ÂDEM’İN DİLİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Abdelfattah Kilito

    Adem’in diliyle ilgili bazı sorular ortaya atacağız. Fakat hangi dilden bahsediyoruz, uzvumuz olan dilden mi yoksa tabir olan dilden mi? Toplum içinde iletişim aracı olan dilden mi yoksa yasak meyveyi tadan dilden mi? Buradaki muğlaklık kökenseldir. Onu cennetin orta yerinde bulunan ağaca, bilgi ağacına kadar geri götürebiliriz. Havvâ, bu ağacın altına çok yakın bir yerlerde yılanla konuşmuş ve elmayı tatmıştır, Âdem’in yaptığı gibi. Her ikisi de sınırı aşmanın tatlığının tadına bakıp iyi ile kötü arasında ayrım yapmayı öğrendi. Bilgi (savoir) bu sebeple tattan (saveur) ayrılamaz, etimolojik olarak aynı kökü paylaşan iki kelime.1Bkz. Michel Jeanneret, Des mets et des mots, Paris, Editions Jose Corti, 1987, s. 9.

    Âdem’in öğrendiğinin iki ilke arasında ayrım yapmak, iyiyi kötüden ayırt etmek, olduğuna dikkat ediniz. Bu sebeple bilmek parçalara ayırmak, ayrım yapmak, ayırmak, ikiye bölmektir. Buradaki eylem çatlama filline, sıyırmaya ve çentik atmaya, dilin çatallanması veya yarılmasına — doğal olarak, yılanın diline çok benzemektedir. Dil çift yönlüdür ve başka türlü olması mümkün değildir. İlk günahtan sonra, tabir-olarak-dilin bölünmesi veya ayrılmasının nasıl meydana geldiğini, ve o andan itibaren, uzuv-olarak-dilin çatallaşmasından da nasıl bahsedebileceğimizi göreceğiz. Aslında, bilgi meyvesinin tadına bakılır bakılmaz yılanın dili ikiye bölünmüştür.

    İlginçtir, yılan meyvenin tadına hiç bakmaz; yalnızca iki suç ortağını meyvenin tadına bakmaya teşvik eder. Ve fakat, dilin çatallanması dramın üç oyuncusundan biri olarak yılanın payına düşer.

    Kur’an’da bu baştan çıkarma sahnesinde yılandan bahsedilmez. Âdem ve Havvâ’ya yasak meyveyi tatmalarını teşvik eden Şeytan’dır: “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.”2Elmalılı Hamdi Yazır Meali (A’râf Suresi, 20) Fakat şarihler yılanın oynayacağı rolü ondan sakınmamış ve oyuncu kadrosunu dört kişiye çıkarmışlardır. Cennete girmesi yasaklanmış Şeytan yılanla konuşur ve onu ölümsüzlük vaadiyle baştan çıkarır. Şeytan kendini havaya dönüştürür ve sürüngenin zehirli dişlerinin arasına yerleştirir (aslında yılan henüz bir sürüngen değildir; dört ayağı üzerinde hareket eder ve Tanrı’nın en güzel mahlukatından biridir.). İşte yılan, Şeytan’ı, ağzına gizlenmiş bir şekilde böylece cennete sokar.3Tha’labi, Kısas-ı Enbiya, Beyrut, s. 19. Şeytan, Âdem ve Havvâ’yı baştan çıkarmadan önce, kendisini cennete sokan yılanı baştan çıkarır. Yılanın dili aracılığıyla insanı ayartır. Ağaçtan tadan Âdem ve Havvâ’dır fakat ağzında, ya da dilinin ucunda iblis olan yılandır.

    Yılan acımasızca ve çok çeşitli şekillerde cezalandırılır. Tekvin’de Yahveh yılanı lanetler ve ikili bir ceza verir: “Karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim; onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.” (3:14-15)

    9. yüzyıl yazarlarından Câhiz Hayvanlar Kitabı’nda yılandan uzun uzun bahseder ve dilini de iki kez anar. İlkinde, yılanın dilinin yarık olduğunu söyler ve ekler: “Bir yazar, yılanın iki dili olduğunu iddia etmiştir. Bana göre bu yanlıştır. Yılanın dilinin ucunu ağzından çıkarken görünce iki dili olduğuna karar verdiğini düşünüyorum.”4A. M. Harun, ed., Kitab-ı Hayevan, Kahire, 1938-1945, 4:163. Başka bir yerde, ilk günahı tartışırken, yılanın maruz kaldığı tüm cezaları liste hâlinde verir. Tekvin’de bahsedilenlerin yanı sıra birçok başka cezayı da aktarır. Bunlardan bir tanesi öne çıkar: Câhiz ilahî cezanın yılanın diline kadar uzandığını aktarır, ve Allah’ın yılanın dilini ikiye böldüğünü ve böylece onu ikili yarık kıldığını söyler. Bir başka deyişle, yılan iki dilli bir hayvandır.5A.g.e., s. 200. Yaşadığı tarih bilinmeyen Kisâî ilk günahı takiple yılanın “lal kılınmış ve dili ikiye bölünmüş” olduğunu belirtir. (Isaac Eisenberg, Qisas al-anbiya, Leiden:Brill, 1922, 1:44)Bu sebeple, der Câhiz, insan tarafından saldırıya uğradığında sanki insana eski suç ortaklıklarını ve kendinin bu başlangıç dramındaki rolü sebebiyle cezalandırılmasını hatırlatmak istercesine yılan çatallanmış dilini dışarı çıkarır.6Kitab-ı Hayevan, 4:200

    *

    Artık kimseler Âdem’in dilini merak etmiyor. Bu, yalnızca aptalca cevaplar verilebilecek, çocukların sorduğu anlaşılmayacak şekilde mahcup edici ve usandırıcı sorular gibi naif bir sorudur. Fakat eskiler için bu soru ciddi ve bağlayıcılığı olan bir soruydu. Bu soruya cevap vermek taraf almak anlamına geliyordu: rizikosu yüksek ve sonuçları çok ilerilere gidebilen bir soruydu.

    Heredot’a göre, Mısırlılar kendilerini yeryüzündeki en eski insanlar olarak görüyorlardı:

    Ama gün gelip de Psammetikos krallığı ele alınca ilk insanların kimler olduğu merakına düştü… Psammetikos, soruşturmalarına rağmen, dünyaya ilk gelen insanların kimler olduğunu bir türlü öğrenemeyince, şu anlatacağım çareye başvurdu: Bir çobana, rastgele iki tane yeni doğmuş çocuk verdi, bunlar ağıla konacak ve şöyle büyütülecekti: Çocukların yanında kimse ağzını açıp tek söz söylemeyecekti; ayrı bir odada kendi başlarına büyüyeceklerdi; çoban, belli saatte keçileri alıp yanlarına götürecek süt içirip iyice doyuracak, sonra kendi işlerine bakacaktı. Psammetikos’un böyle yapmasının ve bu emri vermesinin nedeni, çocukların viyaklamalar çağını aştıktan sonra ağızlarından çıkacak ilk sözü yakalamaktı; gerçekten de öyle oldu. Üzerinden iki yıl geçince, bir gün çoban kapıyı açıp içeri girdi, önünde diz üstü duran iki çocuk, ellerini uzatarak, “Bekos!” diye bağırdılar. Çoban bu sözü ilk duyduğunda bir şey demedi, ama daha sonra da her gelişinde aynı sözü işitince efendisine haber verdi ve isteği üzerine çocukları kendi görsün diye aldı, ona götürdü. Psammetikos kendi kulağı ile de duyduktan sonra, herhangi bir şeye bekos adını vermiş olan insanların kimler olduklarını araştırmaya koyuldu; araya taraya Phrygialıların ekmeğe bekos dediklerini öğrendi. Böylece ve bu ipucuna tutunarak Mısırlılar, Phrygialıların kendilerinden daha eski olduklarını itiraf ettiler.7Herodotos, Tarih, İş Bankası Yayınları, 2012, s. 116-117. (Çeviri kısmen değiştirilmiştir.)

    Herodot’un kaydettiği başka bir aktarıma göreyse “Psammetikos çocukları dilleri kesilmiş kadınlara emanet etmiş.” Diğer bir ifadeyle, keçi gibi yapılmış kadınlar. Çocukların ilk söylediği kelimenin “ekmek” olduğuna dikkatinizi çekerim. Yani ilk kelime yiyeceklerle, tat organıyla, dil ile ilgilidir. Çocuklar sütten kesilmeyi, artık emmemeyi talep ederler. Keçilerden yüz çevirerek çobana koşar, sıvı besin yerine katı gıda isterler. Bu anlamlı sesleri telaffuz ederek hayvanlık durumundan insanlık durumuna; fakat aynı zamanda -ve aynı talep aracılığıyla- çiğ besinden (keçi sütü) pişmiş besine geçerler (ekmek).

    Âdem’in diliyle ilgili Hristiyan gelenek ve görenekleri elbette farklıdır. Aziz Augustinus’a göre insanlığın ilk dili İbranicedir.8Bkz. Maurice Olender, Mann aus Apulien, Kinder Verlag GmbH, 1986, s. 343-44. On üçüncü yüzyılda, Hohenstaufen Hanedanı’ndan II. Frederick, Psammetikos’unkinden pek de farklı olmayan bir deney yapmıştır. Görünüşe bakılırsa aklına bazı şüpheler düşmüş ya da belki de halk inançlarından birini doğrudan gözlemlemek istemişti. Birçok yeni doğmuş çocuğu dünyadan tecrit ederek büyütmüş ve bakıcılarına da hangi dilde olursa olsun onlarla konuşmalarını yasaklamıştı (dillerini kesmenin daha nazik bir yolu). Sonuç olarak çocuklardan hiçbiri İbranice, ya da başka bir dilde, herhangi bir kelime kekeleme imkânına erişemeden ölmüştür.9Bkz. Horst Stern, Mann aus Apulien, Kinder Verlag GmbH, 1986, s. 343-44. Deney, hiç değilse, dilden mahrum bırakılmış bir yeni doğanın yaşayamayacağını kanıtladı. Yaşam için, hava gibi, dile ihtiyaç vardır – yokluğu ölüm demektir. Yaşam ve sağ kalma: ikisi de dilden geçer.10Dış dünyadan tecrit edilerek büyütülen çocukların kaderi aslında içler acısıdır: “‘Vahşi’ çocuk hikâyeleri meşhurdur. Tahmin edileceği üzere belirli bir insan doğası bulunduğuna inananlar için bunlar başta şok ediciydi. Kendi ayakları üzerinde durmaktan gurur … Continue reading

    II. Friedrich’in deneyini Psammetikos’unkine bağlayan şey, herhangi bir dil uyaranından mahrum bırakılan yeni doğanın insanlığın orijinal dilini içgüdüsel olarak tekrar keşfedeceğine duyulan ortak inançtır. Her iki durumda da, var olan dillerin bilgisi ilk dilin bilgisine ulaşmada bir engel olarak görülmüştür; hiçbir dili öğrenmeyerek, dili tekrardan keşfetmek mümkün olacaktır.

    Bildiğim kadarıyla, Araplar bu türden bir deneyi hiç yapmamıştır. Yine de İbn Tufeyl’in 12. yüzyılda yazdığı Hayy bin Yakzan hikâyesi akla gelebilir. Doğumundan sonra annesi Hayy’ı bir kayığa bindirerek nehre bırakmak suretiyle terk eder. Issız bir adanın kıyısına vuran Hayy, yavrusunu kaybetmiş bir ceylan tarafından evlat edinilir.

    İki yaşına kadar ceylan sütüyle beslenen çocuk büyüyüp gelişti. Yürümeyi öğrendi, dişleri çıktı…11Léon Gautier, trans. Hayy Ibn Yaqzan, Éditions Papyrus, 1983, p. 33 [Hayy] Ceylanlar arasında kalır ve onların seslerini çıkarabilmeyi öğrendiği için ceylanlardan ayırt edilemez. Aynı şekilde kuşların ve diğer tüm hayvanların seslerini de eksiksiz taklit edebilmeyi öğrendi. Fakat ekseriyetle çıkardığı sesler ceylanların yardım istediklerinde, veya yoldaş aradıklarında, veya bir şey istediklerinde veya bir tehlikeden kaçmaya çalıştıklarında çıkardıkları seslerdi; çünkü hayvanlar bu tür farklı durumlarda farklı sesler çıkarırlar.12a.g.e., s. 34.

    Konuşulan bir dil ve öğretmen olmadan Hayy, kendi kendine öğrenebilmekte ve tedricen insani ve kutsal şeylerle bir aşinalık kesbedebilmektedir.13Hayy bin Yakzan’ın Latince bir tercümesi 1671 yılında Philosophus Autodidactus başlığıyla neşredilmiştir. Hikâyenin ilerleyen kısımlarında Asal isminde bir düşünür adaya ayak basar. Dillerin “önemli bir kısmını” bilmesine karşın Asal, Hayy ile iletişim kuramaz.14a.g.e., s. 126. Neticesiz birçok girişimin ardından düşünür, Hayy’a, beraberinde getirdiği yiyeceklerin bir kısmını yemesini işaret eder ve böylece ona dil öğretmeye çalışır. Kişi önce yer, sonra konuşur – bir kez daha dil ile yiyecek arasındaki ilişkiyi fark ederiz (Binbir Gece Masalları’nda karakterler sıklıkla, şiir okumadan ya da hikâye anlatmadan önce yemek yer.)

    Böylelikle Asal Hayy’a ilk kez dil öğretmeye başladı. Nesneleri gösterip isimlerini telaffuz etti; bunu tekrar ederek Hayy’ı da aynısını yapmaya davet etti. Hayy da sıra kendine gelince aynısını yaparken nesneleri gösterdi. Bu şekilde Asal Hayy’a bütün isimleri öğretti ve Hayy’ı konuşturmayı kısa bir süre içinde peyderpey başardı.15 a.g.e., s. 128.

    “Ona tüm isimleri öğretti.” Bu ifade Âdem’in dildeki çıraklığının Kur’an’da anlatılışını anımsatmaktadır: “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti” (Bakara Suresi, 31. ayet). Allah Âdem’e nispetle nerede duruyorsa, Asal da Hayy’a nispetle aynı yerde durur. İki hikâye arasındaki ilişki başka bir yerde de belirgindir. Mesela, annesinin (ceylan) ölümünden sonra Hayy, bir karganın başka bir kargayı öldürüp gömdüğünü görene kadar annesinin cesediyle ne yapacağını bilemez. Aynı şekilde Hayy, Asal ile birlikte insanların dünyasına gitmek üzere cennet adasından ayrılır, fakat daha sonra, sukutuhayale uğramış bir biçimde adasına geri döner (Âdem’in cennetten kovulması ve müteakip pişmanlığına atıf). Ve sonunda İbn Tufeyl, tamamıyla reddetmeden önce, hikâyenin Hayy’ın “anasız ve babasız” olarak mayalanmış bir toprak kütlesinden doğduğunu öne süren bir çeşidini inceler.16a.g.e., s. 24.



    1 Bkz. Michel Jeanneret, Des mets et des mots, Paris, Editions Jose Corti, 1987, s. 9.
    2 Elmalılı Hamdi Yazır Meali
    3 Tha’labi, Kısas-ı Enbiya, Beyrut, s. 19.
    4 A. M. Harun, ed., Kitab-ı Hayevan, Kahire, 1938-1945, 4:163.
    5 A.g.e., s. 200. Yaşadığı tarih bilinmeyen Kisâî ilk günahı takiple yılanın “lal kılınmış ve dili ikiye bölünmüş” olduğunu belirtir. (Isaac Eisenberg, Qisas al-anbiya, Leiden:Brill, 1922, 1:44)
    6 Kitab-ı Hayevan, 4:200
    7 Herodotos, Tarih, İş Bankası Yayınları, 2012, s. 116-117. (Çeviri kısmen değiştirilmiştir.)
    8 Bkz. Maurice Olender, Mann aus Apulien, Kinder Verlag GmbH, 1986, s. 343-44.
    9 Bkz. Horst Stern, Mann aus Apulien, Kinder Verlag GmbH, 1986, s. 343-44.
    10 Dış dünyadan tecrit edilerek büyütülen çocukların kaderi aslında içler acısıdır: “‘Vahşi’ çocuk hikâyeleri meşhurdur. Tahmin edileceği üzere belirli bir insan doğası bulunduğuna inananlar için bunlar başta şok ediciydi. Kendi ayakları üzerinde durmaktan gurur duymayan, gerekli koşullar sağlanmadan kolayca dil öğrenemeyen çocuklar… Yalnızca şunu sormak istiyoruz, bugünlerde kim, yetişkinlerle ilişkiden mahrum bırakılmış ve vaktinden önce bir kenara koyulmuş çocukların büyüleyici bir masumluk içinde davranış göstereceklerini, matematik veya edebiyatta müthiş yetenekler sergileyeceklerini iddia edebilecek kadar düşüncesiz olabilir?”, Lucien Malson, Les Enfants sauvages, U.G.E., coll. 10/18, 1964, s. 41.
    11 Léon Gautier, trans. Hayy Ibn Yaqzan, Éditions Papyrus, 1983, p. 33
    12 a.g.e., s. 34.
    13 Hayy bin Yakzan’ın Latince bir tercümesi 1671 yılında Philosophus Autodidactus başlığıyla neşredilmiştir.
    14 a.g.e., s. 126.
    15 a.g.e., s. 128.
    16 a.g.e., s. 24.