol açmakta; en kötü senaryoda ise nefret ve şiddet kısır döngüye sebep olmaktadır.
Ahlakın Soykütüğü’nde Nietzsche hazımsızlık çeken birinin psikopatolojik mukabili olarak unutmayı beceremeyen bir insanı tarif eder. Tekrar, bu bağlamda da, “unutmak” bir şeyi artık bilmemek değildir, tıbbi metaforun da ima ettiği üzere “erinnern” etmemek yani bir şeyi içselleştirmemek anlamındadır. Nietzsche unutmanın mani olacağı varsayılan şeyi açıklamak için Einverseelung kelimesini yani “ruhuna/ruhunun içine katmak” kelimesini türetir. Bir şeyi unutmak, esnek ve rahat olabilmek, mutlu ve coşkulu olabilme kabiliyetini sürdürebilmek için bir şeyi iyice hazmetmek veya kendi kendini ondan uzak tutabilmek ya da onunla özdeşleşmemektir.
İlk Taocu metinlerinden Zhuanghzi’de hayatta huzurlu olabilmek için unutmanın önemi sık sık vurgulanır: Ayakkabı rahatsa bize ayağımızı unutturur der iyi bilinen bir pasaj. Unutmanın övülmesi doğaçlama yapabilme ya da duruma göre hareket etme marifetiyle mükemmellik kazanmak ya da eylediği şeyle “mistik” bir birliğe ulaşmak olarak düşünülmüştür. Fakat bu yorum Taocuların kastettiğini sınırlı bir şekilde anlamaktır, çünkü aynı pasajda açık bir şekilde ifade edildiği üzere huzurluyken unutulan şey “neyin doğru olduğu ve neyin doğru olmadığıdır”. Zihinsel ve toplumsal huzursuzluklar genelde kişinin ne olması ya da ne olmaması gerektiğine yönelik dışarıdan gelen keskin taleplerin içselleştirilmesiyle ortaya çıkar. Kişinin “Alman”, “Kürt” ya da “Türk” olarak ne olduklarını ya da ne olmadıklarını tanımlayan ulusal veya etnik kimlikler, insanlara ancak dışarıdan Erinnerungskultur veya diğer ulusal ve etnik “hafıza” veya “kültür” aracılığıyla empoze edilir. Kişinin kimlik deneyimine, tıpkı çok dar olduğu için ayakları sıkan ayakkabı gibi, baskı uygular. Her hâlükârda böylesi acı veren ve dışarıdan yüklenen kimlikleri unutmak en iyisidir. Bir kez bunları unutunca rahatlamış hissedebilir ve başkalarıyla daha üretken ve eğlenceli bir şekilde ilişki kurabiliriz.
*Prof. Dr., Çin Macou Üniversitesi, Felsefe ve Dinî Çalışmalar Programı