MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLERİN GÖZÜYLE BİLGELİĞİN COĞRAFİ HAFIZASI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Harun Kuşlu

    “Düşünce” yahut belirli bir anlamıyla “düşünme olgusu” sadece sınırlı bir coğrafyada mı kendini göstermiştir? Yalnızca belli bir toplumdaki insanlar mı bilgelik arayışı içinde olmuştur? Düşüncenin karakteri muayyen bir düşünüş tarzına hapsedilip tarihi de bir dönem boyunca Batı-merkezli kaygılarla ele alındığı için bilgeliğin neşvünema buluşu belirli bir coğrafya ile sınırlı tutulmuş, böylece insanlığın ortak yöneliminin neticesi olan hikemî birikim “Yunan dehası” olarak adlandırılmıştır. Oysa “bilgelik” Yunan dışı toplumlarda da bir ideal şeklinde insani arayışın konusu olagelmiştir. Bu duruma uygun bir tavır olarak Müslüman düşünürler “el-hikmet”i kendilerinin yitik sermayesi, ancak ademoğlunun müşterek kazanımı olarak görmüş ve kaynağının beşer üstü oluşuna dayanarak onu “ezelî hikmet” şeklinde adlandırmışlardır (bkz. İbn Miskeveyh, el-Hikmetü’l-Hâlide). 

    Bu tavrı çağdaş İslami düşüncede gelenekselci akım üstlenmiş ve devam ettirmiştir. Hatta onların anlatısına göre bu fikrin Batı düşünce tarihinde önemli mümessilleri bulunmaktadır. Örneğin Ficino (1433-1499) kutsal felsefe (philosophia priscorum) tabirini ilk kez ele alırken “Gerçek felsefenin (vera philosophia) söz konusu kutsal hikmetin mirasçısı olan Eflatun’la başladığını ve bu felsefenin gerçek dinle aynı şey olduğunu” ifade eder (Kutluer). Bu nedenle Eflatun “Yunanca konuşan Mûsâ’dan başkası değildir.” Bu düşünce çeşitli filozoflarca geliştirilip içeriğine Kur’ân-ı Kerîm dâhil edilerek ezelî hikmet (philosphi perennis) hâlini alır.

    Çağdaş İslami düşüncede gelenekselciliğin temsil ettiği ezelî hikmet öğretisinin kökenlerini ayrıntılı bir anlatısıyla klasik dönem Müslüman düşünürlerin eserlerinde bulmak mümkündür. Onlar kendilerinden önceki kültürel havza ve coğrafyaların hikemî birikimlerine karşı oldukça uyanık ve talepkâr olmuşlardır. Bu nedenle onların kaleme aldığı çeşitli tabakât eserlerinde “kadim bilgelik” anlatısına sıkça rastlamak mümkündür. Müslüman mütefekkirler hikmetin birikimsellik, tarihsellik, müştereklik ve nebevilik gibi yönlerini vurgulamış ve onu bu karakterleriyle dikkate almışlardır.  Buna göre bilgi ve bilgelik insanlığın ortak birikimi ve bu anlamda tarih içinde sürdürülegelen, ancak kökenini ilk insanda bulan bir olgudur. Bu yönüyle Hz. Âdem ilk bilge, ilk hakimdir. Demek bilgelik nebevi menşelidir ve esas kaynağı ilahîdir (Kutluer, 30-35). Tam da bu sebeple hikemî gelenek insanın yalnızca tarihsel tecrübesinden kaynaklı ve sırf oradan beslenen bir gelenek değildir.

    Müslüman filozoflar Greklerden miras aldıkları, “fîlo-sofos/felsefe” olarak bilinen bilgelik biçiminin bile “çeşitli dönemlerde çeşitli coğrafi hafızalarda dolaştığı” anlatısına sahiptir. Elbette İslam düşüncesinin seyri içinde “bilgelik ve hikmet”in “felsefe”den geniş bir düşünüşe işaret ettiği, çünkü ondan farklı biçimlerde imâl-i fikirde bulunma yollarına sahip olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Yine de Grek düşüncesi tarzında bilgelik örnekliği oluşturan Fârâbî (ö. 950) bu tarz bilgeliğin kendi dünyasındaki terimsel karşılığı olan “el-felsefe”nin anlamına dair şunları aktarır: “Felsefe kelimesi Yunanca kökenli, Arapçaya intikal etmiş bir kelimedir… anlamı bilgeliğe (el-hikme) yönelmek ve onu sevmektir. Feylesûf da felsefe kelimesinden türemiştir. Yunan dilinde söylenişi fîlûsûfustur. ‘Fîlûsûfus’un anlamı Arapça ifadesiyle bilgeliği sevendir (mûsir li’l-hikme). Bu ise bilgeliği hayatın amacı ve ömrün gayesi hâline getirmektir” (Useybia, 604). Yunan düşüncesinden miras alınan bilgelik biçimini bu şekilde tarif eden Fârâbî, tarihî ve coğrafi hafızasına dair anlatısıyla bilgeliğin yatay boyuttaki dolaşımını aktardığı gibi, niteliksel olarak giderek evrildiği görüşüyle de Yunan bilgeliğinin dikey gelişim safhalarını okuyucusuna sunar.

    Bilgeliğin coğrafi ve kültürel havzalarda nasıl sahiplenildiğini anlatan filozof bunu büyük ve küçük ölçekli olmak üzere iki ayrı biçimde yapmaktadır. Fârâbî, Tahsîlü’s-Saâde adlı eserinde hikmetin geniş coğrafi dolaşımı hakkında şunları ifade eder: “Rivayete göre bu ilim, önce, Irak ehlinden Keldânîlerde ortaya çıkmış sonradan Mısır’a, oradan Yunanlara, onlardan da Süryanilere geçmiş ve sonra Araplara intikal etmiştir. Felsefenin içerdiği her konu Yunancada, sonra Süryanicede ve nihayet Arapçada dile getirilmiştir… Yunanlar bu ilme ‘gerçek ve en yüce bilgelik (el-hikme)’ adını verirlerdi ve bu bilgeliğin bütün faziletleri bilkuvve ihtiva ettiğini düşünürlerdi” (Fârâbî, Tahsîl, 38; Mutluluğu Kazanma, 54). Fârâbî’nin vizyonuyla bakıldığında Keldânîlerden Mısır’a, sonra Yunanlardan Süryanilere ve nihayet İslam kültür havzasına intikal eden bilgelik aslında kendi vatanına rücu etmiş olmaktadır.

    Bilgeliğin yeryüzündeki dolaşımına dair bu vizyonu Fârâbî’den başka yazarlarda da görmek mümkündür. Örneğin Kadı Sâid el-Endelüsî “hikmetin” İslam dünyasına intikalinde önemli rol oynayan kültür havzaları olarak Fârisîler, Keldânîler (Süryani-Babil), Grekler ve Kıptiler (Mısır-Sudan Habeş) gibi köklü ulus ve coğrafyaları saymaktadır. Bu anlatıyı ortaya koyduğu Tabakatü’l-ümem adlı eserinin başlığında geçen “ümem (ümmetler, toplumlar)” de hikmetin tarih boyunca temsilciliğini yapan çeşitli toplumları ve kültür havzalarını ifade eder. İşte bu anlatısıyla yazar bilgeliğin uluslar, kültürel havzalar ve coğrafi merkezler arası durumunu ifade etmektedir. Bu yönüyle bilgi ve bilgeliğin coğrafi merkezinin tarih boyunca yer değiştirdiğini görebiliyoruz. Bu öğretide bilgeliğin taşıyıcısı olan büyük isimler de nebevi gelenekle ilişkilendirilerek anlatılmaktadır. Örneğin Empedokles bilgeliği Şam’da Hz. Dâvûd’dan öğrenip Yunan coğrafyasında öğretmiştir, yahut Pisagor Mısır’da Dâvûd (a.s.) ashabından öğrenmiştir. Nihayet mişkâtü’n-nübüvve’den yani peygamberliğin ve peygamberlerin nur kaynağından feyiz alan filozof Sokrates Yunan coğrafyasındaki pagan inanca karşı bilgece mücadele vermiştir (Kutluer, 35). Ondan sonra da hikmetin seyri yer yer mecrasından uzaklaşmış olmakla birlikte nebevi kaynağına yakın sürmüştür. Nitekim bilgeliğin tarihi açısından İslam’ın rolü de bu nebevi/ilahî hikmet geleneğini ihya etmekte yer bulmaktadır. Bütün bunları dikkate aldığımızda bilgeliğin coğrafi hafızasını oluşturan merkezlere kadim Şam’ın da eklendiğini görürüz ki Fârâbî kendi çağında aynı coğrafi merkezde bilgeliğin başka bir kültür içindeki mümessili olarak yer almaktadır.

    “Hâlidî hikmet (kadim bilgelik)” tabirini eserinin başlığına taşımış bir yazar olarak İbn Miskeveyh söz konusu eserde çeşitli kültür havzaları ve coğrafyalarında tezahür etmiş hâliyle insanlığın büyük hafızasında dolaşımı görülen ezelî bir aklın ve ezelî hikmetin varlığına vurgu yapmaktadır. Kendini çağlar boyu çeşitli havzalarda gösteren bu bilgelik, tarih ötesi bir hakikati temsil etmektedir. Burada yazar Fars, Hind ve İslam hikemiyâtından gelen sözlere Cahiliye şiiri, sufi sözleri ve nihayet Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerini dâhil eder (Kutluer, 38). Eserde İran’dan Enûşirvan, Yunan geleneğinden Sokrat ve Eflatun, İslam geleneğinden Hasan-ı Basrî ve Fârâbî gibi isimler kadim bilgeliğin temsilcileri olarak zikredilir. Bu yönüyle ezelî bilgelik hem kültürler-arası hem kültürler ötesidir. Yani tezahür ettiği kültürel havza ve coğrafyalara göre tezahürü değişse de özde aynıdır.

    Bu bakış açısı bilgeliğin Müslüman’ın yitik malı olduğunu ve nerede bulunursa alınması gerektiğini gösterir mahiyettedir. Müslümanların bu tutumu İslam dünyasında ilim ve hikmetin çiçeklenmesinin en önemli motivasyonlarından biri olmuştur. Nitekim onlar hikmete ve dine vatan olmuş kendi coğrafyalarındaki kadim mirası ihya etme duygusu içinde hareket ettiler. İslam düşüncesinde din-felsefe münasebeti konusunda oldukça ciddi mesai harcamış olan Âmirî, bilgeliğin coğrafi hafızasına değinirken onun kaynağının nübüvvet olduğunu vurgular ve bilgelik tarihini nübüvvetin tarihiyle irtibatlı olarak ele alır. Ona göre bilgelikle vasıflanan ilk kişi Şam’da yaşamış olan Hz. Lokman’dır. Ayrıca Şam Yunan beldeleriyle komşu olduğu için nebevi gelenekle Yunan bilgeliği arasında köprü olmuştur. Nitekim Empedokles hikmeti buradan almıştır. Yunan geleneğinin gözde isimleri olan Sokrat, Eflatun ve talebesi Aristo gibi isimler Empedokles’e yahut Hz. Süleyman’ın öğretilerinden Pisagor’a ulaşan bilgeliğin kendilerinde birleştiği isimlerdir. Şu hâlde çeşitli kültür ve coğrafyaları dolaşmış olan bilgeliğin ana vatanı çeşitli din ve kültürlere merkez olmuş ve bu gün de İslam kültürünün ev sahipliği yaptığı coğrafyalardır.

    Bu anlatıya göre dinlerin çıkış yeri olan coğrafyaların aynı zamanda felsefelerin çıkış yeri olduğu göz ardı edilmemelidir. Âmirî’nin hocası Ebû Zeyd el-Belhî’nin deyimiyle “Din büyük felsefedir.” (Kutluer 50). Dinlerin coğrafyası hikmetin de coğrafyası olduğuna göre bilgeliğin ana yurdu Babilonya’dır. Hint ve Çin gibi Doğu toplumlarınca doğrudan iktibas edilen bilgelik Grekler tarafından dolaylı olarak iktibas edilmiştir. Şu hâlde merkez üssü daima Irak-İran havzası olmuştur (Kutluer, 33). Bu coğrafyada insanlığın büyük ideali olan bilgelik öğretisinin bayraktarlığını yapan son iki gelenek Sâsânî ve İslam düşünce gelenekleri olmuştur.

    Yukarıda hikmetin hafızası olmuş merkezlere dair geniş anlatısını ele aldığımız Fârâbî bu birikimin Yunan kültür havzasından İslam dünyasına geçiş serüvenini daha ayrıntılı bir hikâye içinde sunmakta ve hususen bilgeliğe ulaşmanın yöntemi olarak mantık disiplini açısından İslam düşüncesinin göz ardı edilemeyecek katkılarını dillendirmektedir:

    “Felsefe Yunan imparatorları döneminde ve Aristoteles’in vefatından sonra kraliçe döneminin sonuna kadar İskenderiye’de meşhur hâle gelmişti. Onun vefatından sonra on üç imparator dönemine kadar felsefe öğretimi (et-ta‘lîm) mevcut hâliyle kaldı. Onların döneminde on iki felsefe üstadı peş peşe geldi. Onlardan biri Andronikos’tu. Söz konusu imparatorların sonuncusu kadındı. Rum imparator onu yenilgiye uğrattı ve yönetimi ele geçirdi. Kütüphaneleri inceleme imkânına erişince orada Aristoteles’in kitaplarını buldu ki bunlar onun kendi döneminde ve Theoprastus zamanında istinsah edilmiş eserlerdi. Filozof ve öğreticilerin Aristo’nun eserlerini takip ettiklerini gördü. Hemen Aristo ve talebeleri zamanında istinsah edilen bu kitapların çoğaltılmasını ve felsefi öğretimin onlarla sürdürülmesini emretti. Andronikos kitapların bu şekilde düzenlenmesini ve … bu hâlde düzenlenmiş olarak eserlerin Rum diyarına götürülmesini bir de İskenderiye’de öğretimin yapıldığı yerde bırakılmasını emretti … Böylece felsefi öğretim Rum ve İskenderiye olmak üzere iki ayrı yerde devam etti.

    Hristiyanlık gelinceye dek durum bu şekilde sürdü. Sonrasında ise Rum diyarından felsefe öğretimi kalktı. Sadece Hristiyan hükümdar duruma el koyuncaya kadar İskenderiye’de öğretim devam etti. Piskoposlar toplandı ve felsefi öğretimin hangi kısmının terk edilmesi ve iptal edilmesi gerektiği hususunda istişare yaptılar. Böylece mantık kitaplarının kipsiz kıyasların sonuna kadar öğretilmesine sonraki kısımlarınsa -Hristiyanlığa zarar verdiğini düşündükleri için- çıkarılmasına karar verdiler. … Felsefi öğretim bu hâliyle bir müddet kaldı. Nihayet İslam gelinceye dek uzun bir zaman öğretimin geriye kalan kısmı gizli kapaklı (mestûr) bırakıldı. Sonra öğretim İskenderiye’den Antakya’ya intikal etti ve tek üstat kalıncaya kadar burada uzun süre devam etti. Bu üstattan iki kişi eğitim aldı ve yanlarına kitapları da alarak Antakya’dan ayrıldılar.  Bunlardan birisi Harranlı diğeri Mervli idi. Mervli olandan iki kişi eğitim aldı. Birisi İbrahim Mervezî diğeri Yuhanna İbn Haylân. … Mervezî Bağdat’a geldi ve ondan Mettâ ders aldı. İşte bu dönemde felsefe eğitimi kipsiz kıyasların sonuna kadar yapılıyordu. Ancak Fârâbî kendisinin Kitabu’l-Burhân’ın sonuna kadar Yuhanna’dan okuduğunu belirtti. Bundan sonra Müslüman muallimlerce kitapların sonraki kısımları da okunmaya başladı ve Fârâbî de bunları okuttu” (İbn Ebî Useybia, Uyûn, 604).

    Bu anlatıda dikkat kesilmemiz gereken birkaç husus bulunmaktadır. Birincisi, felsefi öğretinin zamanla İskenderiye ve Antakya gibi Doğu kültür havzalarında yeşermesidir. Buna göre Yunan kültüründen sonra bilgeliğin coğrafi hafızasını teşkil eden merkezler İskenderiye, Antakya, Harran ve nihayet Bağdat olmuştur. Ancak bu anlatıda dinî kaygılardan ötürü Süryani Hristiyanlar arasındaki mantık öğretiminin bile daraltılmış bir müfredatla sürdürüldüğünü görüyoruz. İkincisi -mantık tarihi bakımından en önemlisi- İskenderiye ve Bağdat dolaşımı sayesinde Yuhannâ İbn Haylân ile Mettâ gibi Süryanilere intikal eden öğretimin Fârâbî eliyle İslam düşüncesinde yeniden genişletilmiş olması. Nitekim Fârâbî kendisini İskenderiye Aristoculuğuna mensup bir filozof olarak görür, ancak mantık eğitimini Süryânî geleneğin daraltılmış müfredat çerçevesinden kurtarmıştır. Böylece mantık tarihinde belki başka geleneklerde kendini göstermemiş olan bilim felsefesi ve formel mantık konularının İslam düşüncesinde ortaya çıkışına vesile olmuştur. Kuşkusuz bu, İslam düşünce geleneğinin mantık tarihine yönelik en önemli katkıları arasındadır. Başta Fârâbî olmak üzere Müslüman düşünürlerin herhangi bir dinî kaygı ve kompleks duymadan kipli kıyaslar ve burhan teorisini alıp İslam düşüncesinin merkezî konularından birisi hâline getirmiş olmaları genel mantık tarihinin seyri bakımından öneme sahip olduğu kadar İslam düşüncesinin karakteri hakkında da ipucu sunmaktadır. Zira burhan teorisi bu geleneğin öteki hikemî geleneklere nazaran göz ardı edilemeyecek bir karakteri olmanın yanında İslam düşünce ekollerinin kendi içindeki seyrini de belirlemiştir. Bu sebeple söz konusu yaklaşımın sadece felsefe değil dinî ilimlerin gelişimine de nasıl katkıda bulunduğunu görmek önemlidir. Ancak herhâlde şunu ifade etmek yanlış olmayacaktır: İslam düşünce tarihi -hiç değilse kelam ve felsefe gibi disiplinler açısından- dinî düşüncenin giderek makul (rasyonel) ve ispat edilebilir (argumentative) bir karaktere dönüşmesinin tarihidir. Bu bakımdan İslam düşüncesi en azından ana akım gelenekleri bakımından akli sınırların olabildiğine kullanıldığı ve geliştirildiği hikemî birikimin hafızası olarak varlığını sürdürmüştür.

    Kaynaklar
    Fârâbî, “Mutluluğu Kazanma”, Fârâbî’nin Üç Eseri, Türkçe çev. Hüseyin Atay, Morpa Kültür Yay., İstanbul: 2003.
    ——–, Tahsîlü’s-Saâde”, Resâilü’l-Fârâbî, Dâiretü’l-Maârifi’l-Osmâniye, Haydarabad: 1345.
    İbn Ebî Useybia, Uyûnu’l-Enbâ fî Tabakâti’l-Etıbbâ, Menşûrâtu Dârı Mektebeti’l-Hayat, Beyrut: 1965.
    İbn Miskeveyh, el-Hikmetü’l-Hâlide, Thk. Abdurrahman Bedevî, Dâru’l-Endelüs, Beyrut: 1983.
    İlhan Kutluer, İslamın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İz Yay., İstanbul: 2013.

    *Dr., Öğretim Görevlisi, Medeniyet Üniversitesi, Felsefe