YAŞAMI KAYBETMEK: YOKSUNLUK BİYOLOJİSİNE DOĞRU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Renaud Barbaras

    Yaşamdan [vie] bahsetmek, canlılara [vivants] indirgenmediği hâliyle bizzat yaşamdan konuşmak, biyolojinin ayırt edici tezlerinden birini askıya almaktır; bu teze göre, sadece canlılar yani kimyasal oluşumları gereği benzersiz niteliklerle bezenmiş gerçeklikler söz konusu olacağı için yaşamdan bahsetmenin manası yok; bizzat yaşamdan bahsettiğimizde, canlıların yaşam sayesinde canlı olduklarını kabul ederiz, çünkü yaşama sahipler, ya da onun içindeler: Canlılar, yaşamın bir belirlenimidir, yaşam canlıların bir belirlenimi değil. Dolayısıyla asıl sorun, bizzat yaşamdan bahsetmenin hangi anlamda mümkün olduğunu tespit etmek. Gerçekten de son derece açık ki yaşam kavramı, canlıları canlandıran belirli bir teşekküle, ilkeye ya da güce havale etmez. Sorunla yüzleşmek yerine sorunu sadece isimlendirdiği için hiçbir şey çözmemenin yanında, bu özlü vitalizm öngörülen bir indirgemeciliğin mukabili gibidir: Zira yaşam maddenin ve yasalarının düzeyinde bulunamaz, onu başka yerde aramak gerekir, ve öyle bir güç modeli üzerinden düşünmek icap eder ki maddi gerçeklik için fiziksel güçler ne anlam ifade ediyorsa canlılar için bu güç de onu ifade etsin. Ancak, yaşamdan bahsetmenin geçerliliği hâlâ bakiyse bu yaşam canlılardan ayrı bir teşekkül olarak düşünülemez: Canlılar kuşkusuz yaşama sahiptir, fakat bu yaşam yalnızca onlarda şahit bulur ve yalnızca onlarda gerçekliğe bürünür. Kısacası, yaşam yalnızca fenomenolojik bir perspektif dâhilinde bizzat kavranır; bu perspektif yaşama kendine has fenomen gibi ya da kendine has fenomen vasıtasıyla yaklaşır, bir başka deyişle canlılar üzerinden.

    Şunu da ekleyelim: Bu yaklaşımı bizzat biyoloji kendine has imkân koşulu mahiyetinde talep etti. Biyolog, nesnesi üzerinde çalışmaya ve onu analiz etmeye başlayacaksa bunun tek bir yolu var: Kendisi öncelikle bu nesneyi tanımalı ve canlı olanla olmayan arasında bir ara hat çizebilmeli. Fakat, bir canlının başka bir canlı tarafından doğrudan kavranmasıyla ortaya çıkan bu tanıma, yalnızca bilgiyi koşullandırmaz, bilginin o tanımayı yutmasını da engeller, çünkü yaşamın analitik ve fiziksel-kimyasal tasviri, biyolog denen bu canlı vasıtasıyla canlının sentetik ve algısal tanınmasını bütünleyemeyecektir. Böylece, biyoloğun önerdiği canlı tanımı, bu tanıma erişim sağlayan şey vasıtasıyla çelişkili bulunur: Canlı öncelikle ve kesinlikle başka bir canlının kanıtlarıyla tanıdığı belirli bir var olma hâlidir; öyle ki, Canguilhem’in de işaret ettiği üzere, “İndirgemenin bütün tekniklerinden kaçan biyolojik anlama sahip fenomenlerin fiziksel-kimyasal içeriğinden başka bir şeyi fiziksel-kimyasal yöntemler yardımıyla keşfettim diyen birinin sahiden övünebileceğine inanmamak gerek.11 G. Canguilhem, La connaissance de la vie, Vrin, Paris, 1975, s. 32.” İşte bu yüzden, André Pichot’nun izini takip ederek, biyolojik bilginin nesnesi olan canlı maddeyle fenomenolojinin nesnesi olan bizzat yaşamı ayırt etmek gerek.

    Peki yaşamdan bahsettiğimizde tam manasıyla neyden konuşuruz? En başta belirtmemiz gerekir ki bizim varoluşumuz için yaşam kavramının kullanımı kutsaldır, hatta yaşam kavramı sıklıkla bu manasıyla anlaşılır. Burada bir metafor kullanımı olduğunu iddia edebiliriz, fakat bunu doğrulamak demek sorunu çözmekten ziyade üretir çünkü bu kullanım ancak yaşam ve varoluş arasında ortak bir şey olduğu için mümkün. Varoluş münasebetiyle yaşamdan bahsetmek, en yüksek veya en ruhani türlerinde bile varoluşun bir yaşam olarak sürdüğünü kabul etmek demektir. Fakat bu ancak hüsran dolu biçimlerinde bile bizzat yaşam varoluşa yabancı değilse şayet mümkündür: Varoluş münasebetiyle yaşamdan bahsedebiliriz çünkü zaten yaşam münasebetiyle varoluştan bahsedebiliyoruz. Dolayısıyla ortak bir var olma hâli şekillenir; ayrım gözetmeden hem yaşam hem varoluş olan ve bu sayede hem insanlarda hem de hayvanlarda ortak bir yaşama. Bizim gibi canlılar, geçişsiz (nesnesi olmayan) manada yaşamazlar, amaçları sırf hayatta kalmak değildir: Onlar bir şey yaşarlar, dünyaya ve kendilerine yönelimle, ayrımla, kısacası anlamla bağlanırlar, işte bu çerçevede hayatta kalırlar.

    Bu sınamada yanılmamalıyız, ve bunu yaşamsal hareketlere eklenecek bir algı ya da bir temsil gibi bir şeye havale etmemeliyiz. Bu yaşama, canlının faaliyetinden ve yaşamının hem yeri hem vasıtası olan hareketlerden ayrışmaz. İşte yaşam ve varoluş arasındaki devamlılığın anlamı tam olarak bu; bahsettiğimiz varoluş insan topluluğuyla diğer canlı toplulukları da kapsar. Tıpkı başka canlılar gibi, biz de yaşamda yani hareket hâlinde olduğumuzdan; bizim gibi, başka canlılar da bir dünya ile anlamlı biçimde bağ kurarlar, bazı şeyler yaşarlar, kısacası öznedirler. Dolayısıyla, bir yaşam fenomenolojisinin gayesi işte bu esas yaşamadır, geçişsiz anlam ve geçişli anlam arasındaki paylaşımdan daha derindir bu yaşama: Bir gelişme ve tecrübenin özdeşliğidir. Yaşam fenomeni, basit bir yer değiştirmeden daha fazlası olan bir hareket fenomenidir; bir şey yapar ya da tamamlar; yaşam fenomeni bir yapmanın, bir hareket etmenin [mouvoir] fenomenidir, bu da bir görmedir [voir]. Gerçi yaşam dediğimiz bu var olma hâlini anlamak bizim için en büyük zorluk çünkü düşüncemiz, modern dönemin özelliklerinden olan, hareket ve anlam arasındaki paylaşımla derinlemesine yapılaşmış. Hareket, yerel harekete indirgenir, bu hâliyle, hiçbir şey tamamlamaz, hiçbir anlam barındırmaz: Hareketsizlik ilkesi, fiziki bakımdan gerçekleşmiş saçmalıktan ibarettir. Buna karşın, Descartes’tan beri zihnin mevcudiyetinin kendi kendine saf fiiliyatı olarak algılanan anlam, harekete mutlak surette yabancıdır ve bütün oluşu dışlar. Her iki taraftan da iş başında olan, metafizik bir fiiliyattır, gerçekliğin fiilî işlemeden ibaret olmasını isteyen bir fiiliyat. Böylece, hareket, o hareketin geçtiği uzaydaki noktaların saf fiiliyatına indirgenir, anlam da bir zihne sunulmasının fiiliyatına. Her iki tarafta da hariç tutulan şey, bir fazlalık, bir artma fikridir, bir kendiyle uyuşmama fikridir. Oysa, yaşam fenomeninde görülen şey bu fazlalık ya da bu artmadır, çünkü canlı hareket açıkça hem kendisinin gerisinde hem de ilerisinde belirir, fiiliyatta göründüğünden fazlası gibi davranır: Anlamı da burada hem yönelim hem ifade kazanmasıdır.

    İşte bu metafizik fiiliyattan çıkma şartıyla bizzat yaşama erişebiliriz. Bu yaşam, bahsettiğimiz paylaşımdan kaçar: Yaşamı tanımlayan hareket, basit bir yer değişimine indirgenebilir, hem de bir temsildeki hareketsizlikte tükenmeden; yerel bir hareketten fazlası ama temsilî bir eylemden azıdır, ve aslında bu kategorilere yabancıdır. Tecrübe yahut sınama, ama sınama dışsallığın bağrındaki bir gerçekleşmeyle karıştırılır ve bir anlamın bir zihne sunulmasıyla hiçbir alakası yoktur. Aynı şekilde, hareketten de söz edebiliriz, fakat bu bizim ona kendiliğinden atfettiğimiz anlamdan tamamen başka bir anlamdadır: Bu canlı hareketi, saf dışsallıkta yayılmaz, ama buna karşın bir kuvvet fazlası içerir, ve tamamlaması gerekene yönelir. Bu yüzden bu hareket tamamen serilmez, kendinde toplu hâlde kalır, ve bu hassas anlamda, kendine yabancı değildir: İşte canlı olduğunu söylediğimizde sezdiğimiz şey, tamamen bu kendiyle uyuşmadır. Buna karşın, bu niteleme bir sorun ortaya koyar: Yerel hareket için olduğu gibi yaşam için de hareket kavramına başvurmak bir anlam barındırıyorsa, o hâlde harekete dair bu iki kabulün rastlaştığını bilmek zorunlu hâle gelir. Kavramın tek-anlamlılığını bu kökten belirlenim farkıyla nasıl uzlaştırmak gerekir? Bu aslında iki şeyden biri. Ya hareket esasında yerel harekettir, fakat buradan çıkacak sonuca göre yaşam hareket değil, bambaşka bir şeydir. Ya da şöyle bir sonuca varırız: Yaşam harekettir, ancak o zaman kabul etmek gerekir ki hareketin bizzat özünden bir şey de orada gün yüzüne çıkar ve her hareket haddizatında canlı hareketleriyle aynı yapıdadır; öyle ki bu, yer değiştirmeden hep çok daha fazlasına sahip etkin bir hareketten çekilmiş bir soyutlama gibi beliren yerel harekettir. Eğer yaşam hakikaten bir hareketse hareketin yaşam olduğu ve dolayısıyla yaşamın canlılarla dolu olduğu sonucuna varmak zorunlu olur. Yaşamın fenomenolojik bakımdan araştırılmasının bizi ileteceği sonuç tam olarak böyle işte.

    Canlı hareketlerimiz bizi bizzat harekete götürür demek, canlıların yaşamının daha esas bir hayatta kök saldığını kabul etmek anlamına gelir; tabii bu esas hayat, canlıların yaşamından başka olmasa da onların içinde tükenmeyecektir. Birçok tasavvur bizi bir esas yaşam fikrine yöneltir, biz buna temel-yaşam diyeceğiz, tekil bir hâl üzerinden canlıların her birinin yaşamının asıl nedeni olacak ve bizi vitalizm suçlamasından koruyacak. Öncelikle, her var olanın ilk ontolojik toprağı mahiyetindeki dünyaya ontolojik aidiyeti olgusunu dikkate almak gerek. Bu aidiyet yalnızca dünyaya bir kaydolmanın (çünkü her hareket dünyada tamamlanır, yayılmasının toprağı ve alanı mahiyetindeki dünyada) tartışmasız ama hâlâ yüzeysel bir anlamı değil, aynı zamanda ve öncelikle ontolojik bir topluluğun anlamıdır: Dünyanın her bir var olanı, tam manasıyla dünyadandır, yani aynı kumaştan yapılmıştır. Canlılar da bundan müstesna değil: Canlılar olmaları hasebiyle dünyaya aittirler, bedenlerini esas alan belirli bir bakış açısından hareketle değil, çünkü bu durumda canlılar olarak onların farkı dünyaya yabancı hayati ya da ruhani bir ilkenin onlardaki mevcudiyetine atfedilecektir. Eğer bir canlı, dünyaya canlı mahiyetinde aitse bu durumda söylemek gerekir ki bizzat yaşamı dünyadan başka kaynağa sahip değil ve o dünya bağrında arzıendam etmesi gerekir. Burada bir tür metafizik mecazımürsel ortaya çıkar, bütünün yapısı hakkında kısmın bizi bilgilendirmesini ister, canlıların var olma hâli dünyanın varlığına dair ayrıcalıklı bir ontolojik tanıklık tesis eder. Eğer canlılar hareket vasıtasıyla nitelendiriliyorlarsa ve eğer aynı ontolojik dokuyu paylaştıkları sebebiyle dünyaya aitlerse o zaman dünyanın esasında bir süreç gerçekliği olduğunu ve dolayısıyla bir temel-hareket mahiyetinde anlaşılması gerektiğini kabul etmek şarttır.

    Hareket üzerine ontolojik bir düşünce de bizi aynı sonuca eriştirir. Gerçekten de hareket bir durumdan çok daha fazlasıdır, ontolojik bir tamamlanmama emaresinden ise çok çok daha fazlası: Otonom bir ontolojik düzendir, hatta hareketsizlik harekete tabi olmayacaksa şayet evrensel bir hareketlilik dâhilinde hareketsizlikle aynı anda var olabilir mi diye sorabiliriz. Fakat, hareketin otonom bir ontolojik düzen olduğunu söylemek şunu kabul etmek manasına gelir: Bir canlının hareketi, o hareketi önceleyen bir hareketi takip edip etkin kılma ve onu hareketliliğe kaydetme biçiminden ibaret olabilir. Hareketi doğal olsa bile canlı harekete başlamaz, hareket içinde başlar, öyle ki yaşaması yalnızca kendisinden daha eski olan bir hareketin yeniden işlenme biçimini kapsar. Bir başka deyişle, hareket canlıya değil de canlı harekete aittir. Hareketli olduğu için hareket edebilir, ve hareketliliğe ait olduğu için hareketlidir. Göründüğü üzere, bu aidiyet düzeni dünyanın kendisinden ibarettir, ve bu dünyanın varlığı süreç mahiyetinde anlaşılmalı: Canlıların dünyaya asli aidiyeti, temel-hareket dâhiline kaydolma şeklinde düşünülmeli, canlıların hareketleri ya da kısaca yaşamları bu temel-hareketten ileri gelir.

    Pek tabii, dünyanın bu hareketi nihayetinde dünya olacak bir hareketlinin durumu gibi anlaşılmamalı: Böylesi bir anlayış, nihayetinde hakiki dünya olacak başka bir toprağa bu hareketi yeniden yöneltmeye çalışırdı. Dünyanın hareketi, dünyayı dünya hâline getiren harekettir; ontogenetik bir harekettir, daha doğrusu, kozmogenetik bir hareket, bir dünyalaşma hareketi. Bu hareket dâhilinde dünya, henüz bir dünya olmayan ancak saf bir hiçlik ya da farklılaşmamış bir temel de olmayan bir şeyden hareketle, olduğu gibi hasıl olur. Dünyalaşma hareketi, temelin farklılaşması vasıtasıyla bir belirlenim hareketidir, bu hareket sayesinde bireyleşmiş var olanların işleyeceği bir çokluk oluşur: İşte bu physis’in hareketidir. Bununla birlikte, bilmek gerekir ki bu işleyişi kuvvet niteler, olan her şeyi var etme kuvveti, yokluktan değil kendinden hareketle; eserlerinden devamlı yeniden doğan kuvvet, bu sebeple dünya durmadan değişir ve esasında dünya-içi bütün hareketler vasıtasıyla oluşan şeyden başkası değildir, yani bütün bu hareketlerin hareketi. Dünya, var olanları durmadan üreterek üreyen şeydir, kendinin yeni teşekkülleri vasıtasıyla var olanları durmadan yapıp bozar; hiçbir şeyin tükenmediği, aksine yaptıklarından beslenen bir dünya; kaba kuvvete dönüşen bir kuvvet. Yaşamımız belirli bir hareketten ibaretse ve bu hareket, gördüğümüz üzere, dâhil olduğu ve miras aldığı bir temel-harekete sevk ediyorsa o hâlde bu temel-hareketin bir temel-yaşamın temel-hareketi olduğunu görmek zorunludur, ya da daha ziyade, canlıların yalnızca yaşadığı ve bu temel-hareketin yaşamın gerçek ismi olduğu doğruysa. Öyle de, her şeye rağmen, canlıların bizzat yaşamalarına fenomenolojik yaklaşımı bizi bizzat yaşama sevk eder, herhangi bir canlının yaşamı değil bizzat dünyanın yaşamına, hem kaba kuvvetli yaşam (çünkü bu yaşam içinde dünya oluşur) hem de esas yaşam anlamında bir temel-yaşama, canlıların yaşamasının köken unvanıyla zorunlu biçimde havale ettiği ön-yaşama.

    Dolayısıyla, canlıların yaşamasından ibaret olan yaşamı, bizatihi yaşama sevk eder; böylece yaşamları kendini aşar ya da kendini önceler: Temel-yaşamın yaşamı, canlıların yaşamından başka bir şey değildir ama daha ziyade onların hareketliliğinin şartıdır, hareketlilik bu unsur içinde kök bulur ve bu unsur nihayetinde hareketlilikten sadece kaba kuvvet ile ayrışır. Böylece, yaşam kavramına ve dolayısıyla yaşam ve canlılar arasındaki ayrışmaya hakkını vermiş oluruz, ancak kesinlikle fenomenolojik bir temel üzerinden: İşte canlıların dinamik olma hâli, onların inşa edici yaşaması bizi kendinin ötesine ya da daha çok aşağısına yöneltti; hareketliliklerinin kaynağından ve onu besleyen bir kaba kuvvetten ibaret olan bir temel-yaşama sevk etti: Bizzat hareketlilik hareketten ayrışırsa veya kozmik kaba kuvvet kendi içinde yayılan şeyden ayrılırsa şayet bu yaşam da canlılardan ayrışır. Hatta diyebiliriz ki biz burada yaşamı varlığın belirli bir sektöründe bir türe has güç şeklinde değil de dünya mahiyetinde yani yine dünyalaştıran bir kaba kuvvet mahiyetinde anlaşılan varlığın kendi seviyesinde aramaya çıktığımız için vitalizmi fazlaca aşıyoruz. Canlılarla farkı dâhilinde yaşama hakkını teslim ederek vitalizmi aşmanın tek yolu kuşkusuz bütün yaşamdır kaidesini kabul etmekten geçer, tabii her var olanın varoluşunu asli bir ontogenetik kuvvete borçlu olması manasında.

    Böyle bir sonuca varmak hemencecik bir zorluk çıkarır: Tek yaşam, dünyanın temel-yaşamıdır; canlıların yaşamlarını taşımasına imkân sunan dünyalaşma sürecinin temel-yaşamıdır diyebiliyorsak bütün var olanların canlı olmadığını tespit etmek zorunludur. Dünya sürecini temel-yaşam olarak düşündüğümüzde tüm var olanları canlı addedecek ve yaşamda olmayı tüm var olanların var olma hâli sayacak bir hilozoizm ya da bir animizm yoluna girmiş olmayız. Aksine, canlı olan ve olmayan arasındaki tartışmasız ve hatta fenomenolojik bakımdan onaylı farka rıza göstermek zorunlu olur; canlının yaşamının bir temel-yaşam içine batması, o temel-yaşamın ürettiği her var olanın bir canlı olduğu manasına gelmez. Biz şimdilik geriye dönük bir işleyiş benimsedik; bu işleyiş, her canlının bağrında aidiyet unsuru namındaki dünyalaştıran bir temel-yaşamı aydınlatmayı içerir. Fakat şimdi yolu tersinden kat etmek söz konusu, bir başka deyişle canlıların var olma hâlini temel-yaşamdan hareketle ayırt etmek. Var olanların hepsi canlı olmadığından, aksine, her şey dünyalaştıran kuvvetten ileri geldiğinden, bu durum, iki mümkün temel-yaşam bağlantısı arasında, sonlu var olanlar mahiyetinde temel-yaşamdan ayrışmaya yönelik iki tarz arasında bir ayrım yapmaya tekabül eder. Bir başka deyişle, bizi var olanlar olarak tesis eden şey dünyanın temel-yaşamına sevk etse bile, bizi canlılar olarak belirleyen şey daha ziyade bizi ondan ayıran şeye sevk eder. Diyebiliriz ki canlı olmayan var olanların hususiyeti, temel-yaşama baştan sona kaydedilmeleridir, onun yaptığından ibaret olmaları ve onunkinden başka bir gerçekliğe sahip olmamalarıdır. İşte, çelişkili şekilde, bu yüzden temel-yaşamın en yakınındalar, canlı olmadıkları hâlde baştan sona ona kayıtlılar. Bir başka deyişle, dünyanın var olanları dünya yasalarına tamamen tabidir, temel-hareketin etkinleşme hâli mahiyetindeki hareketleri bir etkiden ibarettir: Onların başına gelen yalnızca dünyanın başına gelendir, onların yaptığı sadece dünyanın yaptığıdır. Canlılar hususunda buna hiç mahal yok. Onların hareketi kısmen dünya yasalarından sıyrılma hususiyetine sahip, irticalen ya da özerk biçimde tezahür etme özellikleri var: Onların hareketi bir etki değil bir başlangıç, kendiliğinden bir hareket. Kısacası, herhangi bir var olan hareket ettirilir ancak canlı var olan bizzat hareket eder.

    O zaman, tüm zorluk, hareketin bu kendisini gerekçelendirmektir, bu da zaten onun anlamlı ve yönlü niteliği içinde tezahür eder ve orada yaşamı tasdik edilir. Pek tabii, burada söz konusu olan şey herhangi bir pozitif ilkeye başvurmak değil temel-hareket bakış açısıyla kavranmış kendiliğindenlik olgusuna tutunmaktır, maksat da canlı hareketlerin hususiyetinin dünya hareketi nüfuzundan kaçtığını onaylamaktır, bu hareket dâhilinde bir kopuş işlettiğini ve bu yüzden dünya sürecine nispetle bir sapma biçimi aldığını doğrulamaktır. Canlı hareketleri bir bakıma bu kopuş sayesinde bir şey başlatabilir, çünkü dünya hareketiyle bağları öyle gerilmiştir ki harekete koyulabilirler. Öyle de dünya hareketiyle görece benzerlik, kendi otonomileri sayesinde tezahür etmeleri, dünya hareketiyle bir mesafe şartına bağlıdır: Çünkü o hareket içinde tamamen tutulmuş değiller, o hareket gibi var olabilirler ve canlı olmayanların varlık biçimiyle aradaki farka nispetle canlıların var olma hâlini nitelendirmek için yaşama başvurma tam da bu benzerliği ifade eder. Öyle de nasıl ki canlı olmayan var olanların dünya yaşamına tam kaydı, mukabil olarak otonomi yokluğunu beraberinde getirir, canlıların mesafesi de onların otonomilerinin şartıdır: Temel-yaşamın bakış açısından, aidiyet fark gerektirir -canlı olmayanlara doğumu bu sağlar- ayrılık da yaşam türleri altında özdeşlik. Sanki bunun sebebi onlardaki temel-yaşamın varlığı değil de yokluğu, kısmen onun nüfuzundan kaçar kaçmaz canlılar canlı oluyorlar. Yaşamda olmak, yaşama sahip olmak değil onu kaybetmiş olmaktır, ya da daha ziyade, canlı, yaşamda olmayan var olandır, ondan ayrışmıştır, ve tam da ayrıştığı için ona sahip olabilir.

    Bununla birlikte, canlı hareketinin özgüllüğü mahiyetinde tespit ettiğimiz şeyi açıklamak kalır geriye, yani bu hareketin basit bir yer değiştirmeden fazlası olduğu, bir şey tamamladığı, bir nihayete taşındığı olgusunu. Zaten, dünya sürecinden kopma bu hareketin yönelme niteliğini açıklamaya tek başına yetmez: Hâlihazırda bir yönelimsellik olmasının sebebi, artık dünyanın bir etkisi olmaması değil. Bizim hareketimiz ile dünyanın hareketi arasında bir kopuş olduğunu söylemek canlının birden dünya dışında kalacağını ve dünyayla bütün bağını koparacağı anlamına asla gelmez. Dünya mümkün tek aidiyet toprağıdır ve canlılar başka var olanlarla aynı nispette dünyadan pay alırlar, en azından dünya dışında olmadıkları sürece. Bir diğer deyişle, canlı hareketi dünya hareketinin bağrındaki bir kesilme (canlının otonomisinin ve dolayısıyla canlı öznenin bireyleşmesinin şartı olan bir kesilme) olsa da bu kesilme bütüncül değildir, çünkü aksi takdirde canlı, hareketlilikten çıkardı. Temel-yaşamın kuvvetinden bir şey, canlıların hareketinde sürüp gider, bu sayede canlılar hareket eder ve hâlâ hareket etme kuvvetine sahip olur; buna karşın, bu kesilme adına kaybedilmiş şey, tam manasıyla, dünyaya özgü bu ontogenetik kuvvettir, bir kaba kuvvet olan bu üretme kuvvetidir. Dolayısıyla diyebiliriz ki hareketin hususiyeti onun kuvvetsizliğidir, dünyanın kaba kuvvetinden yalnızca hareket etme kabiliyetini saklar, bir şey üretmeden hareket eder, bu hâliyle, Valéry’ye ait olan “Kuvvetsizliğim kökenimdir.22 P. Valéry, Oeuvres II, Gallimard – Pléiade, Paris, 1960, s. 40.” ifadesi bir canlılık tanımı olarak değer görebilir.

    O hâlde, dünyanın kaba kuvvetinin yankılanmasına imkân sunan bu hareket nedir? Canlının ontolojik toprağı kalan şeyden bir ayrılmayla ortaya çıktığı ölçüde bu hareket, kaynağına dönme hareketinden başka bir şey olamaz, dolayısıyla canlının ayrıldığı dünyayla bir uzlaşma hareketinden ibarettir. Ancak, kesilme çaresiz olduğu andan itibaren, bu uzlaşma sadece bir özlem olabilir, dünyaya dönme de basit bir arzu. Dolayısıyla, bir tür yönelimsel tersyüz olmaya şahit oluruz; bu sayede, dünyadan ileri gelen hareket, bir ayrılma namına kaynağına döner, sanki dünyanın kendisi ona tesir eden yaralanmayı aşmaya girişmiş gibi: Canlı, doğruca bu girişim hattında ilerler. Ancak, bu tersyüz olma vesilesiyle hareket de yapı değiştirir: Artık kör bir üretici kuvvet değil bir özlemdir, bir ontogenesis değil bir arzudur. Öyle de, pek tabii bir ayrılmanın veya bir sapmanın sonucu olan ontolojik konumu gereği, hareket önemli hareket mertebesine erişir, canlı da yaşamaya kabil olur. Canlıda bir bilincin mevcudiyetine havale etmesi şöyle dursun, canlı hareketin önemi saf negatif bir statüye sahiptir: Bir kuvvet eksikliğine tekabül eder, öyle bir eksiklik ki bu sayede kuvvete dair saf onaylama hedeflenir. Fiziksel hareketten canlının hareketine, öznel bir boyutun eklenmesiyle geçmeyiz; bu geçiş, ondaki kaba kuvvetin çıkarılmasıyla olur, çünkü bu kaba kuvvet onu güçsüzlüğe mahkûm eder. Canlı hareketi, bir hareket olarak kendinden fazlasıdır, çünkü bir amaçtır, çünkü bir güç olarak kendinden azıdır; dolayısıyla, öznelliği de yalnızca onu doğuran kaba kuvvet karşısındaki dinamizminin eksikliğini ölçer. Bir yer değiştirmeden fazlası ama temsilden azı olduğunu söylediğimiz yaşamanın tek biçimi de arzu biçiminden ibaret kalır. Arzu, canlıya has bir var olma hâlidir; çünkü ifadesi yalnızca canlıya yönelerek tezahür eder, öyle ya da böyle öne çıkmış ve örtüsü kalkmıştır. Gördüğümüz üzere, bizi canlıdan yaşama götüren geriye dönük işleyiş, canlı hareketinin özgüllüğünü de aydınlatır: Yalnızca temel-yaşamın bağrındaki bir kesilmeden ileri gelebileceğini göstererek, buraya kadar yalnızca soyut biçimde kavranan hususi var olma hâlini arzu hâline benzetmeye yöneldik. Yaşamanın geçişliliği de bu arzu biçimindedir zaten.

    Gördüğümüz üzere, hem geriye hem ileriye dönük bu işleyiş adına, yaşam sorununun, daha doğrusu yaşam ve canlılar arasındaki bağlantı sorununun ayrıntıları derinlemesine dönüşmüş olur. Sanki yaşam canlıları aşacakmış gibi, mesele artık canlılardan çıkıp yaşamı nitelendirme arayışı olmaz; böylesi bir tavır, biyolojik indirgemecilikle vitalizm arasında kaçınılmaz şekilde yalpalamamıza neden olurdu. Biz ise bunun tersine, her canlıya has var olma hâlinden hareketle, yaşamı gerçekliğin en temelinde teşhis etmeye çalıştık, yani dünyalaşma süreci yahut temel-yaşam mahiyetinde. Böylece sorun tersine döner: Her şey temel-yaşamda olduğunda ya da ondan ileri geldiğinde, canlıların farkını nasıl ayırt ederiz? Görüldüğü üzere, bu fark yalnızca yoksunluk hâli üzerinden düşünülebilir, yani temel-yaşamın ya da daha ziyade kaba kuvvetinin kaybı mahiyetinde. İşte bu kayıp namınadır ki artık kuvvetsiz bir hareket olan canlı hareketi, ontolojik sürgünden çıkma özlemiyle ve kaynağına kavuşma arzusuyla hareket eder. İşte yaşama hareketinin eşsizliği tam manasıyla bu arzu bünyesinde bulunur, ki burada geçişlilik ya da geçişsizlik ayrımı kalmaz. Âdeta, canlıların yaşamının anlamı ve mantığı, temel-yaşam mahiyetindeki yaşamın bir kaybı üzerine kurulur ve dolayısıyla yoksunlaştıran bir kesin biyolojiden başka bir şey kalmaz. Dünyalaşma sürecinin bizatihi kuvvetinden ibaret olan temel-yaşamdan bir ayrılık ve dolayısıyla bir yoksunluk sayesinde canlının yaşamındaki varlığını anladığımız takdirde onun eşsizliğine erişebiliriz. Canlı olmayandakine nispetle canlıda daha fazla bir şey varsa yani bir hareket dâhilinde hareket etme kabiliyeti (bu kadarıyla bile hareket anlamlı olur) varsa bunun sebebi yaşamdakine nispetle canlıda daha az şey olmasıdır. Canlı esasında bizzat yaşamı ya da daha doğrusu temel-yaşamı kaybedendir; bizde yaşamın mevcut olması değil yoksun olması sebebiyle biz canlıyız yani bir şey yaşıyoruz. Canlı olmak yaşamı arzulamaktır, ve bu ifade bir çelişki içermez çünkü buradaki maksat aynı yaşam değil. Fakat buradan çıkacak sonuç da bu özlemde imkânsızlığın yahut çelişkinin mührünü göreceğimiz: Bu özlemin giderilmesi, eşsiz bir canlının özlemi olarak hükümsüz bırakılması olacaktır çünkü temel-yaşamın bağrında çözüneceği anlamına gelir. İşte bu sebeple canlı olma hâlini niteleyen hareket, kesin bir anlamda arzudur: İlke gereği dolmayacaktır çünkü tam tatmini yok oluşu anlamına gelecektir, işte bu yüzden onu tatmin etme iddiasındaki şey tarafından durmadan kızıştırılır. Bundan kasıt şu: Canlının tecrübesindeki doğum, metafizik bir ölümün muadilidir; bir başka deyişle, temel-yaşam mahiyetindeki yaşamdan ayrışmanın muadilidir; demek ki, tam tersine, canlının eşsizliğinin yitip gitmesi ve has hareketinin tükenmesi mahiyetinde tecrübe edilen ölüm yaşama bir dönüşle eş anlamlıdır.

    Bu analiz sonunda anladığımız üzere, yoksunlaştıran bir biyolojinin yükü ve zorluğu dünyanın bağrından bu kesilmede yatıyor, bu kesilme namına temel-yaşamdan canlılığa geçiyoruz, kozmogenetik hareketin kaba kuvvetinden canlı hareketinin kuvvetsizliğine. Şöyle ki, aidiyeti vasıtasıyla ve yalnızca bu yolla fenomenoloji canlının farkına varmalı. Fakat, diğer taraftan, sınırlanma hâli ile dünyanın kaba kuvvetine tesir eden bu kesilme bizzat dünyanın eseri de olamayacak. Bir kuvvetin hususiyeti esasında yapabileceği her şeyi yapmak ve dolayısıyla kendini koyuvermemektir. Dünyada kendi nedenini bulmadan dünyaya tesir eden bu sınırlanma nedensizdir çünkü dünya mümkün tüm nedenselliğin yeridir. Bu sınırlanma âdeta saf bir olaydır, daha doğrusu bir temel-olaydır çünkü temel-yaşamı etkilemeye gelmiştir. İşte bu olay namınadır ki canlının yaşamla farkı doğar, ya da daha ziyade yaşam kendinden ayrışarak canlıya hayat verir. Görüldüğü üzere, yoksunlaştıran bir biyolojinin tüm zorluğu bu temel-olayın ve onun temel-hareketle ilişkisinin statüsünde saklıdır. Sonuç olarak, bizzat köken olması hasebiyle yaşamın bir kökeni yoksa, canlının da yoktur, çünkü bir olay namına yaşamdan ileri gelir, o olay da olduğu hâliyle yaşamda sebebe sahip değildir. Yaşam gibi canlı da böylece köken eksikliği ile nitelenir, fakat tamamen karşıt bir anlamla: Buna karşın yaşam bizzat özden ibarettir; canlı ise saf bir olumsallıktan ileri gelir, gelip bu özü etkiler, ve dolayısıyla bir temel-olgu düzenine girer. İşte yaşam fenomenolojisinin gizemi bu birinci öz ve bu temel-olgu arasındaki eklemlenme hâli dâhilinde bulunur, çünkü temel-olgu sadece birinci özün yoksunluğundan doğabilir.
    * Prof. Dr., Sorbonne Üniversitesi (Paris I Pantheon), Felsefe Bölümü



    1 1 G. Canguilhem, La connaissance de la vie, Vrin, Paris, 1975, s. 32.
    2 2 P. Valéry, Oeuvres II, Gallimard – Pléiade, Paris, 1960, s. 40.