NAHİV ARAPÇANIN MANTIĞI, MANTIK YUNANCANIN GRAMERİ MİDİR? İSLAM MANTIK GELENEĞİNDE DİLBİLİMİN KONUMLANDIRILIŞI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Harun Kuşlu

    Dinî ilimlerin yöntemi ve esasen nasların anlamını kavrama aracı olarak dil ilimleri, İslam bilim tarihinin her döneminde vazgeçilmezliğini muhafaza etmiştir. Bu nedenle ilimlerin tasnifi ve gelişimini gösteren eserlerde dilbilimin rakip tanımaz bir yeri ve buna uygun olarak mümessillerinin de başka kültürlerin üreteceği alternatif disiplinlere karşı güçlü bir duruşları olagelmiştir. Nahvin bu aşındırılamaz konumuna karşı Aristoteles mantığı, her hâlde İslam dünyasına sonradan kazandırılmış yabancı disiplinler (ulum-u dahîle) arasından İslami ilimler içine sızarak burada kendine güçlü bir yer edinen en önemli disiplin olmuştur.

    Arapça literatürde dil tartışmalarının zuhurunu tetikleyen üç etkenden söz edilebilir: 1) İslam vahyinin yorumlanma çabası; 2) Arapça şiir ve hitabet geleneği; ve nihayet 3) Aristoteles’in mantık külliyatını içeren Organon’un Yunan dil geleneği tarzında analizi. Bu son saikten ortaya çıkan tartışmalar nispeten akraba olan nahivle mantık arasındaki gerilimin tarihsel serüveni olarak okunabilir. Tartışmanın bir yönü, ilham kaynağı olması bakımından antik Yunan geleneğine uzanırken, diğer yönü Bedevilerin dili kullanımlarına ve başka bir yönü de Kur’an yorum geleneğine uzanmaktadır (Adamson-Key, 75).

    Mantığın Müslüman dünyaya intikalini takip eden oldukça erken dönemlerde öteki İslami ilimleri de temsil eden dilbilimciler, mantığın İslam dünyasında dinî, kültürel ve ilmî açıdan kendine alan açtığını fark etmiş ve bu durumu tehditkâr bulup, onun konumunu değerlendirmeye başlamışlardır. Böylece mantıkçılarla nahivciler arasında her iki disiplinin de kendi iddialarını tekrar tekrar tashih ve tadil edecekleri bir tartışma geleneği ortaya çıkmıştır. Bu gelenekten bize kalan en erken metinlerden birisi mantıkçı Ebû Bişr Mettâ (ö. 940) ile nahivci Ebû Saîd es-Sîrâfî (ö. 977) arasında geçmiş olan, dil ve mantığın konularının ne olduğuna dair, meşhur tartışmadır (et-Tevhîdî, el-İmtâ, 104-143). Sîrâfî-Mettâ tartışması her iki disiplin açısından kendileri ve rakip disiplini dikkate almaları gereken şu dört muhtemel problem alanını gündeme getirmektedir: a) nahivcilerin dil-mantık tartışması bağlamında mantığa bakışı b) yine nahivcilerin aynı bağlamda dilbilime bakışları, c) mantıkçıların bu bağlamda mantığı ve d) nihayet dilbilimi konumlandırışı.

    Kuşkusuz nahiv ilminin gücü mantıkçıları bu disiplini tanımaya, tanımlamaya hatta ilimlerin tasnifinde yer vermeye mecbur bırakmıştır. İlk Müslüman mantıkçı olarak Fârâbî (ö. 950), ilimlerin tasnifi hakkında kaleme aldığı İhsâu’l-Ulûm adlı eserinde dilbilimlerine müstakil bir bölüm ayırmakla kalmaz, aynı zamanda bu ilmin alt disiplinlerini ve içeriklerini ayrıntılı bir biçimde ortaya koyar. Bunun yanında dil-mantık tartışmasından sonra nahiv ulemasının da iki disiplin arasındaki münasebeti dikkate aldığı, sorguladığı ve nihayet mantıkla ilgili kimi içerikleri kendi disiplinlerine dâhil ettiği gözden kaçmamalıdır. Nahivcilerle mantıkçılar arasında vuku bulan tartışma(lar)dan sonra bu ilimlerin, kendi temsilcileri ve rakipleri nezdindeki konumlarına dair yukarıda zikredilen muhtemel dört durum söz konusu olmasına rağmen bu yazıda üzerinde duracağımız husus, mantıkçıların dilbilimlerini nasıl konumlandırdıkları olacaktır. Ancak bu konudaki gelişimsel süreci görebilmek için Sîrâfî-Mettâ tartışmasının kendine dönmeli ve buradan itibaren dilbilimin mantıkçılar arasındaki mevzisini gözden geçirmeliyiz.

    İlk olarak şunu ifade etmemiz gerekir ki, İslam dünyasında bu iki disiplin arasındaki ilişki mantık ulemasının metinlerinde bile nahivcilerin jargonuyla ele alınmaktadır. Aristoteles’in “sesler”, “düşünceler” ve “şeyler” ayırımı bu dünyada kabul görmemiş, daha ziyade İslam dilbilim geleneğinin kendi içinden çıkan “lafız” ve “mana” ayırımına dair kavramsallaştırma baskın ve belirleyici olmuştur. İslam düşünürlerinin metinlerinde daha etkin bir role sahip olan söz konusu lafız-mana ayırımın kullanımı şiirden hukuka kadar neredeyse bütün alanlara sirayet etmiş durumdadır. Dolayısıyla sekizinci asırda Yunan ilimler geleneği Müslüman coğrafyada sahne alınca, dilbilimin sunduğu bu terimler hızlı bir biçimde felsefenin de sözcük dağarcığına girmiştir. Yunan düşüncesiyle ilgilendikleri için Aritoteles’in Organon’unu okuyan filozoflar, Kategoriler ve Önermeler gibi eserlerde yer alan “lafızların çok anlamlılığı (müştereklik)” ve “adlandırma” meselesi gibi hususların İslam dil geleneğinde zaten mevcut olduğunu gördüler (Adamson-Key, 77). Bu yüzden, söz konusu tartışmada hem Sîrâfî hem de Mettâ Arap dil geleneğinden miras kalan ortak kavramları kullanmaktadır. Aralarındaki ortaklık bununla da sınırlı değildir. Yine her ikisi de anlamın evrensel, lafzın ise yerel olduğunu kabul etmektedir. Hatta Sîrâfî “anlam” ve “lafız” ayırımı konusunda daha keskin bir pozisyona sahiptir (Durusoy-Güler, 13-15). Ancak Mettâ’dan farklı olarak nahivci Sîrâfî mantıkla dili birbirinden ayrılamaz bileşenler olarak görmektedir. Dahası mantığın iddia alanlarını oluşturan konuların dilbilimde zaten işlendiğini ve hakkının verildiğini düşünmektedir. Zira ona göre nahiv zaten Arapçanın mantığı, Mettâ’nın mantık dediği şey ise Yunancanın grameridir.

    Sîrâfî dilbilimi hem lafzın hem anlamın hâllerini inceleyen kuşatıcı bir disiplin olarak gördüğünden, dönemindeki filozofların “mantığın anlamları organize eden bir disiplin olduğu iddiasını” asla kabul etmemiş ve anlamı incelemeyi dilbilim dışındaki herhangi bir disipline bırakmama konusunda oldukça kararlı bir tavır sergilemiştir. Onun savunduğu iddiaya göre dilbilimin konusu olan sözler lafızlardan oluşur. Lafızlar ise anlamların taşıyıcısıdır (Bkz., et-Tevhîdî, 109; Mahdî, 64). Öyleyse lafız ve lafzın anlamı, sözün, başka bir ifadeyle dilbilimin iki farklı unsudur. Bu nedenle dilden bağımsız olarak, anlamlarla ilgilenen bırakın mantığı, başka herhangi bir disiplinden söz etmek mümkün değildir. Açıkça ifade etmemiz gerekirse Sîrâfî için “Arap dilbilimi İslam toplumunun mantığı olduğu gibi başka diller de o toplumların mantığıdır”. Bu yüzden Sîrâfî’ye göre Mettâ insanları mantık öğrenmeye davet ederken aslında evrensel bir sistemi değil Yunan dilini öğrenmeye davet etmektedir.

    Bu tartışmada mantıkçı Ebû Bişr Mettâ mantığın anlamlarla dilbilimin ise sözcüklerle ilişkili olduğu sonucuna varmış, ancak “zihindeki anlamlarla bu anlamların dildeki karşılıkları olan sözcükler arasındaki ilişkinin ne tür bir ilişki olduğu” sorusuna tatmin edici bir cevap verememiştir (Kuşlu, 3 vd.). Mettâ dilbilimini mantıktan ayırt ettikten sonra, dilbilimini sözcükler ve sözdizimle uğraşan bir disiplin olarak tasvir eder. Bu nedenle kendisine Arapça gramerle ilgili olarak sorulan bir soruya şu yanıtı verir:

    “Bu, dilbilimin sorunudur, dilbilim benim araştırma alanım değildir, çünkü mantıkçının (dilbilime) ihtiyacı yoktur, dilbilimcinin ise mantığa (şiddetle) ihtiyacı vardır, çünkü mantık manayı, (dilbilim ise lafzı araştırır). Mantıkçı lafızla ilgilenirse bu dolaylı [bi’l-araz] olur, dilbilimci manaya yönelirse bu da dolaylı olur” (Güler ve Durusoy, 38).

    Burada görüldüğü gibi, Mettâ sözcüklerin dizaynı ile ilgilenen bir disiplin olarak dilbilimin varlığını kabul eder, ancak mantıkçı için önemsizleştirir. Bu tavır Fârâbî’den itibaren sonraki Müslüman mantıkçılar için değişecektir, çünkü onlar çeşitli düzlemlerde dille ilgili konuların mantık açısından etkinliğini fark etmişlerdir.

    Mettâ’nın öğrencisi ve Müslümanların ilk özgün mantıkçısı olan Fârâbî, hocasının bu konudaki görüşlerini sürdürse de kendine has bir yaklaşımı ortaya koyar. Öncelikle o hocasına göre dille mantık arasındaki ilişkinin çok daha güçlü olduğunu düşünmekte ya da en azından bunu daha belirgin biçimde sistemine yerleştirebilmektedir. Fârâbî’nin sisteminde mantık ve dilbilim birbirinin mütemmim cüzleridir ve her ikisi de birbirinden ayrılamaz unsurlardır. Her ne kadar mantık dile göre evrensel kurallar peşinde koşsa da dilbilimin de sadece Arap nahvine has olmayan, bütün dillerde görülen evrensel fenomenlerle ilgilenen yönleri bulunmaktadır (Fârâbî, İhsâ, 106-7). Aslında bu bakış açısıyla Fârâbî hem mantıkçı hocası Mettâ’dan hem de nahivci Sîrâfî’den daha güçlü bir dilbilim düşüncesine sahiptir. En azından Sîrâfî gibi yalnızca Arap dilbilimi vurgusundan sıyrılmış, nahvin bütün bir dil olgusuna yayılan unsurlarına dikkat çekmiştir.

    Fârâbî’nin sisteminde mantıkla dil arasındaki birbirinden kopartılamaz ilişkiyi en iyi biçimde onun konuyla ilgili önemli metinlerine yerleştirmiş olduğu “mantık” kelimesinin etimolojik tahlilinde görebiliriz. “Mantık” kelimesi 1) konuşmaya, 2) düşünmeye ve 3) akla konu olan şeylerin (el-ma‘kûlât) kendisiyle elde edildiği düşünme melekesine gönderimde bulunan “nutk” kökünden gelmektedir. İkinci kısım, kavrama (bi’l-fehm) yoluyla insan ruhunda akledilirlerin meydana gelmesini ifade eder ve buna bir anlamda “iç konuşma” denir. Dil ve sözcüklerle konuşma ise “dış konuşma” olarak adlandırılır (İhsâ, 108). “Nutk” insanın akledilirleri akletme melekesi ile akledilirlerin kendisi ve dile yansımış hâlini ifade ettiğine göre, mantık hem iç hem de dış konuşmanın yasalarını veren bir disiplin olmalıdır. Hatta mantık, bütün dillerde ortak olan genel yasaları verir. Fârâbî’nin mantığı “iç konuşmayı” konu edinen bir ilim olarak belirlemesi bu hususta önemli bir hamledir, çünkü “dış konuşmayı” konu edinen nahivle mantık arasındaki ilişkiyi vurgular mahiyettedir. Zira zihinsel içeriklerle gerçekleşen iç konuşmanın seslerle ortaya çıkan dış konuşmayı belirleyici olması mantığın bir tür üstdil konumuna yerleştirildiğini gösterir (Kuşlu, 8-15).

    Fârâbî’nin bu yaklaşımı hocası Mettâ’nın metinlerinde göremeyeceğimiz bir netice sağlar. Zira mantığın dilbilimle ilişkisi bir mantıkçı tarafından ilk defa bu kadar sarih bir biçimde ortaya konmuş, böylelikle hem dil-mantık ilişkisi daha öncesine göre açıklık kazanmış hem de dilbilimin mantıkçılar nezdindeki yeri görünür olmuştur.
    Fârâbî ve Mettâ’nın öğrencisi olan Yahya ibn Adî ise bu konuya hususi bir risale tahsis etmiştir. Konuları ve gayelerinin birbirinden farklı olduklarına dayanarak iki disiplin arasındaki ilişkinin sorgulandığı risalede yazar “mantık ve nahvin farkı”nı ele alır. Bu risalede dilbilim “herhangi bir gönderimi olsun ya da olmasın herhangi bir sözcüğün belli bir gelenek ve kültür içindeki durumunu araştıran” bir disiplin olarak belirlenir (Yahya ibn Adî, 416). Buna göre Arap nahvi aslında sözcüklerin Bedevi örfüne göre irabıyla ilgilenmektedir. Dolayısıyla gramerin kuralları mantıkta farklı olarak yerel uygulamalara dayanır. Mantık ise dilbilimin aksine herhangi bir sözcükle değil tümel anlamlara gönderimi olan sözcüklerle ilgilenir ve onlarla yerel kurallar bakımından değil aklın belirlediği evrensel kurallar açısında ilgilenir. Ayrıca mantık dili aşan bir etkinlik olarak insanın hakikat arayışına yerel cevaplar vermez. Bu yüzden filozofların hakikati arama çabası içinde olmaları nedeniyle dilbilimi yetersiz bir enstrüman olarak gördüklerini ifade edebiliriz (Adamson, 87).

    Dilbilimin gayesi herhangi bir kelimeyi Arap dil geleneğine uygun biçimde iraplamaktır. Yahya ibn Adî nahvin gayesini irap olarak belirledikten sonra irabın tamamlanmış olmasına rağmen anlamın hâlâ belirginleşmediğini gösterecek örneklerle nahvin amacının “anlamlar” olamayacağını ispat etmek ister. Bunun en güzel örneği eşsesli (müşterek) kelimelerdir. Bu kelimeler herhangi bir cümlede doğru bir sentaks ve irapla kullanılsa bile o cümlenin anlamı ortaya çıkmaz. Öte yandan iraba girmediği hâlde anlamlı olan, yani irabın anlama etki etmediği durumlar da vardır. Yahya İbn Adî bunlara dayanarak anlamın nahvin ne konusu ne de gayesi olmadığını ifade eder. Böylelikle Yahya ibn Adî Sîrâfî’nin “anlamların ancak dille elde edileceği ve anlamdaki karmaşanın dil yoluyla çözülebileceği” iddiasını hedef almış, müşterek lafız örneği üzerinden dilin anlamı berraklaştıramadığını göstermek yoluyla anlamı incelemenin mantığa bırakılması gerektiğini göstermiştir (Kuşlu, 15-20).

    Fârâbî’nin takipçisi denilebilecek İbn Sînâ (ö. 1037) ise dilbilimin konumunu selefinden farklı bir vurgu ve ifadeyle ortaya koyar. Dille mantık ilişkisini tıpkı Sîrâfî-Mettâ tartışmasındaki gibi lafız mana ilişkisi bağlamında ele alan İbn Sînâ’ya göre “lafız ile mana arasında bir tür ilişki bulunmaktadır ve lafzın hâlleri mananın hâllerine tesir etmektedir. Bu yüzden mantıkçının aynı zamanda mutlak olarak lafzın durumlarını da gözetmesi ve onlara riayet etmesi gerekir. Ancak mantıkçı bunu herhangi bir toplumda ortaya çıkmış belli bir dilin kurallarına bağlı (mukayyed) kalmadan yapması gerekir” (İbn Sînâ, 131). İbn Sînâ’nın bu pasajda lafızla mana arasındaki ilişkinin herhangi bir dile bağımlı kalmadan dikkate alınması gerektiği vurgusu aslında mantık bilimi açısından herhangi bir dilin değil de genel olarak dilin kurallarının düşünme kurallarıyla arasındaki sıkı ilişkiye işaret etmektedir. Nasîruddin Tûsî bu durumu açıklarken, örneğin mantığın konusu olan önermelerin terimlerini ifade ederken dildeki unsurların gözetilmesi gerektiğini vurgular. Tûsî’nin ifadeleriyle mantıkçı, her ne kadar birinci yönelimi anlamlara olsa bile, bu anlamları doğru ifade etmede dildeki tekillik ve bileşiklik yahut lafızların hâllerindeki çok anlamlılık ve anlam farklılığı gibi durumları dikkate alması gerekir. İbn Sînâ’nın lafzın hâlleri mananın hâllerine tesir eder cümlesini ise Tûsî “zihinde gerçekleşen düşünme ameliyesinin (intikâlât) zihnî lafızlar yoluyla yapıldığını” ifade ederek yorumlamaktadır. Tûsî’ye göre bu durum İbn Sînâ’nın vurguladığı “dil-düşünce arasındaki ilişkinin” derinliğinden (rüsûh) kaynaklanmaktadır. İşte bu nedenle lafızlara özgü durumlar anlamların durumlarını etkiler ve hatta dilde yapılan yanlışların düşünme süreçlerinde de yanlışlara sebep olduğu görülebilir. Bu nedenle mantıkçılar için dilbilimin parametreleri belli anlamda dikkate alınması zorunlu olan unsurlardır. Dolayısıyla ilk dönem dil-mantık tartışmalarından sonra mantıkçıların dilbilimle mantık arasındaki ilişkinin önemini giderek gördükleri, gösterdikleri hatta bu bağlamda bir mantıkçının kaçınması imkânsız olan genelgeçer dilbilim ilkelerini vurguladıkları görülebilir.

    KAYNAKLAR
    Peter Adamson-Alexendre Key, “Philosophy of Language in Medieval Arabic Tradition”, Linguistic Content: New Essays on the History of Philosophy of Language, ed: Margaret Cameron and Robert J. Stainton, Oxford: 2015, 74-99.
    Harun Kuşlu, “Ebû Bişr Mettâ’dan İbn Sîna’ya Mantığın Konusu: Lafızlar mı yoksa İkinci Makul Anlamlar mı?”, İslam Araştırmaları Dergisi, sy. 42, 2019.
    Muhsin Mahdi, “Language and Logic in Classical Islam” Logic in Classical Islamic Culture, Ed. G.E. von Grunebaum, Wiesbaden: Otto Harrassowitz, 1970, ss. 50-83.
    Ali Durusoy-Aliye Güler, “Vâv’ın Hikâyesi: Dilbilimciler ile Mantıkçılar Arasındaki Tartışmaların Mantık ve Dilbilimin Gelişimine Etkisi”, Yakın Doğu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. I. sy.2, 2015
    et-Tevhîdî, Ebû Hayyân, Kitâbu’l-İmtâ‘ ve’l-Muânese, nşr. Ahmed Emin-Ahmed Zeyn, Kahire: 1939-1944.
    el-Fârâbî, Ebû Nasr, İhsâu’l-U‘lûm, nşr. Ve trc. Mevlüt Uyanık-Aygün Akyol, Ankara 2017
    İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, (Tûsî şerhiyle birlikte) nşr. Süleyman Dünya, 3. Baskı, Dâru’l-Maarif.