TARİH, SİYASET VE HAFIZA: CHARLES PÉGUY’NİN GÜNÜMÜZ İÇİN ÖNEMİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: John Milbank

    Sosyalist Cumhuriyetçi ve yabancılaşmış Katolik şair Charles Péguy, Birinci Dünya Savaşı’nda öldürülmesinden kısa bir süre önce yazdığı Clio II’de Fransız Devrimi’ne dair alışılageldik solcu yaklaşımı sorgular. Bu yaklaşıma göre Fransız Devrimi insan haklarını ele alan aydınlanmış fikirlerin ileriye yürüyüşü sayesinde istismarı alaşağı etmiştir.

    Bu yaklaşımın aksine Péguy’e göre ancien régime [kadim nizam] kendi kendine çökmüştür. Bir zamanların şanlı Hristiyan monarşi ve aristokrasisi hayırsever işlere tamamen sağır değildi, ne de para kültüne kendini tamamen kaptırmıştı, ama baştaki çürüme yüzünden sükût buldu. Buna karşılık, devrim, esasında ne menfi eleştiri ruhundan ne de soyut ideallerin benimsenmesinden doğmuştu. Devrim yeni bir mistik olarak, belirli bir yer ve zamanda, özgün bir karakter kadrosu arasında, kendini en göze çarpar şekilde Bastille baskınında göstermiş, tarifi olmayan yenilikteki bir insan yoldaşlığı hissinden doğmuştu.

    Bu olay en başından itibaren ritüel diliyle kendini ifade etti ve böylece kendi kendisinin anmasına dönüştü, yalnızca bir novum olarak, radikal bir açılış olarak vuku buluyordu çünkü paradoksal, kökensel olarak mükerrer bir karaktere sahipti.

    Péguy’e göre kendi zamanında, erken 20. yüzyılda, devrimci itici güç vaktinden evvel viellissement’dan, yaşlanmadan mustaripti. Öyle ki, Yahudi, Hristiyan ve Cumhuriyetçi mistikler arasında yeni bağlantı kurmuş, Dreyfusçular arasındaki biricik ve özgül ruh, Fransız Cumhuriyetçiliğinin tarihinin son sahici faslını teşkil ediyordu. Gelgelelim, hâlihazırda ilerleme yanılsamasını sahiplenerek, tarifsiz ritüel temellerine ihanet ederek yalnızca bir politique [siyaset] olmak hâline battı. Her yer ve zamanda, her insanın mutlak hak ve haysiyetiyle ve de her daim yenilenecek örgütlenme çağrısıyla münhasıran ilgilenmek yerine, Cumhuriyetçilik her şey ve herkesin, gelecek nesiller için, özünde faydacı bir fedakârlığını salık verir hâle geldi. Bu fedakârlık sonsuza dek ve anlamsız bir surette tekrar edilmeliydi.

    Bu ucube sürecin aracı devlettir. Böylece devlet antik şehirle olan son temasını da bürokratik kayıt, işlem ve insan kaynaklarının araçsalcı örgütlenişi için kaybetmiştir. Laicité artık dinle iktidarın, manevi özgürlüğün büyümesini ziyadeleştirecek bir ayrışması değil, ebedî olanın dogmatik bir surette kamusal reddidir. Bu reddiye, mevcut her şimdiki anla olan doğrudan ilişkisiyle, istikbal ve “ilerleme” üzerine bina edilmiş sivil dini, müşterek amacımızın ve daimî surette terakki edecek nesillerin ümit ettiğimiz kurtuluşunun tek kaynağı kılmak ister.
    Bu yeni kült bir sayısallaştırma ve hesaplama meselesi olduğundan, yeni kutsal aracı paradır ve bu aracılık sayesindedir ki, Péguy’e göre, Batı’nın Hristiyanlık sonrası bir çağa adım attığı sonucuna ulaşılabilir: Artık Batı yaratılış, günah, tecessüd, kefaret, inayet ve ceza gibi nosyonlara isnat etmeksizin idare edebilir. Ontolojik olarak verili olanlar (zamansal kayıp, kazanım, ümitsizlik ve ümit müstesna) artık mahiyetleri itibariyle paraya dairdir. Öyle ki çoğu insan günahkârlarından daha beter bigânelik hâline düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Günahkârlar, en azından, kurtuluşun ve cezalandırılmanın dramasını menfi de olsa kavrarlar.

    Bir de yeni fazilet nişanesi para sisteminin nazırları vardır, yeni papazlar, yani “entelektüeller” – ki onlar doğanın deneysel ve teknolojik anlaşılışının toplumsal ve tarihsel eşdeğerine sahip oldukları iddiasındadır. Üniversitelerde kaim olabilirler, ama en nihayetinde devlete çalışırlar ve devletin idari aygıtınca işe alınabilirler. Özünde iki biçim alırlar: ya toplumsalın a priori kuramcıları (ebedîliğin daimîliğinin yerine, varsayılan toplumsal bir sabite dair tarih dışı yasalara dair fanteziler kuran “sosyologlar”) ya da ampiristlerdir (toplumun zaman içindeki ilerleme ve geriye gidişlerinin izini sürebilmek için tarihsel olay ve devirlerin “külli” ve tamamen hatasız izahını vermek zorunluluğundaki profesyonel tarihçiler).

    Bu yeni laik pozitivist tarihselciliğe karşı Péguy Clio II’deki meşhur yıkıcı eleştirisini sunar. Dört argümandan müteşekkildir bu eleştiri. Bir, modernler değil antikler haklıdır: tarih toplu ileri gidişe meyleden suni teknik bir süreç değildir, organizmaların ve hayvanların zamanı da vardır (ki bu zaman muazzam surette yaratıcıdır ve özgür bir şekilde icat kabiliyetine sahiptir). Medeniyetler de birer kültür olduğundan doğal bir şekilde doğar, kısa bir olgunluk dönemi yaşarlar ve alışkanlıklarından yorgun düştüklerindeyse bir noktada silinirler. Péguy’nin son derece haşin laik teolojisi için Hristiyanlık olayının ve Hristiyan şehrin dahi bu süreçten eninde sonunda azade kalamayışı ve muhtemelen de kalamayacak oluşu son derece önemlidir.

    Yaşlanma yahut vieillissement eninde sonunda takriben kaçınılmazdır, çünkü kültürler kaybolmaz ya da hemen telafi edilebilir maddi yetenekler üzerine inşa edilmez. Kültürler zamanla ihmal olunduklarında, tekrar ve tekrar uygulanabilir, yazıya dökülüp formalize edilebilir fikirlerden de müteşekkil değildir. Aksine kültürler bir mistik üzerine inşa olunur. Mistik, Péguy’e göre, mantığı dikkate değer surette kelimelere dökülemez olan, tam da bu sebepten yaşamsal ve ilham verici kalan, maddiyle semboliği birbirine bağlayan bireylerarası müşterek ritüel pratikler demektir.
    İkinci argüman tam da kökenler sorusuna dairdir. Tarihyazımı olguları hatasız kaydedebilmek için anıtları didik didik arar. Fakat bu sözde gerçekçilik, olayın gerçekliğini gözden kaçırmaya mahkûmdur. Tüm olaylar, özellikle de mühim olanlar, gizemli bir şekilde inşa olunurlar, yazılıdan çok şifahidirler ve yalnızca geriye dönük olarak, ilerideki etkilerine binaen olay nitelemesine mazhar olurlar. Yazılı bir edebiyat eseri gibi, olayların herhangi bir “kayıt”ı yalnızca bir “versiyon”dur, daha temel bir sürecin bir yorumundan ibarettir. Bir olayı tavsif etmesi gereken ehemmiyete sahip olabilmesi için, dinamik bir ilham kaynağı olan süreç bir dereceye kadar müphem kalır, kökensel gizliliğinde kilitli kalır ki bu en kesifinden, ontolojik bir gerçekliktir.

    Olayın paradoksuyla karşı karşıyayız: olay olabilmesi için hâlihazırda kendini kaydetmiş olması gerekir, dolayısıyla tarih daima henüz [always already] tarihyazımıdır, insanın yaşanan gerçekliği kökeninde edebiyatça, gerçekse kurgusal olan tarafından gölgelenir. “Poetik” çiftedir: bir şey muhayyilenin diyarında “uydurulmadan” hiçbir şey olay ya da factum [olgu] olarak maddeten “yapılamaz”. Olayın otantik gerçekliği görünüşteki bu ilaveye ihtiyaç duyar.

    Ne var ki, paradoksu şiddetlendirmek pahasına belirtmek gerekir ki, olayı her şeyden önce bir olay olarak kuran bu ilave, daha baştan bir kısım düşüş veya yetersizlik unsuru da taşır beraberinde. Bunun nedeni yeni kültürel akının yeni çıkmış ilhamı kendini tamamen tatmin edici bir şekilde ifade etmekte yetersiz kalır. İfadenin bu nakısalı hâli kökenden “sonra” gelmeyip, onunla aynı zamanda vuku bulmasına rağmen böyledir. Sonuç olarak nostaljik bir surette kayıp bir geçmişe ricat etmeye talip olamayız, böyle olduğu hâlde “ilerleme” putunu da reddetmeliyiz.

    Bu şiddetlenmiş paradoks yüzünden, Péguy’nin eserlerini kat eder surette, vücuda gelecek her şeye hâlihazırda hamile bir “saf köken” ile “dışa adım atış” (eğer kişi kemale erecek ve taze bir sahiciliğe şamil olacaksa, ileri gidip, büyümeyi ve yaşamı ve ölümü riske atmak) arasında bir gerilim vardır. Bu yüzden Péguy ihtiyarın çocuğun tazeliğini yitirdiğini ve onunla ancak ömrünün sonunda çocukla eşitlendiğini söyler: Çocuk gibi onunda önünde, tüm ebediyetin suretinde, her şey önünde uzanır.

    Netice itibariyle, tüm müteakip Bastille günleri ilkinin yankılarıdır, ilkinin tekrar olunamaz masumiyetine ihanet eder ve fakat, eşit bir biçimde doğrudur ki, sonraki günler olduğu için bir ilk gün vardır ve en başından itibaren kendi kendini yad ediş olarak tekrar eder. Benzeri bir tersine döndürmeyle, Monet’nin meşhur serisindeki geç nilüferler önceki resmolunmuş çiçeklenmelerden daha çarpıcı gözükebilirler, ama ilki aralarında en güzelidir. Çünkü ilkinde “en azını biliyordu.” – Monet tüm sonraki resim serilerini sezinleyerek, evvelden içeren tasviri sezinlemişti.

    Paradoksun her iki tarafı içinde Péguy’a göre kişi gerçek, yaşanmış, tecrübe edilen ve hatırlanan zaman içerisinde kalır. Bergson’un durée ya da sürem nosyonuna uygun olarak, ben geçmiş bir olayı onu yalnızca diğer bir önemli olayla (önceleyen ya da sonralayan olaylar –bunlar herhangi türden bir “mekânlaşmış” saat-zamanı dakikliğine yabancıdırlar) bağlantılı olarak hatırladığım için tecrübe ederim. Olayın ehemmiyetinin sürdürülebilmesi ve güçlü olay-karakterini idame ettirebilmesi ancak geleceğe doğru özdeş olmayan bir şekilde sonsuzca tekrarıyla mümkündür. Başarısız bir devrim kelimenin tam anlamıyla, başarılı bir devrimle aynı derecede “vuku bulmaz.”

    Gelgelelim Péguy’nin süremi psişikten tarihsel bir düzleme taşıyışı, onun nezdinde, Bergson’un kaynaşmış psişik içsel zaman ve münferit olayların sade dışsal görünüşleri arasındaki ikiliğiyle zımni bir anlaşmazlığını ortaya koyar. Tam tersine, Péguy’e göre, eğer insan zamanı her daim evvela, fiziksel olarak hareketle dolayımlanıyor ve konvansiyonel olarak takvimsel işaretlemelerle sembolikse, bütünüyle kamusaldır. Bu durumda sürem, içsel hafıza için dahi, bir olaylar catena’sıdır, yani zinciridir: bu olaylar bağıntılı olarak meydana çıksalar da gizemli bir şekilde münferit kalırlar. Zincir bağıntılardan oluşsa da hiçbir bağıntı kendi başına oluşmaz.

    Bu sakınım işareti ise hiçbir gerçek, aktüel olayın tamamıyla bir seride emilebilir olmayışıdır. Eğer, bir kez dahi, ilk ve son kez “bit”seydi olay, ya da tamamıyla belirlenebilir olsaydı, epistemolojik olarak farkına varılabilirliği imkânsız olurdu. Herhangi bir şekilde insanlık tarihinin yokluğunda imkânsızlaşacağı belirleyici olaylar öneme (sebeplerini tam olarak anlayamayacağımız sebeplerden ötürü, diğer olaylarla, ölçülemeyerek bolluklarını saran sayısız kelimelerle, şifahi ve fiziksel neticelerine) doygunluklarından dolayı açığa çıkarlar.

    Péguy’nin kanaatince akademisyenler paradoksun her iki tarafını da gerçekçi ve eleştirel olmayan bir şekilde ihmal etmekte. Tarihsel nedenselliğin geriye dönük olarak kurulduğunu görmekte başarısızlar: Bir kez vaki olanın müteakiben vuku bulacak olana bağımlı olduğunu göremiyorlar, ve buna eşit derecede, önemli olayların tam da tanımlanamaz ve sonsuzca tartışılabilir olmalarından dolayı önem arz ettiklerini takdir etmekte başarısızlar. Sonuç olarak, Parisli profesördense kırsal lise hocasına daha erişilebilir olan, olaylarla yaşayan halk-ilişkisi (kişisel hafıza, dedikodu, abartı) tarihçilerin hantal araştırmalarına nazaran tarihsel gerçekliğe daha yakındır.

    Cahiers de la Quinzaine1 dergisinin editörü Péguy’e göre ileri surette metafizik olan, içkin folklorik hikmete ayak uydururken, insan bilimlerinde “bilimsel” olanın zaferi aslında vasatın ve zamaneliğin zaferidir.
    Zannınca sabık dostları Dreyfusçuların yazgısı da buydu. Coşkun gençlik yıllarında, çoğulcu bir şekilde, hiçbir hakiki Katolik ya da Sosyalistin saygı duymazlık edemeyeceği surette Yahudi mistiğin haklarını savunmuşsalar da, devrimin bizatihi ayinsel bir söylem atmosferinden neşet ettiğinin unutuşunda, seküler bir dogmatizmi savunmaktaydılar.

    Üçüncü argüman olayın doygunluk vasfının bir başka içerimiyle alakalıdır. İlke bazında, profesörler mümkünmüşçesine konuşup eyleseler de, tüketici, eksiksiz bir tarih imkânsızdır. Bir olay, bir dakika ya da bir gün sürebilir, fakat gerçekliğine dair araştırma zaruri olarak daha uzun süre alır ve hiçbir zaman sona eremez. Çünkü vaki olan, sonsuza dek tartışılabilecek (çünkü sayısızdırlar, ister bir olayın yerel ve doğrudan sürecini sonsuz küçük parçasına bölün, isterseniz tüm zaman ve mekân boyunca, sonsuz bir surette dallanıp budaklanan oluşumunu zikredin) nedensel vesilelerin hepsinin ifratındadır.

    Tarihyazımında tüm mesele sonlu olanın daire içine alınmasına bağlıysa da hususi sonlu biricikliğin bir enstantanesi olarak olay bu şekilde sonsuz olanla kesişir. Dolayısıyla ya (özellikle de antik dönem söz konusu olduğunda) hiçbir şey için yeterli kanıt yoktur, ya da (özellikle modernlik mevzubahisse) çok fazla kanıt mevcuttur.

    Bir olay yalnızca tekrarında var olduğundan dolayı, nesnel tarih üretmek için kendimizi gerçek manada geçmişten koparamayız, öznel tarih dahi bu anlamda sorun çıkarır, çünkü kişinin gerçekte kim olduğuna ve şimdide şahsın sanılarının neye baliğ olduğu hususunda aynı tarihsel belirsizlik etkindir. Mümkün tek tarih nesnelle öznelin dolayımına bağlıdır ve bu da aynı anda hem geçmiş bir ehemmiyet uzamına itaatkâr bir sadakati, hem de bu uzamın gelecekte açınsanmasına dair daha da ileri bir bağlanımı talep eder.

    Üstün gelen pozitivizm için olduğu üzere, tarihsel geçmiş tarafından projekte edilen ve toplayıcı olarak görülen gelecekse, böylesi bir tarihyazımsal çaba geçersiz olacaktır. Bu noktada Péguy sadece adanmış tarihin mümkün olduğunu değil, aynı zamanda ayrıntılarını verdiği şüpheci çıkmazlara ancak mukaddes bir tarihin üstünlük sağlayabileceğini iddia eder gözükmektedir.

    Bir olayın farkına varılır bir olay olabilmesi için her daim bir dereceye kadar şaşırtıcı ve tahmin edilemez–yani, nedensel süreçlerin ifratında- olması gerekir. Sonuç olarak, bir olayın herhangi bir “açıklama”sı, olayın bizatihi faş eden ve çerçeveleyen açığa vurucu karakterine yer bırakmak durumundadır. Dolayısıyla, araştırmacının olayı konumlandırabilirliğinden daha fazla araştırmacı konumlandırılır.

    Bundan şunu anlamalıyız: eğer tarihi azami de olsa ehemmiyet arz eden bir derinlikle kavrayacaksak, bu belli olayların açınsanması noktasında bağlılık gerektirir ve tek bir yüce olayın evrensel insani ehemmiyet anlatılarını inşa etmesine izin verir.

    Dördüncü eleştiri olan, “entelektüellerin [yeni] çağı”nın tarihsel yaklaşımının tenkidinde bu içerim tekrar olunur. Burada ampirik kayıt seviyesinden, eylem için ampirik örnek ve sosyolojik tavsiye seviyesine geçeriz.
    Geleceğe dair olan sivil din meselesini bir kez daha bu seviyede de konumlandırabiliriz. Péguy bu laik amentünün tüm adalet ve dolayısıyla ahlak nosyonlarını tutarsız kıldığını iddia eder. Ebediyet ve ebediyetin Tanrısı yerine tarihi ve onun teşahhüs etmiş pagan muhafızı Clio’yu koymuşuzdur. Fakat, Clio’nın bize dediği üzere, o hiçbir zaman tek başına hüküm sürmeyi beklememiştir.

    Artık aşağıdaki Birçoklarımızı yargılayacak herhangi bir ebedî Bir yoktur. Onun yerine gelecekteki sayısız çokluktaki insanın (ki bu insanlar da sonsuza dek yerlerinden edilecek ve yerlerine yenileri gelecektir) revizyoncu hükmüne, sonsuz bir şekilde mevzubahisizdir. Gelgelelim onların bizim üzerimizdeki hükmü ve bizlerin onlar üzerindeki tesiri bilinmezdir: şimdi olduğu üzere, bunların öngörüsü yararsızdır ve bunlar bizlerin toplumsal ve bireysel pratiklerimize rehberlik edecek bir ilke olarak karşımıza dikilmemeli.

    Dahası, bu rehberliğin belirsizliği sadece ve sadece, dinî her türlü kendi kendini küçük düşürme patolojisini tefrit eder şekilde, kendini kurban ve hatta yok eden bir eyleme doğru giden bir yanılmayı cesaretlendirebilir. Burada görülmektedir ki, Péguy’nin teşhisini, 1914’ü takip eden bir yüzyıl ziyadesiyle onaylamıştır.
    Nitekim görülüyor ki, insan haklarından ve geçiş aralığının mukaddesiyeti, yalnızca ebediyetin ışığında görülebilir. Paradoksal bir biçimde, şimdiki anın önemi ile ona ihanet edip, ihlal eden düpedüz zamansal bir perspektifi koruyan ebediyettir. Aynı ölçüde, geçip giden her devri daha doğru bir şekilde yargılayabilmemiz için ebedî hak hissimizin uzak ve yakın tefrikine muhtacızdır.

    Bu yüzden daha erken tarihli Clio I’de Charles Péguy “zamansalın ebedî boyutunu reddeden laik papazlar”ı alenen suçlar: Bu tavırlarının insan tarihinden herhangi bir anlam çıkarımını namümkün kıldığını söyler, çünkü tarih her daim mistik inisiasyonda temellenir ve sahih bir tarihyazımı bu elden kaçıveren gerçeklik üzerine tefekkür etmek mecburiyetindedir.

    Burada Péguy’nin sık sık antik pagan şehrinin ebediyet ve ruh üzerine inşa edildiği olgusuna isnat ettiğini akılda tutmalıyız. Antik çok-tanrıcılığı aştığını düşündüğü antik kahramancılık bu iki inanç olmaksızın mümkün olamazdı. Bu iki inanç sayesinde antik kahramancılık felaket boyunca ve sonrasında ayakta kalabilmiştir. Péguy’e göre Hristiyanlık sonrası özellikle korkunçtur, bu durumun ortaya çıkışına sebep olaraksa Hristiyanlığın kademe kademe psişik ve ruhani olanı göklere çıkarıp, bedenden tamamen ayrılabilir hâle getirmesini gösterir. Gelgelelim, Hristiyanlık bunu yaparken psişik ve ruhsal olanın aşkınsallıkla doğrudan ya da zaruri olarak karışmasını gerektirmez. Ve şimdi modernlik, yaşamın trajik şerefine dair Hristiyani ısrarı, ebediyete olan çelişkili isnadından, kısır geleceksellik kültünü üretebilmek için, zorla kopartmıştır.

    Péguy, Clio I’de, Hristiyanlık sonrası, müstakbel özgürlük kültünün savunucusu yeni laik ruhbana saldırısına rağmen, eşzamanlı olarak “ebedî olandaki zamansalı reddeden kilise rahipleri”ni de alenen eleştirmiştir. Hatta, bu ikinci gruptakilerin sekülerleşme noktasında daha suçlu olduğunu söylemiştir. Hristiyanlığın temel keşiflerinden olan zamansalın önemini görmezden gelip, bunu yanıltıcı bir “saf doğa”ya devrederek, bu keşfin bütünüyle laik kuvvetlerce sömürgeleştirilmesinin garantiye alınabilmesi için yardım etmiş oldular. Zamansal, bir kez keşfedildiğinde, basitçe unutulamaz, ama eğer Hristiyanlık zamansalı terk etmişse, o zaman zamansalın ehemmiyeti de yalnızca maddi açıdan okunulacaktır.

    Péguy’nin tarih ve hafıza üzerine düşünümleri, yazılışlarından yüzyıl sonra, bizim zamanımız için nasıl önem arz edebilir, ne söyler? Çözümlediği pek çok temayül bugün, azmış formlar almış olarak, bizimle beraber. Tarihe, şimdi uzmanlar çok daha sıkı bir şekilde tepeden bakıyor ve ilerlemeci bir geleceğe dair resmî din, küresel şimdiyi tahakkümü altına almış durumda. Ne var ki, akademisyenler ve resmî gazetecilerce hafızanın iç edilişine, tam olgunlaşmamışsa da, “popülistler”ce –ekseriyetle ulusallık ve din adına- meydan okunuyor. Gerçek kökenlerinden uzun bir süreden beri uzakta kaldıklarından, bu protestolar kulak tırmalayıcı ve cahilce gelebilir. Bu sebeplerden dolayı da çok kolay bir şekilde safi önyargıya dönüşebilir.

    Péguy popülistlerin karşı-aydınlanmacı itkileri için son derece sofistike gerekçeler öne sürüyor. Bu gerekçeler, aslına bakılırsa, bizatihi akıl kültünün son derece iyi düşünülmüş bir eleştirisini sunar. İşin doğrusu, tarih yalnızca bir müspet olgular silsilesi değildir. Bizim anladığımız şekliyle, pek çok insan topluluğu tarihsel değildir, ya da başka türlü tarihseldirler –Tarihin farkında olmadıkları için değil, ehemmiyeti son derece makul şekillerde başka yollarla kodladıkları için. Önemli olan döngüsel olabilir: Doğal olanlar yıllık ya da periyodik olarak gerçekleşirken, kültürel olanlar izlerin ve bedensel yazılmaların yeniden çizimiyle ve atalardan kalan şarkı ve ritüellerin icrasıyla gerçekleşir.

    Tersine, hem kültürel hem de doğal gerçeklik hissimiz esasen değişimden müteşekkildir ve bu, gizlenmiş ya da Tek Tanrı etrafındaki gizemin ve dinî kültler ile akla uyanışa dair felsefi kültlerin istilasına bağlıdır. Bizim “olay” hissimizin ortaya çıkabilmesi için yeni bir “vahiy” hissi ve aklın zaman içre işine dair yeni bir tecellinin olması gerekiyordu. Bu yeni his hem Uzak Doğu’da, hem Yakın Doğu’da, hem de Batı’dan neşet etti.

    Vahiy hissinin ve hakikatin kozmik ifşa oluşunun seküler ölümleriyle birlikte, gerçekte, olayların sadece gölgeleriyle baş başa kaldık: Devrimci olduğu varsayılan kırılmalar, yeni hislenişler, yeni teknolojiler, yeni modalar, yeni zenginlik ve şöhrete dair yeni türler. Geleceğe ve yeni olana işaret edildiğimizi tahayyül ediyoruz, ama Péguy’nin de iddia ettiği üzere, lütfun gelişinin beklentisinin son bulmasıyla beraber, sahih bir yenilik artık hiç de beklenen bir şey değildir.

    Bergson’un işaret ettiği üzere, zamanın gizemini unutmak suretiyle, şimdiyi geçmişin tüm döküntülerinin tamamlanmış bir birikimi olarak tahayyül ediyoruz. Geçmişin şimdide canlı olduğunu ve bu nedenle şimdinin hâlihazırda geleceğin şaşırtıcı başlangıcı olduğu gerçeğini (ve geleceği hiçbir zaman tam olarak kontrol edemeyeceğimizi) gözden kaçırıyoruz. Bir de tersine geleceğin aynısının dahası olacağını, sadece daha hızlı, daha akışkan ve yönlendirilebilir olacağını varsaymaya icbar ediliyoruz. Ebediyet kültlerinin düşüşüyle beraber gelecek ilerleme kültü de esasında, gizli bir surette, yanlış bir şekilde mumyalanmış geçmiş kültüyle yer değiştirir.
    Popülistler belirsiz bir biçimde tüm bunların yanlış olduğunun ayırdına varıyor. Zaman öncelikli olarak uzmanlara değil, sıradan insanlara, her birimize aittir. Tarihimiz var, çünkü, tarihçilerin sonradan kayıt altına alabildikleri eylemler olduğundan değil, fakat Bastille baskını gibi, belli vuku buluşlar var ki canlı hatıralarıyla olayların şerefine layık oluyorlar. “Olgu”nun ağırlığı evvela hafızanın yeğinliğine ve hakikati faş eden insanlarca hissedilen, geçmişteki hadiselerin yeniden-icra ediliş ritüellerine bağlıdır. Akademik bir tamlık, düzelticiliği bakımından önemli olsa da, bu birincil kültürel sürece nazaran her daim ontolojik bakımdan ikincildir.

    İmkânsız bir şekilde, hafızanın popüler kültünü yerinden etmeye çalışan akademik tarih kültü, der Péguy, aynı zamanda kıyamet hükmünün ilahî işini de yerinden etmeye teşebbüs eder. Çünkü şimdiyi birikmiş bir geçmişe indirger, ayniyetle, geçmiş de şimdinin yüzeyinde şu an görünene indirgenir. Liberal düşünürler şimdinin tüm geçmiş üzerinde nihai kararı verme noktasında ilahî hakka sahip olduğunu varsayarlar, çünkü geleceğin yalnızca bir toparlama işlemiyle geliştirilmiş (seçimin, teknik kontrolün, hakların ve demokrasinin daha da ileri bir şekilde genişlediği) şimdi olduğunu doğru kabul ediyorlar.

    Sonuç itibariyle, profesyonel tarihçilerin (profesyonel olarak herkesten daha iyi bilmesi gerekenlerin) görüşüne daha da yaklaşıyoruz: Tüm geçmiş şimdinin önünde mahkemeye çıkarılmalı, şimdinin kendi standartları üzerinden, şimdide yargılanmalı. Bu durum, mevzubahis standartların değişeceğini ve geleceğin bizi yargılayacağını unutmak demektir. Gelgelelim, bu hakikate aldırış etmeksizin, giderek daha çok, İncil’deki günahın miras kalışına dair görüşlerin sapkın bir sürdürülüşü olarak, geçmişin suçlu addedilenlerinin seçilmiş mirasçılarının, atalarının mazide gerçekleştirdiği her türden baskıcı eylemler için cezasına maruz bırakılmaları bekleniyor.

    Bu kendisi için, şimdide ve gelecekte, adaleti tesis etmenin asıl zaruretini görmezden gelmektir. Muhtelif insan kimlikleri arasında böylesi bir adaleti ancak bu kimliklerin, her şeyden önce, tahmin olunamaz ve yönetilemez açığa çıkaran varış süreçleri ve seçici halk belleği vasıtasıyla kuruluşuna izin verirsek tesis edebiliriz. Charles Péguy, seküler kültürün bu birincil süreçlerin işlemesine izin vermediğini, aksine bunları tanımı gereği bastırmaya zorunlu olduğunu ileri sürer.

    * Prof. Dr., Nottingham Üniversitesi, Teoloji ve Dinî Çalışmalar Bölümü
    1 Çevirmenin notu: “İki Haftada Bir Çıkan Dergi” Péguy’nin 1900-1914 arası çıkardığı, Dreyfusçu ve solcu dergi. Péguy reklam almayı reddetti ve sosyalist ilkelerden ilhamla sansürsüz bir yazı alanı var etti. Yazarları arasında Anatole France, Henri Bergson, Jean Jaurès, Romain Rolland gibi, dönemin en önemli isimleri vardı. Çok satan olmasa da Fransız entelektüel dünyasına yön veren bir dergi oldu.