NİSYAN: İNSANIN DOĞASINA AİT BİR KEMAL
Yazar: Muhammed Bedirhan
Gündelik hayatımızda çok sık rastladığımız ve muhtemelen de pek bir önem atfetmediğimiz bilişsel durumlar arasında yer alan unutmak ve hatırlamak bazı dünya görüşleri açısından anahtar kavram niteliğini haizdir. Nitekim Antik Çağ felsefe dünyasının etkin akımlardan olan Platonculuk ve türevleri ile onlardan bir hayli etkilenmiş görünen Gnostik akımların ontoloji, epistemoloji ve aksiyolojileri unutma ve hatırlama ekseni etrafında döner. Bu akımlar unutkanlığı insanın kâmil doğasından düşüşü neticesinde ortaya çıkan ontolojik bir cehalet durumu olarak kabul ederler ve bu kabule dayanan birtakım ilkeler çerçevesinde bütün dünya görüşlerini teşekkül ettirirler. Buna göre insanın bir şeyi bilmesi o şeyin hakikatini hatırlamasından ibarettir. Günah unutkanlıktan doğan cehaletin neticesidir. İnsan bu dünyadayken hatırlama sonucunda ulaştığı irfan ile kurtuluşa erer. Unutma ve hatırlama eksenli bu dünya görüşleri erken dönem Hristiyanlığın en büyük gailesi olmuştur. Öyle ki, etkisi İslam sonrası döneme kadar bile uzanan yüzyılları bulacak tartışmalara hatta savaşlara kaynaklık edecektir.
Unutma ve hatırlama kavramları ekseninde teşekkül eden dünya görüşlerinin konuya dair tartışmaları İslam dünyasına hemen hemen hiç etki etmemiş görünmektedir. Bu yüzden unutma ve hatırlamanın doğası üzerine konuşmak İslam entelektüel geleneğinin popüler konuları arasında yer almaz. Dolayısıyla unutmanın tıbbi açıdan doğası ya da fıkhi/hukuki açıdan doğurduğu neticeleri enine boyuna incelemiş olsalar da unutmanın ontolojisine dair Müslüman müelliflerin kalem oynatmaktaki isteksizlikleri bunun en bariz kanıtıdır. Bununla birlikte az sayıda müellif unutmanın doğası, sebebi, insanın neden unuttuğu, hafızayı korumanın anlamı ve önemi, insanın unutmasının onun için bir eksiklik sayılıp sayılmayacağı problemlerine eğilmiştir. On yedinci ve on sekizinci asır İslam dünyasının önemli entelektüel isimlerinden kabul edebileceğimiz Abdülganî Nablûsî de bu az sayıda müelliften biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Nablûsî el-Keşf ve’l-beyân fî mâ yete’allaku bi’n-nisyân adını verdiği kısa risalesinde unutmayı ele alır.
Nablûsî bu risaleyi hac dönüşü uğradığı Mısır’da katılığı bir mecliste Çorlulu Ali Paşa’nın insanın unutkanlığının nedeni hakkında kendisine sorduğu soruya binaen Mısır’dan Dımışk’a dönüşünde yazmıştır. Bir mukaddime, beş fasıl ve bir hatimeden oluşan risalede Nablûsî nisyanın/unutmanın sözlük ve terim anlamlarını, nisyanın nedenlerini, nisyan ile bağlantılı kelimelerden olan zuhûl ve gaflet gibi kavramları, nisyanı gidermek için şeri ve tıbbi açıdan tavsiye olunan reçeteleri, nisyanın şeri/dinî açıdan hükümlerini ve nisyanın insanın kemali ile olan ilişkisini inceler.
Risale insanın hâdis ve nâsî, Tanrı’nın kadim ve hafız olmasına ve nisyanın Allah’ın yaratmasının kemalinden kaynaklandığına vurgu ile başlar. Ardından nisyanın lügat ve ıstılah açısından tanımlanmasıyla devam eder. Buna göre nisyanın lügat açısından tanımı nesiye, yensâ mâzî ve muzârî fiillerinin masdarıdır. Unutmak, gafletle bir şeyi terk etmek gibi anlamlar taşımaktadır. Hatırlamanın, hıfzetmenin, yâdın zıddıdır.
Nisyanın ıstılahi tanımında Nablûsî bazı fakih ve din bilginlerinin eserlerine başvurur. İbn Melek, Molla Hüsrev, Mâverdî ve Münâvî ona bu hususta kaynaklık eder. Nablûsî, İbn Melek’in Şerhu’l-Menâr’ından yaptığı nakille nisyanın anlamının bedihiliğine ve uyku ile bayılma sonucu oluşan bilinç yitiminden farkına dikkat çeker. Bu bağlamda nisyan uyku ya da bayılma benzeri zaruri bilinç yitimlerinden farklı olarak kişinin bildiği bir şeye bilmeyi devam etmesine rağmen, bildiği bu şeye bir vakitte zaruri olarak arız olan bilgisizlik durumudur, bu aynı zamanda bir afet yani bir hastalık değildir. Zira bilmeye devam etmesi dolayısıyla uyku ve bayılmadan, hastalık olmaması bakımından ise cünundan ayrışır. Öyle görülmektedir ki, Nablûsî, İbn Melek’ten yaptığı bu nakille nisyanın mahiyetini açıklamayı hedeflemiştir.
Molla Fenârî’nin Mirkātu’l-Usûl isimli eserinden yaptığı nakilde ise Nablûsi nisyan ile bağlantılı görülen sehv ve zuhûl kavramlarının birbirlerinden farkına işaret etmeyi hedefler. Bu çerçevede nisyan akılda hasıl olan bir suretin ’adem-i mülâhazasıdır. İstenen bir vakitte bu suretin tekrar mülahaza edilebilir olması durumunda ortaya çıkan unutkanlık sehv ve zühûl diye adlandırılırken suretin elde edilmesi için tekrar bir çalışma gerektirecek biçimde kaybolması durumu nisyan olarak adlandırılır. Dolayısıyla nisyan, zühûl ve sehve göre geneldir.
Münâvî’nin Feyzu’l-Kadîr isimli el-Câmi’u’-Sağîr şerhinden yaptığı nakilde ise Nablûsî sehv ile nisyan arasındaki farka dikkati çeker. Burada ilginç olan şey Münâvî’nin nisyan ve sehvi zühûlün türleri gibi kabul etmesidir. Buna göre müdrikin idrak gücünün idrak ettiği bir şeyi koruyamayıp o şeyi tekrar elde etmek hususunda yeni sebeplere ihtiyaç duymasında sonuçlanan zuhûl, nisyandır. Müdrikin idrak ettiği şeyi yitirmesinde sonuçlanmayan bilakis en ufak bir ima ve hatırlatmayla tekrar kalbinde o sureti tespit etmesi demek olan zuhûl ise sehvdir.
Nablûsî bu farka işaret eden alıntısının ardından Münâvî’nin Mâverdî’den yaptığı ve nisyanın türlerini ele alan nakle yer verir. Mâverdî nisyanı iki farklı tür olarak kabul eder. İlki mütehayyile gücünün zihnin kendisinden gaflet ettiği şeyi koruyamamasından kaynaklanan nisyandır. İkinci tür nisyan ise tembellik ve boş şeylerle meşgul olmaktan dolayı ortaya çıkan gafletle ilişkilendirilir. Nablûsî nisyan ve sehv arasındaki fark için son olarak İbn Nüceym’den bir alıntı yapar. el-Eşbâh ve’n-Nazâir isimli eserinde İbn Nüceym nisyanı bir şeyin kendisine ihtiyaç duyulduğu zamanda hatırlanmaması şeklinde tanımlamış ve sehv ile nisyan arasındaki fark konusunda ihtilafa dikkat çektikten sonra bu iki kelimeyi müteradif kabul etmiştir.
Nablûsî nisyanın sebeplerini İslâm dünyasının klasik Galen-Hipokrat çizgisinde geliştirilmiş tıp teorisine bağlı olarak ele alır. Bu çerçevede nisyanı bir dimağ/beyin hastalığı sayar. Tabiplerin de nisyanı dimağ ve baş hastalıkları içerisinde saydıklarını söyleyerek görüşünü İbn Sînâ’nın el-Kānûn isimli eserinden unutmayla ilgili bir pasajın nakliyle destekler. Söz konusu pasajda İbn Sînâ nisyanı hatırlama bozukluğu olarak kabul etmektedir. Ayrıca nisyana bir de mekân tesis etmiştir. Buna göre nisyan dimağın gerisinde gerçekleşir. Çünkü o beyne ait fiillerden bir fiildeki eksiklik veya bütün fiilleri geçersiz kılan durumdur. İbn Sînâ, geleneksel Galen tıbbının dört tabiat ve dört unsur bağlamında sağlık ve hastalığı açıklama teorisine sıkı sıkıya bağlı bir biçimde unutmayı da buna uygun şekilde açıklar. Nitekim ona göre unutmanın öncelikli sebebi soğuktur. İbn Sînâ bu konuda Galen’in görüşlerini izlemektedir. Nitekim İbn Sînâ’nın da aktardığı üzere Galen hatırlama bozukluğunun ilk sebebini ya sırf soğuk ya kuruluk tabiatıyla beraber olan veya yaşlık tabiatıyla beraber bulunan soğuk şeklinde tanımlar. Soğukluk ve kuruluk mizaçları bir dimağa arız olduğu takdirde o dimağda duyularla idrak edilen şeylerin suretleri iz bırakmaz veya resmedilmez. Bu nedenle hatırlama da gerçekleşmez.
Öte yandan soğukluk tabiatı yaşlık tabiatıyla birleştiğinde ise bu mizaçtaki dimağa sahip olan kişi her ne kadar dimağında etki bıraksalar ve dimağda resmedilmiş olsalar da geçmişte olup biten şeylerin suretlerini hafızasında saklayamaz. Şimdiki zamanda gerçekleşen şeyleri de hatırında tutamaz. Dolayısıyla nisyan ve hatırlama bozuklukları çoğunlukla soğukluk ve yaşlık tabiatlarından ileri gelen hastalıklardır. Bazen de bunlara beyin tümörleri ve özellikle soğuk kaynaklı olanlar sebep olabilir.
Nablûsî, tıbbi açıdan bir hastalık olarak kabul edilen nisyan için bir de kurtuluş reçetesi sunar. Bu reçeteler iki türdür. İlk türde dinî kaynaklı bir içerik söz konusudur. Zira bu reçete Kur’an’dan okunması gereken bazı ayetler ve sureler, Hz. Peygamber’den mankûl unutmaya karşı tavsiye olunan dua ritüelleri ile veliler ve salih kullarca tecrübe edilmiş birtakım dua ve uygulamalarını içerir. İkinci türden reçetede ise daha ziyade tıp kitaplarında mevcut olan ilaçlara yer verilir. Bu ilaçlar da yukarıda nisyanı ortaya çıkaran sebepler arasında zikrolunan tabiatlara göre bölümlemeler yapılmış ve tedavi buna uygun biçimde verilmiştir. Nablûsî bu hususta yine İbn Sînâ’nın el-Kānûn’una müracaat eder ve burada yer alan ilaç terkiplerine ve hastanın genel olarak nasıl davranması gerektiğine dair bilgileri aktarır.
Nablûsî dinî kaynaklı reçetesini tıp kaynaklı olan reçeteden önce zikretmiştir. Böyle davranmasını da ayetler, hadisler ve salihlere ait dualarla yapılan ilahî-manevi tedavinin tıp kitaplarında önerilen ve maddi sebeplere bağlı olan tedaviden üstün olmasına bağlar. İnsan kendisini öncelikle hastalığa dair dualar, evrâd ve ezkâr gibi manevi-ilahî ilaçlarla tedavi etmeli ardından da tıp kitaplarında bahsi geçen ilaçları kullanmalıdır. Böyle yapması durumunda kişi şeri edebi kâmil mana gözetmiş olur ve başarıya da ulaşır.
Nisyanın tabiatı, sebepleri ve tedavisini açıkladıktan sonra Nablûsî onun dinî-şeri açıdan gerektirdiği hükümleri de inceler. Bu çerçevede nisyanın vücûbu ortadan kaldırmamasına değinir. Yani nisyan dolayısıyla kişi mükellefiyetten kurtulmaz. Bu konuda yine fakihlerin ve din âlimlerinin eserlerine müracaat eder. İbn Melek, Molla Fenârî ve İbn Nüceym’in eserlerinden uzun alıntılar yaparak nisyanın hukuki-şeri açıdan incelemesini yapar.
Nablûsî’nin risalede son olarak değerlendirdiği husus nisyanın insan için bir eksiklik ifade edip etmediğidir. Nablûsî’ye göre nisyan insanın doğasında bulunan bir durumdur. Dolayısıyla peygamberler hatta Peygamberimiz dahi nisyanı tecrübe eder. Nisyanı ekmel-i nâsın dahi tecrübe etmesi nedeniyle nisyan insanın kemaline halel getiren bir durum olarak kabul edilemez. Hz. Âdem kendisine bütün ilahî isimler öğretilmesine rağmen cennette kendisine yasaklanan ağaca yaklaşmış ve İblis’in kendisini bu hususta aldatması da nisyan nedeniyle gerçekleşmiştir. Şeytan Hz. Yûsuf’a da tek gerçek sebebin Allah olduğunu unutturmuş bu yüzden sûrî sebeplerden faydalanma ve yardım isteme yoluna gitmesi ve Rabbini anmayı ve yalnızca Ondan yardım talep etmeyi unutması Onun zindanda kalış süresinin artmasına neden olmuştur. Bu örnekler göstermektedir ki peygamberler nisyandan korunmuş değillerdir. Çünkü nisyan kulluğun kemalindendir. Öte yandan peygamberler tebliğe memur oldukları konularda nisyandan korunmuşlardır. Peygamberlerde nisyanın gerçekleşmesi ve şeytanın bu hususta onlar üzerinde etkide bulunması bir tür iptiladır ve bu hususta insanlar arsında belaya en çok maruz kalanlar peygamberler olmaları dolayısıyla şeytan kaynaklı bu tür sınamalar onların da başına gelmiştir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda nisyan kâmillerde kemalin ortaya çıkışının vesilesi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Zira nisyan insanın yaratılışının sırrına işaret eden bir kemaldir.
* Dr. Öğr. Üyesi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.