ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI VE MODERN DÜNYADA POPÜLİZMİN MEYDAN OKUMALARI: ULUSAL GÜVENLİĞE KARŞI YASA DIŞI GÖÇ VE AFRİKA AÇMAZI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Aboubacar Abdullah Senghore

    1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletleri müteakiben 1948 yılında ilan edilen Uluslararası İnsan Hakları Sistemi ile duyurulan küresel köy projesinin hazin hikâyesini günümüz Avrupası’nda popülizmin tekrar ortaya çıkması daha açık bir şekilde göstermiştir. 20. yüzyılın ilk çeyreği acı çekmenin en berbat biçimlerini insanlığa tattırmıştır. I. ve II. Dünya Savaşlarının sonucu olan insan hayatı ve haysiyetinin yıkımı hafızalarda tazeliğini hâlâ korumaktadır. I. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde, 1919’da, tekrar meydana gelebilecek bir dünya savaşını engellemek üzere uluslararası bir teşkilat olan Cemiyet-i Akvam kurulmuştur. Fakat 1939 yılında patlak veren II. Dünya Savaşı cemiyetin kuruluş amacını gerçekleştirmediğinin açık kanıtıdır.

    Milletler Cemiyeti’nin başarısızlığının temel nedeni, cemiyetin insan haklarının geliştirilmesi ve korunmasına ilişkin herhangi bir programının bulunmamasına atfedilmektedir.

    Aslında, Cemiyet’in Anlaşması veya Tüzüğü’nün hükümleri insan haklarından hiç söz etmiyordu ve bu, anlaşmanın çerçevesini çizenler açısından ciddi bir hata olarak değerlendirildi. Milletler Cemiyeti’ni halefi olan Birleşmiş Milletler Örgütü ile, özellikle de kazanımlar ve başarılar, yönetimdeki verimlilik ve programların yürürlüğe konulmasının yanı sıra iki kuruluşun ömrü açısından karşılaştırırsak, Cemiyetin büyük bir dünya savaşının tekrarlanmasını önleme konusundaki başarısızlığının temel olarak sözleşme ve programlara insan haklarının konulmamasından kaynaklandığı anlarız. Bununla birlikte, Amerika’nın üyelikten çıkarılması ve ardından Sovyetler Birliği ile Almanya’nın kovulması gibi, Cemiyetin zayıflamasına ve nihai olarak başarısızlığa uğramasına katkıda bulunan başka birtakım nedenler de mevcuttu.

    Ayrıca, Milletler Cemiyeti yasalarını ve kararlarını uygulamak için etkili bir merkezî otoriteye sahip olmadığı için yapısal olarak zayıftı. Bu tür yasa ve kararları uygulama görevi üye devletlere bırakılmıştı. Benzer şekilde, Cemiyetin yargı kolu (Uluslararası Daimî Adalet Divanı – PCIJ), büyük güçlerin böyle bir zorunlu yargı yetkisine boyun eğmeyi reddetmeleri sebebiyle, Cemiyetin bütün üyeleri üzerinde mecburi bir yargılama yetkisine sahip değildi.

    Cemiyet’in karşılaştığı bir diğer sorun, milliyetçiliğin dünya düzeninde geçerli akçe olduğu bir zamanda doğmuş olmasıydı. Cemiyet böylece ulusal çıkarlar için bir araç ya da paravan olarak kullanıldı. Milletler Cemiyeti’nin tüm bu yapısal ve sistemik sorunlarını göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki Cemiyet’in en büyük zayıflığı ve uluslararası barışı sürdürme ve uygulama otoritesi olarak en ciddi hatası, Cemiyet yapısında insan haklarının hiçbir şekilde bulunmayışıdır.

    Birleşmiş Milletlere gelince şunu diyebiliriz ki Birleşmiş Milletler Tüzüğü başlangıcından son maddesine kadar yaklaşım olarak insan haklarının desteklenmesi ve korunması konusunda bazı temel hükümler içermesi bakımından tamamen farklıydı. Birleşmiş Milletler, çeşitli uluslararası insan hakları uygulama rejimlerini ve programlarının başlatılmasının önünü açan mekanizma ve süreçler oluşturarak bunu dünyanın dört bir yanına yaymıştır.

    Birleşmiş Milletler Tüzüğünde yer alan dünyanın birincil insan hakları uygulama mekanizması, Birleşmiş Milletlerin 1945’te kurulmasından hemen sonra çalışmaya başlayan ve Tüzüğün 68. maddesi uyarınca kurulmuş bulunan Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin İnsan Hakları Komisyonu’dur.
    Böylece, 1948 yılında ve dünyanın siyasi tarihinde ilk kez, özellikle devletlerarası ilişkilerde, uluslararası bir insan hakları anlaşması olarak adlandırılan; İnsan Hakları Komisyonu tarafından hazırlanmış İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler nezaretinde oy birliği ile kabul edildi ve uygulamaya konuldu. Bu noktada, Evrensel Deklarasyon Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilirken, hiçbir üye devletin beyannameye karşı oy kullanmadığını veya reddetmediğini belirtmekte fayda var. Bununla birlikte, Suudi Arabistan ve eski Sovyetler Birliği gibi oy kullanmaktan kaçınan az sayıda ülke vardı. Suudi Arabistan ağırlıklı olarak dinî ve kültürel kaygılarla, Sovyetler Birliği ise anlamsız politik kaygılarla oylamaya katılmamıştı. Beyanname, Birleşmiş Milletler üyelerinin neredeyse tamamının büyük destek ve onayıyla meydana getirilmiş ilk küresel araç olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Benzer şekilde, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, insanlığın siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel varoluş açısından medeni yelpazesinin tamamını kapsayarak soyut insan hakları kavramını somut, maddi ve yasal olarak uygulanabilir bir değerler setine indirgemeyi başaran, modern zamanların ilk uluslararası insan hakları anlaşması veya küresel yasal aracıdır.

    İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan en önemli haklar arasında şunlar bulunmaktadır: insan onuruna saygı gösterme ve bir insan olarak haysiyetini koruma hakkı, yaşam hakkı, özgürlük ve kişinin güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü, hareket özgürlüğü, dernek kurabilme özgürlüğü ve inanç özgürlüğü, mahremiyet hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, aile kurma hakkı, barınma ve uyrukluk hakkı. 1948’de Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin yürürlüğe girmesinden sonra gelen diğer tüm insan hakları enstrümanları 1948 Deklarasyonunda tanımlanan haklar üzerinde yeniden üretilmiş ve genişletilmiştir.

    Yine de belirtmek gerekir ki Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi hukuken bağlayıcılığı olan bir enstrüman değildir ve bu sebeple hükümleri yasayla uygulanabilir değildir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hukuki bağlayacılığının bulunmaması bu enstrümanın bariz zayıflığıdır ve bu problem çözmek üzere Birleşmiş Milletler 1966 yılında geniş kapsamlı bir Uluslararası insan hakları sözleşmesi oluşturmuştur. Bu kapsamlı anlaşma hukuki bağlayıcılığı olan iki enstrümana bölünmüştür: Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Anlaşması ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Anlaşması. Dünyanın hukuki bağlayıcılığı olan ilk uluslararası insan hakları enstrümanı olan 1966 Anlaşması’nın ikiye bölünmesi kapitalist Batı ile Sovyetler Birliği arasında arabuluculuk gerçekleştirmek için mecburen atılmış bir adımdı. Anlaşma’nın ikiye bölünmesi, iki blok arasında hangi haklara daha fazla vurgu yapılacağı ve nelere öncelik verileceği konusundaki keskin farklardan kaynaklanıyordu. Batı Bloğu İlk Kuşak Hakları olarak da anılan Sivil ve Siyasi Haklara vurgu yaparken Sovyet Bloğu İkinci Kuşak Haklar olarak anılan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara atıf yapıyordu.

    1966 Anlaşması’nın yazılması ve kabulü sürecinde kapitalist Batı ile Komünist Doğu arasında ortaya çıkan ve temelde siyaset kaynaklı farklara rağmen, Anlaşma’dan doğan hukuki bağlayıcılığı olan bu iki uluslararası enstrüman temelleri daha önce Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde atılmış olan uluslararası insan hakları sistemini sağlamlaştırmıştır.

    İnsan hakları konusunda bir dönüm noktası olan 1966 Anlaşması’ndan sonra yüzyılın dönümüyle birlikte insan hakları sistemi Birleşmiş Milletler önderliğinde küresel ölçekte ilerlemeye ve yeni anlaşmalarla genişletilmeye başlamıştır.

    Uluslararası insan hakları koruma sistemine ek olarak, dünyanın beş büyük kıtasından üçü –Avrupa, Afrika ve Amerika- Birleşmiş Milletler sistemini daha da güçlendirmek ve tamamlamak üzere kendi bölgelerinde insan haklarını koruma rejimleri inşa etmişlerdir. Bu bölgelerde kurulan insan hakları rejimleri şunlardır: Temel Özgürlükler ve İnsan Hakları Üzerine Avrupa Anlaşması, İnsanların ve Halkların Hakları Üzerine Afrika Sözleşmesi ve Temel Özgürlükler ve İnsan Hakları Üzerine Güney-Kuzey Amerika Sözleşmesi.

    Fakat dünyanın en büyük kıtası olan Asya, kendine ait bir insan hakları koruma sistemi inşa edememiştir. Kendilerine ait bölgesel bir insan hakları koruma sistemi inşa edememiş olsa da Asya ülkeleri Birleşmiş Milletlere üyelikleriyle küresel insan hakları koruma sisteminin ayrılmaz bir parçasıdırlar ve Birleşmiş Milletlerin uluslararası insan haklarını koruma enstrümanlarının uluslararası uygulamalarının yükümlülüğü altındadırlar. Böylece, 1948’de ilan edilen Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin kabulünün müjdelediği üzere, insan haklarını savunmak, korumak ve tanıtmak için küresel bir koalisyon oluşturmak için girişilen uluslararası ve bölgesel hareketler durmadan devam etti. 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başına gelindiğindeyse, dünya çapında geniş kapsamlı tanıtım programları ve insan haklarının savunulması için koruyucu usullerle birlikte uygulama mekanizmaları tarafından desteklenen kapsamlı bir yasal rejim sağlandı. Bu, modern dünyanın iktisadi, siyasal ve sosyo-kültürel tarihi açısından benzeri görülmemiş gelişmeydi. Mevcut uluslararası siyasal sistem, tüm insanlığı, aynı ahlaki değerler, ilkeler ve yasal kurallar etrafında hiçbir ayrım gözetmeksizin korunup kollanacak tek ve bir küresel ailede buluşturuyordu. Bu durum yüreklerde ve zihinlerde güçlü bir umut yaratmıştı. Günümüzde ise popülizmin Avrupa’nın bazı bölgeleri ile Amerika’da yeniden ortaya çıkması ile birlikte insanlığın, kimliğine ve yaşadığı yere bakılmaksızın her koşulda korunması ve özen gösterilmesi umudu ciddi bir tehdit altındadır.

    Popülizm: İdeoloji Mi Siyasi Hareket Mi?
    Bugün popülizmin hangi anlamda kullanıldığını tam olarak anlayamıyorum çünkü günümüz Avrupa’sı ve Amerika’sındaki sözde popülist hükümetlerin hangi siyasi ideoloji veya ulusal kalkınma programı için savaştıkları açık değildir.

    Bunu 20. yüzyılın ortalarında popülizmin siyasi bir hareket mi yoksa bir ideoloji mi olduğunu tanımlamaya çalışan girişimlerle karşılaştırabiliriz. Isaiah Berlin popülizmi çok sade bir şekilde şöyle tarif etmiştir: “Bir kültüre veya gruba aidiyetin değerine duyulan inanç.” Bu dönemde popülizm, insan toplumlarının ya da sosyo-kültürel grupların köksüzlüğünü dile getirmekten çok bir tür kimlik aidiyetinin bulunması gerektiğini vurgulamaktaydı. Mesela Rusya’da yerellik temelinde bir kardeşliği yayarken, Amerika’da bu özgürlük temelli bir kardeşlikti.

    Popülizmin ideallerini savunanların bir kısmı terimin kardeşlik ve aidiyet boyutlarını vurgulamaktaydı. İddiaları şuydu: toplum yalnızca devletin temeli olmakla kalmaz aynı zamanda ondan daha güçlüdür ve devletin üstündedir. Popülizmin ideoloji olarak siyaseten suistimali ve terimin genel anlamından çok kardeşlik ve aidiyet boyutlarının fazlaca vurgulanması, yalnızca aşırıcı siyasal ve toplumsal hareketlerin oluşumuna sebep olmakla kalmaz aynı zamanda kişisel özgürlükler için de bir tehdit hâline gelir. Bu göçmenler ve azınlıklar gibi kırılgan grupların özgürlüklerinin ve haklarının görmezden gelinmesi veya suistimal edilmesi kaynağına dönüşme ihtimalini barındırmaktadır. Bilhassa da bahsettiğimiz hakların, toplumsal fayda kılıfı altında hareket eden siyasi parti veya bir grup siyasetçinin siyasi ajandasıyla uyuşmazlık içindeyse.

    Eleştirmenler genellikle popülizmin hem radikal hem de ilericilik karşıtı olduğunu ve geriye dönük bir moda şeklinde ortaya çıktığını savunuyor. Bugün bu ilericilik karşıtı ve geriye dönük modaya ilişkin olarak, Başkan Donald Trump’ın ABD-Meksika sınırı için ortaya attığı “Amerika’nın göç krizi” abartısından daha iyi bir örnek bulamayız.

    Peter Wiles’a göre popülizm bir doktrin değil, sadece bir sendromdur, bu nedenle, bu temele dayanan herhangi bir hareket veya öğretinin “öncülü ve erdemi ezici çoğunluk olan sıradan insanlarda ve onların müşterek geleneklerinde bulunur.” (Peter Wiles, 1969). Bu nedenle, onun için popülizm programatik olmaktan daha çok ahlakidir. Bu, politikacıların ve siyasi liderlerin hiçbir koşulda siyasi amaçlarını haklı çıkarmak için yasa dışı yol kullanamayacakları veya kullanmamaları gerektiği anlamına gelir. Siyasetçiler toplumun, özellikle kendileriyle olan ilişkilerinde onlardan çok şey beklediğini ve talep ettiğini anlamalıdırlar.

    Bununla birlikte, Peter Wiles popülizmle ilgili bazı ciddi hususlara dikkat çekmiştir. Wiles’a göre popülizm, gevşek bir şekilde örgütlenmiş ve sıkı tanzim edilmemiş bir yapı arz eder. İdeolojisi gevşek olan ve bu nedenle kesin olarak tanımlanamayan bir hareket olarak popülizm düşünce karşıtıdır ve aynı zamanda kurumsallaşmaya ve düzene şiddetle karşı çıkar. Wiles’ın bu tanımına göre düşünecek olursak uluslararası hukukun ilkelerine ve medeni davranış normlarına uymamak da popülizm temel özelliklerinden biri olur.

    Wiles’ın görüşüne göre popülizm, büyük bir grubun, kendini bilinçlendirdikten sonra, muhtemelen ırksal, coğrafi veya benzeri nedenlerle güç merkezlerinden yabancılaştığını hissettiğinde ortaya çıkar (Wiles, 1969). Hak ve özgürlükleri Uluslararası İnsan Hakları Kanunu ile güvence altına alınan ve korunan azınlıklar veya yasa dışı göçmenler gibi savunmasız grupların ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerine ciddi bir tehdit oluşturan şey işte tam olarak popülizmin bu şekilde siyasi bir hareket aracı hâline getirilmesidir.

    Göçmenlerin İnsan Haklarına Karşı Ulusal Güvenlik
    Uluslararası hukukun da özneleri olan egemen devletlerin, kendi topraklarının yönetimi ve kontrolü konusunda bazı hakları ve imtiyazları bulunmaktadır. Dolayısıyla her devletin uluslararası hukuk kurallarına göre siyasal bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve nüfusunun güvenliğini sağlama görevleri vardır. Her devlet, vatandaşı olmayanların ülkesine nasıl ve ne zaman kabul edileceğine, ya da edilmeyeceğine, karar vermek de dâhil olmak üzere iç işlerini düzenleme hakkına sahiptir.

    Bununla birlikte, bu durum devletlerin ve devlet sistemlerinin uluslararası yükümlülük altında olduğu gerçeğiyle çelişmez. Ayrıca bazı ulusal konularda devlet erkinin elinde bulundurduğu hak ve imtiyazların kullanımında uluslararası hukukun sınırları içerisinde hareket etmesi gerektiği gerçeğiyle de çelişmez. Koşullar ne olursa olsun hiçbir devlet veya hükümet toprağına giren kişi kendi vatandaşı olsun veya olmasın ve bu kişi o devletin toprağına ne şekilde girmiş olursa olsun topraklarında bulunan kişilerin temel özgürlüklerini ve haklarını, kendi iç yasalarını bahane ederek suistimal edemez. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 30. maddesi bu konuda şöyle der:

    “Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.”

    Dolayısıyla hükümet sistemleri ve devletler için göçmenlerin, mültecilerin ve diğer kırılgan grupların hak ve özgürlüklerini koruyan uluslararası hukuk prensiplerini ve kurallarını kabul edip onlara bağlı kalmak bir zorunluluktur. Bahsettiğimiz hak ve özgürlükler arasında başlıcaları şunlardır: yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, korunma ve geri iade edilmeme prensibinden yararlanma. Uluslararası hukukla göçmenler de dâhil olmak üzere mültecilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bu yasal koruma kişinin statüsü, ırkı, kültürü, milliyeti, inancı, bir ülkenin topraklarına giriş şekli veya başka bir etmen gözetilmeksizin sağlanır.

    Yasa dışı göçmenler, hukuki bir araf/belirsizlik durumu içinde kalmaları anlamında mültecilerle aynı durumdadırlar ve sürekli ekonomik, sosyal ve psikolojik zorluklar çekmektedirler. Bu nedenle uluslararası korumaya ihtiyaçları vardır ve koşullar ne olursa olsun korunmaları gerekir. Yasa dışı göçmenler gibi hukuki bir arafta/belirsiz durumda bulunanların uluslararası hukuk tarafından korunmasından bahsederken, başlangıç noktası Birleşmiş Milletler Mültecilerin Statüsü 1951 Sözleşmesi olmalıdır. 1951 Sözleşmesi, kuruluşundan bu yana, hukuki araf içinde bulunan ve uluslararası sistem tarafından özel bir korumaya ihtiyaç duyan insanlar için en merkezî uluslararası hukuk aracı olagelmiştir. [Sözleşme 28 Ocak’ta kabul edildi ve 22 Nisan 1954’te yürürlüğe girdi.] Mülteci Sözleşmesi, zamansal ve mekânsal kapsamını genişleten 1967 Mültecilerin Statüsüne İlişkin Protokol ile desteklendi. [31 Ocak 1967’de kabul edildi ve 4 Ekim 1967’de yürürlüğe girdi.]

    1951 Sözleşmesi, göçmenler de dâhil olmak üzere yerinden edilmiş kişilerin ve sığınmacıların haklarının korunması için uygulanabilir evrensel standartlar belirlemiştir. Özel bir insan hakları anlaşması olarak 1951 Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin ilkelerini özümsemiş ve açıkça yansıtmıştır. Bu üç uluslararası hukuki araç, modern uluslararası insan hakları sisteminin temelini ve juris corpus’unu oluşturur.

    Bu araçlarla koruma altına alınan haklar; mülkiyet edinme, çalışma, barınma ve özel hayatın gizliliği hakkından, eğitim hakkına, sosyal yardım ve sağlık hakkına, sendikal haklara, sosyal güvenlik hakkına, hareket, toplanma, dernekleşme, ifade özgürlüğü, din ve düşünce haklarına kadar geniş bir yelpazede değişkenlik göstermektedir.

    1951 Sözleşmesi’nde yansıtılan insan hakları ilkeleri, çeşitli bölgesel insan hakları araçlarının da bünyesine katılarak bu bölgelerin daha sonra geliştirdikleri geniş hukuk sistemlerindeki antlaşma izleme ve uygulama organları tarafından ayrıntılandırılmış ve uygulamaya konulmuştur. Bahsedilen bölgesel insan hakları uygulama sistemleri, sırasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi ve Afrika İnsan ve İnsan Hakları Mahkemesi’dir.

    Bununla birlikte, yukarıda belirtilen uluslararası hukuk hükümlerinin bütününden berrak bir şekilde anlaşılmayan şey; kabul eden devletlerin gerçekten göçmen olanlar ve iltica edenler ile kendi ülkelerinde suç işlemiş ya da suçlu olmasından veya terörist eylemlerde bulunmuş olmasından şüphelenilmiş kişiler arasındaki ayrımı hangi kıstasa göre yapacağıdır. Bu durumda, ikinci kategoride bulunanların girişi reddedilebilir veya bu kategoridekiler uluslararası hukuku ihlal etmek gibi bir suçlamayla karşılaşmaksızın alıcı devlet tarafından sınır dışı edilebilir. 14 Eylül 2005’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi [UNSC, Res.1624, 14 Eylül, 2005], uluslararası sınırların güvenliğini güçlendirmek, terör eyleminde bulunan ya da terör eylemlerini kışkırtmakla suçlananların topraklarına girmelerini yasaklamak veya bu tür davranış veya eylemlerde bulunduklarına dair dikkate değer ve güvenilir bilgi bulunan kişilere sığınak sağlamamak amacıyla devletleri gerekli ve uygun tüm önlemleri almaya, diğer tüm uluslararası ve bölgesel kolluk sistemlerini Birleşmiş Milletler ile işbirliği yapmaya çağırdığı bir kararı kabul etti.

    Bununla birlikte, 2005 kararının metninden kimin terörist ya da muhtemel suçlu olabileceğini bulma sürecinin kolay olmadığını ve kabul eden devlet için çok ciddi bir zorluk ortaya çıkarabileceğini açıkça göstermektedir. Bunun sebebi de potansiyel suçlular ve sözüm ona teröristlerin bir ülkeye giriş izninin ve iltica başvurusu süreçlerinin bir parçası olan fotoğraf çekimi, parmak izi alınması, pasaport kontrolü ve diğer doğrulama prosedürleri gibi ayrıntılı incelemelerle karşılaşacakları normal prosedürlerden geçerek bir bölgeye kabul edilme ihtimalinin çok düşük olmasıdır.

    Sonuç
    Uluslararası İnsan Hakları sistemi başlangıç tarihi olan 1948 yılından bu yana eşi benzeri görülmemiş meydan okumalarla karşılaşmıştır. Temelleri çok sağlam bir şekilde uluslararası hukukun bu dinamik ve hareketli şubesi tarafından atılan küresel köy projesinin yeşerttiği umutlar ve beklentilerin aksine günümüz dünyası bizleri yeniden en güçlü olanın ayakta kaldığı karanlık çağların eşiğine getirmiştir.

    Uluslararası insan hakları yasası devletlerin kendi iç hukuklarını, egemenliklerini ve devlet ve hükümet başlarının geleneksel doktrinlerini sınırlandırarak bireyleri nesne olmaktan kurtarıp uluslararası hukukun özneleri seviyesine yükseltmiştir. Fakat bu kazanımlar ve kişiler ile grupların temel özgürlük ve haklarını koruma ve sürdürmedeki başarılar, Latin Amerika, Amerika’nın bazı bölgeleri ve Avrupa’da tekrar ortaya çıkan milliyetçilik ve popülizm dalgasıyla ciddi tehdit altındadır. Durum bu bölgelerdeki sözde popülist ve milliyetçi hükümetler ve bunları yöneten tecrübesiz, tutarsız, ırkçı, kendi başına buyruk veya küstah siyasi liderlerin- ki bu liderler iyi bir yönetim ve sorumluluk sahibi olabilmek için gerekli asgari ahlakilik, entelektüellik ve profesyonellikten yoksundurlar- tutumlarıyla daha karmaşık bir hâl almaktadır.

    Bu laf dinlemez ve uzlaşması imkânsız ırkçı liderlerin sorumsuz davranışlarından en çok etkilenen gruplar azınlıklar ve göçmenlerdir, özellikle de dinî ve etnik azınlıklarla sözde yasa dışı Afrikalı ve Güney Amerikalı göçmenler. Burada en acılı ve hüzünlü olanı da, sürekli hükümet krizlerinin yaşanmasına bağlı olarak sömürü sonrası siyasi ve ekonomik açmazdan kurtulamayan Afrika kıtasının hikâyesidir. Kıtanın çeşitli bölgelerine yayılmış ve on yıllardır süren iç savaş ve çatışmalar, ayyuka çıkmış yolsuzluklar ve kötü yönetimler sonucunda milyonlarca Afrikalı genç millî ekonomilere olan güvenini tamamıyla yitirmiş ve kendileri için ülkelerinde bir gelecek göremez durumdadırlar. Bu Afrikalı gençler kıtalarını terk edip pek hoş karşılanmadıkları ve çoğu zaman da ayrımcılığa ve suistimalin her şekline, hatta insanlık dışı muamelelere maruz kaldıkları yolculuklara çıkmaktadırlar. Durum, çok sayıda genç Afrikalı göçmenin ya yapamaması ya da Afrika’ya geri dönmek istememesi nedeniyle daha da karmaşık bir hâl almaktadır. Bu, kıtanın siyasi liderlerinin, özellikle de Afrika Birliği düzeyinde, acil olarak çözmesi gereken en ciddi açmazıdır.

    *Prof. Dr., IRCICA Genel Direktör Yardımcısı