GÜNDELİKÇİ KÜLTÜR YA DA HAYATIN AZİZLİĞİ
Yazar: Selman Bayer
Akışkan Modern Dünya’da Zygmunt Bauman ahir zamanda insanın özgürlüğünü fazlasıyla ucuz bir teslimiyetle takas ettiğini söylüyordu. İnsan bu teslimiyetle beraber çok daha düzenli, renkli, sağlıklı, gösterişli, katı ve en önemlisi önceden kurgulanmış bir hayatın gönüllü kölesi oldu. Konforundaki gelişmeye paralel olarak şahsiyetinde ya da değerinde bir gelişme kaydedilemedi ne yazık ki! Lakin bu konforlu hayatın karşısında asıl gerçek hayatı, temel kaynağı ve tek sırrı olan özgürlüğün gözden çıkarılışıyla, felç oldu. Hayatın felç olması demek insanın bütün varoluşuyla canlılığını paylaştığı gündelik hayatın da felç olması demekti. Mefluç bir gündelik hayatın nesilleri ve çağları güdük bırakacağı gerçeği ise hâlâ anlaşılamamış bir illet olarak muhataplarınca anlaşılmayı bekliyor. Bauman’ın tespit ettiği akılsız alışverişten geri dönüş olabilir mi bilinmez lakin insanın ve hayatın anlamı için bu alışverişin sorgulanması gerektiği ayan beyan ortadadır.
Modern dünya insanı konforla uyuşturup parçalara ayıran bir dünyadır. Bu parçalanma sürecinin kölesi olan çağın insanı ezbere, düzene ve konfora alıştıkça kendi gerçekliğine körleşmekte ve trajik bir şekilde asıl oyun sahası olan gündelik hayatın ciğerleri sönmektedir. Modern hayatın insanı mezkûr konfora alıştırırken kullandığı afrodizyak ya da uyuşturucu elbette kültürdür. Kültür burada faustyen bir anlamda kullanılmaktadır. İnsanın kimliği, statüsü, unvanı ve imkânını doğrudan borçlandığı sanat, ticaret ya da siyasetten müteşekkil bir karışım olarak. İnsan bu kültürün sunduğu imkânlar ölçüsünde alışageldiği rollere; ezberlediği, iştah duyduğu ya da imkânı dâhilinde satın aldığı karakter ve kostümlere dönüşüyor. Byung Chul Han da tam bu dönüşümün ertesinden konuşuyor ve bu dönüşümün etkisiyle hayatı -yani canlılığı- tamamıyla kaybettiğimizi söylüyor.
Ölümün hayatı güzelleştirdiği, ona anlam kattığı hep söylenir. Hayata anlamını verenin ölüm olduğu fikri felsefeden edebiyata hemen her mecrada dile getirilmiştir. Kadim dinlerden ödünç alınan bu fikrin bugün de müşterisi çoktur. Bir yere kadar doğrudur da. Dünya hayatı zaman ve mekânla mukayyet olduğu için bir başlangıç ve sona mecburdur. Hayatın dinamikliği, anlamı ve canlılığının çekiciliğini kaybetmemesi de ölüm sayesindedir. Lakin ölümün başlı başına bir anlam ifade etmesi, yüceltilmesi ya da yok sayılması büyük bir yanlış anlama ya da aşırı yorumdan ibarettir. Diğer yandan hayatın ölüme olan katkısı, ölüm karşısındaki manası üzerine pek düşünülmez. Öyle ki sanki ölüm mutlak, hayat talidir. Canlılık bu tali hayatın semptomu gibidir. Hayata olan öfke, büyüklenme öyle hastalıklı bir raddeye ulaşır ki ölümün bir geçiş olduğu gerçeği bu karmaşık hissiyatın tozu toprağıyla örtülür ve geriye muğlak bir mutlaklık kalır. Ölüm her anıldığında hayatın el pençe divan durması gerekir. Çünkü ona bütün anlamını, güzelliğini ölüm vermiştir. Oysa kadim dinlerden itibaren birçok muhtelif öğretide mutlak ve berdevam olan hayattır. Ölüm sadece bir geçiştir, geçittir. Elbette anlamlıdır ama tali roldedir. Hayatı güzelleştirmesi, çekici kılması ya da hayata kattığı anlam da bu minvalde değerlendirilmelidir.
Yukarıda efradını cami ağyarını mani bir şekilde tarif etmeye çalıştığımız kültür bilinçli ya da bilinçsiz sürekli bu gerçeğin üstünü örtmeye çalışıyor gibidir. Bugün filozoflar, sanatçılar ve hatta gündelik hayatı tanzim etmekle meşgul olması gereken siyasetçiler dahi hayatı küçümser, kerih görürler. Büyük düşüncelerin, büyük imgelerin ya da gayelerin yanında sıradan hayatın, en basit ifadesiyle canlılığın pek bir anlamı olmaz, olamaz. Hayata, gündelik hayata takılan bir insanın insanlık için, barış için, yüksek kültür için yapabileceği pek bir şey yoktur. Dünya, nedense hep başkaları için, gözünü kırpmadan hayatını feda edenlerin, ölümü bir istatistiğe çevirenlerin, canlılığa takılıp kalmayanların, yarını için bugünü gözden çıkarabilecek olanların dünyasıdır. Ölümün vulgarize ya da estetize edilmesi hep bu minval üzeredir. Sıradan insanın, sıradanlığın tahfif edilmesi, insan tekinin hayatını parantez içine alacak kutlu davaların bir vird gibi dillendirilmesi, ancak imkânı olanların yaşam kalitesini artırma ya da doğrudan yaşam süresini uzatabilme olanaklarının yüksek fiyatlarla pazarlanması hulasa topyekûn kültürün insanı uyuşturmaya ve parçalamaya yönelik tavrı hayatın ıskalanmasına ya da yok sayılmasına sebep olur. Kültür insanı bu yolla bir markanın gölgesinde ambalajlayarak hayata geri püskürtür. Artık ne o insan gerçekten insandır ne de o hayat gerçek bir hayattır.
İnsan bu dünyada varlığına dair karmaşık bilmeceyi çözmek için bulunmaktadır. Bilmecenin gerilimi, heyecanı ve sırrı doğrudan burada yani dünyada tecrübe ettiğimiz kadarıyla hayata, canlılığa dair ciddi işaret ve izahat gizlemektedir. Oysa bugünün dünyasında düşüncenin gittikçe muğlaklaşması ve soyutlaşması, sanatın anlama olan husumeti ya da siyasetin sözüm ona evrensel misyonu insanı bu canlılık kaynağından koparmaya çalışıyor gibidir. Ondan kendisine dair anlamı bulma imkânını esirgemeyen, yeri geldiğinde onu rahat bırakabilen ya da ona hiç dokunamayacağı alanlar açan geleneksel dünyanın aksine modern dünya insanı kendine bırakmamaktadır. Moda, sanat, siyaset, edebiyat, düşünce, ticaret insanı sürekli bir şeylerle oyalamakta ve onu bereketli yalnızlığından, hikmetli çaresizliğinden bir insan teki olarak sahip olduğu değerlerden uzaklaştırmaktadır. Kültür, insanı kendi hayatından koparmakta onu hayatın canlılığı, akıcılığı için bir tehlikeye dönüştürmekte ve çözmekle mükellef olduğu bilmeceyi anlamsızlaştırmaktadır.
İnsan bu kültür sayesinde en temel ihtiyaçlarını giderdiği; zaman ve mekânın tecessüm etmiş hâli olan gündelik hayata körleşmiş durumdadır. Büyük ve güzel bir şehrin tam ortasında siyasetin, edebiyatın, sanatın, modanın hülasa kültürün kurumsallaşmış herhangi bir kolunun inşa ettiği muhayyel ve muhannet sitelere hapsolmuştur. Bu sitelerin şarkısı bir fon olarak kulaklarında çalagelmekte, bu sitelerin amentüsüyle amel etmekte, bu sitelerin vaz ettiği keyfe ve kedere talip olmaktadır. Herhangi bir sınıf, statü ya da unvan ayrımı olmadan bütün insanlar için geçerli bir kaderdir bu. Siyasetçisi, akademisyeni, sanatçısı ve hatta sıradan insanı bu sitelerarası yaşamın mahkûmudur. İsmet Özel’in harikulade ifadesiyle insan uzun zamandır hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağırdır. Kültürel agresyonun etkisiyle ortaya çıkan ve sari bir hastalık gibi yayılan bu sağırlığın hayatın her alanında hâkim olması hâliyle canlılığı da tüketmektedir.
Gündelik hayatın kaçınılmaz pratiklerine karşı beceriksizlik mesafesiyle kendilerini örtük bir şekilde yücelten sanatçılarda, şofben açmayı, pazarlık yapmayı ya da İkea’dan aldığı basit bir mobilyayı bile takamadığını tumturaklı ifadelerle anlatan entelektüellerde bunu en doğal hâliyle görürüz. Gündelik hayatın tarih boyunca devam edegelen pratikleri, âdetleriyle tezyin edilen anlama kasteden modern sanatın kör şövalyeleri, bütün hayatlarını bir kurguya dönüştürmeye teşne siyasetçiler, romancılara özenen gazeteciler, finans kapitalin sadık müritleri olan tüccarlar, kendini tanrı sanan devlet başkanları, kendini cumhurbaşkanı zanneden apartman yöneticileri, bütün dünyanın kendisine borçlu olduğunu düşünen hiçbir yerde tutunamamış sıradan vatandaşlar kendilerine uygun buldukları sitede öylesine dokunulmaz hâle geldiler ki bu hastalıklı hâllerini mutlak addettiler.
Elbette bütün bunların en temelinde, doğrudan bir erk sahibi olması sebebiyle siyasetin yeri ayrıydı. Epeydir sadece kendi için var olan bir fenomene dönüşen siyasetin halkın yüceltilmesi, katılımcılık, insanı devre dışı bırakarak onu cinsiyeti, aidiyeti, sınıfı ve hatta tabiiyetiyle parçalara ayıran ve o parçanın hakkını savunduğunu iddia eden birtakım sistemlerle gücüne güç kattığı ehlinin malumu. Ailesinin, yakınlarının ve kendisinin kurduğu hayaller basamağında pek ileri gitmeye soluk yetiremediği için şoförlüğü tercih etmek zorunda kalan bir taksicinin fikrini siyasetin en temeline taşıyabilecek kadar obez bir demokrasiye iman ve itimat eden siyasetçiler, bu hastalıklı amentüyü bir ortodoksiye çevirmeye çalışan iktidarlar ve onun hayli kıvrak ve ziyadesiyle dilbaz melekeleri hâline dönüşen medya ve hemen köşesine iliştirilmiş sanatı da unutmamak gerekiyor elbette. Bütün bu yeni ve etkin teçhizatıyla siyasetin gündelik hayatı, toplumsal canlılığı dişine uygun sitelere bölerek yönettiği aşikâr. Kültürün faustyen bir zulüm makinesine dönmesi de böyle gerçekleşti. İnsan bu makinede parçalarına ayrılıp yönetiliyor artık. Lakin kültürün öylesine güçlü bir kurgulama kabiliyeti ve mahir pazarlama teknikleri var ki bu trajik süreci bir başarı öyküsü olarak okuyoruz maalesef.
Sanki hayatın pratik becerileri düşüncenin önündeki en mühim engelmiş gibi ya da bütün aleladeliğiyle bir taksicinin düşüncesi en çetrefilli siyasi meselelere büyük açılımlar getirecekmiş gibi, parayı yönetenlerin bütün dilekleri yerine getirildiğinde evrensel bir mutluluğa ulaşılacakmış gibi hastalıklı bir anlayışın hâkim olduğu bir dönemdeyiz artık. Entelektüellerin kendi müktesebatlarından utandıkları, cehaletin övüldüğü, anlamsızlığın yüksek bir sanata dönüştürüldüğü, ticaretin sanal ve ezoterik bir alışverişe evrildiği, siyasetin tanrısal bir kıyafet giydirilerek layüsel bir makama yükseltildiği, halkın soyularak takdis edildiği ve dilin bütün omurgasının sökülerek yalnızca kıvraklığıyla eğlendiren bir araca dönüştürüldüğü bir dönemde. Hâliyle mezkûr parçaların ya da sitelerin arasında bütün canlılığını yitirmiş, soluk bir hayatın sürekli yanlış anlaşılan tiz çığlıklarını duyabilmekteyiz.
Bugün kültür artık bu yanlış anlaşılmanın üzerinde yükseliyor. Bu kültürün alışılagelmiş bir ezber olduğu aşikâr. Alışılagelmiş ezberin dışına çıkamadıkları için her entelektüelin, şairin ve hatta siyasetçinin küçümsediği bir hayatı izah etmek, savunmak elbette ki çok zor!
Hayattan kaçan ya da hayata yığınak yapan bir kültürün o hayatı bihakkın anlayamayacağı muhakkak. Artık sanatçı da siyasetçi de tüccar da hayattan kaçıyor. Ölüm güzellemesinin, sürekli çalışmanın, muhayyel birtakım kavramlar için fedakârlık yapmanın bu kadar sık tazim edilmesinin sebebi de bu kaçışı örtme isteğinden başka bir şey değil.
İnsanlığın mukayyet olduğu zaman ve mekânın tam ortasında bulunduğu için kültürün yok sayamadığı gündelik hayatı tevil ederek, aşırı yorumlayarak ya da manipüle ederek etkisiz hâle getirdiğini yukarıda izah etmeye çalıştık. Oysa gündelik hayat insanın olmazsa olmazıdır. Gündelik hayat insanın eylem alanıdır. İnsan tekinin ya da topyekûn insanlığın varlık süresidir. Dünyada olmaklığımızın neticesi ve olagelmişliğimizin ya da olmaya devam edişimizin ifadesidir. Hayatın kutsallığı insandan, değeri ise ölümden dolayıdır. Başlayan ve biten bir şeyin güzelliğiyle tezyin edilmiştir. Öyle ki her an devam eden başlangıçlar ve bitişlerle de canlılığını devam ettirir. Canlılık ruhla bedenin izdivacıdır. Ruhun bedene, bedenin ruha üstünlük sağlayamayacağı; ancak bir ve uyumlu olduklarında devam eden bir hâlin ifadesidir. Canlılık tarihsel olarak insanın, sosyolojik olarak toplumun muharrik kuvvetidir. O kaybolduğunda kartlar yeniden karılır ve yeni bir oyun yeni bir tahaddi söz konusu olur. Her an başlayan ve biten bir hayatın ruhu da bu canlılıktır ve görünür olduğu, tezahür ettiği alan gündelik hayatın ta kendisidir. Yani insanın sosyal bir fert olarak diğer insanlarla birlikte hayatiyetini devam ettirdiği ve o bitevi başlangıçlar bitişler oyununa bizatihi katıldığı yerdir.
Hayatın olmadığı yerde ölüme bir anlam yüklemenin imkânı yoktur. Diğer yandan semavi dinlerin dediği gibi eğer hayat bu dünyadan önce var olduğu gibi bu dünyadan sonra da berdevam olacaksa asıl olanın ölüm değil hayat olduğu da ortadadır.
İnsan her şeyden evvel gündelik hayattır. Fiziki bedeninin var olduğu uzamda eyledikleriyle vardır ve oradan yine aynı şekilde uğurlanacaktır. İster bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu söyleyen semavi dinlerin isterse başka bir dünyayı kabul etmeyen seküler öğretilerin ışığında olsun var olageldiği fiziki alanın kurallarıyla yaşayacak ve gidecektir. Bir mimar ya da romancı kendi mahallesinde dolaşırken bir insan olarak dolaşır. Yatarken, yemek yerken, ailesiyle vakit geçirirken ya da komşusuyla tartışırken ve en nihayetinde bu dünyadan göçerken bir mimar ya da romancı olarak değil bir insan olarak göçer. O yüzden öldüğünde eserleri değil kendisi gömülür. O yüzden alışveriş yaparken cümleleri ya da eskizleriyle değil gündelik hayatın kaideleri gereği parayla alışveriş yapar. Çarşıda, pazarda, evde, okulda nefes alıp verdiği, sosyalleştiği ve bütün varlığıyla var olageldiği kamusal hayatın bütünüdür.
İnsan bu kamuda yaşar. Her türlü insani ihtiyaçlarını bu kamunun kuralları çerçevesinde giderir. Kamuya mecburdur. Ama nihayetinde gönüllü bir mecburiyettir bu. İnsan kendisine sunulan hayatı, kendisine sunulan olanaklar çerçevesinde, kendisine sunulan vakit kadarıyla yaşar. Onun bu yaşam serüvenini kuşatan hayatiyetini temin eden, örten, muhafaza eden şey gündelik hayattır. Burada bütün hissiyatıyla, beşeriyetiyle, adabı, kültürüyle kendini yaşar. Kendini teşhir etmez. Yani kendini bir vitrin süsü olarak, bir sahne sanatçısı olarak, bir nesne olarak sergilemez. Oysa Baudrillard’ın dediği gibi bugün her şey, herkes yaşamaktan ziyade görünmek istemektedir. Görünmek isteği yaşamı örten bir karanlıktır. Görünmek isteği bütün doğallığıyla göze girmesi, göze çarpması gerekeni ısrarla göze sokmaya çalışmaktır. Görünmek isteği insanı insanlığından eden bir terördür. Dolayısıyla doğrudan gündelik hayata ve canlılığa kasteder.
Bu hâl çağın ruhunun şeytani bir anlaşma yaptığı faustyen kültürün en temel hammaddesidir. Hem sanat hem siyaset hem ticaret insan tekini, iktidar arzusuyla, bu hâlin karışımından mülhem kimyevi bir karışımla alık bir köleye, şaşkın bir izleyiciye ya da iştahlı bir müşteriye dönüştürmektedir. Bu karışım sayesinde gündelik hayatın canlılığına kastetmekte ve sokaklardaki yüce sıradanlığı bir metaa dönüştürerek kurutmaktadır. Baudrillard buna “hazır-nesnelik” hâli diyordu. Hazır nesne demek öznelliğin askıya alınması demektir. İnsan artık eleştirerek güzeli savunan, biriktirerek zenginleşen, oy vererek dünyayı değiştiren ve simsarları tarafından belirlenen fiyatları ödeyerek dünyayı güzelleştiren bir robota dönüşüyor bu hazır-nesnelikte.
Bu hâliyle bakıldığında birbirlerine fazlasıyla düşman gösterilmeye çalışılan sanat ve siyaset aslında perde arkasında kotarılan bir anlaşmayı gözeterek rollerini oynayan iki müttefikten başka bir şey değiller. İkisi de hâlihazırdaki meşrepleri ve itikatlarıyla gündelik hayatı anlamsızlaştırarak insanı kökünden ediyor ve onu bir sera ürününe çevirmeye çalışıyor. Siyaset ondaki muktedir potansiyeli tahrik ederek dünyayı kötülüklerden kurtaracağını iddia ederken, sanat onun bakışındaki kiri tozu devre dışı bırakarak dünyanın güzelliğiyle baş başa bırakacağını söylüyor. Oysa gündelik hayatın sırrı teslim olmanın güzelliğini görebilmektedir. Fakat buradaki teslimiyetin yazının başında ifade edildiği şekliyle kurnazca bir takasın neticesinde elde kalan teslimiyet olmadığı açıktır. İnsanın kendi bütünlüğüne ve canlılığına kasteden faustyen kültürün etkilerinden sıyrılıp kendi hayatının sırrını keşfettiğinde idrak edeceği müsekkin bir teslimiyettir. Bu teslimiyetin karşısında pazarını ve değerini kaybetme korkusunu yaşayan kültürün elbette ki bütün varlığıyla insanın zihnini karıştırmaya çalışması normaldir. Bu kültüre karşı uyanık olmak ve ona karşı bütün canlılığı ve sıradanlığıyla bize saf insanlığımızı vadeden gündelik hayatın safında olmak gerekir.
Sanatın Komplosu’nda Baudrillard “Kültürü ne kadar korursak elimizde o kadar fazla atık oluyor sahte başarılar, sahte teşvikler…” derken bunu kastediyor gibidir. Böylesi bir kültürel eylem gündelik hayatın karşısında konuşlandığında kendisini sınırlayacak değer yargılarından da sıyrılıvermiş oluyor. O yüzden sadece tüccarlar odasına, bakanlar kuruluna ya da fildişi kuleye gönderilen bir peygamberi hiç kaydetmedi tarih. Hâlbuki böylesine bir mazhariyete muhatap kılınmış gibi davranmakta pek mahir görünüyorlar. Kendilerini ele verdikleri yerse bütün sıradanlığıyla hayatımızın ortasından duran gündelik hayata karşı tavırları elbette.
Bugün hayatı sona erdiren, hayatın sona erdiğini gizlemeye çalışan bir kültürle karşı karşıyayız. İnsanın gündelik konforunu, güvenliğini, keyfini tamamıyla göz ardı eden bir anlayışın epeydir onu büyük resimler, şiirler ve davalarla kandırdığı biliniyordu. Bugün artık o insanın da ancak bu sentetik kültürel alanda boy gösterdiğinde gerçekten var olabileceğine dair bir inanç pompalanıyor. Yine de hayat tam da inatla baktığımız ya da gözlerimizi kaçırdığımız yerde duruyor. Her sabah hemen her şeyi unutup yeniden başlayacak kadar geniş mezhepli ya da bir kini olağan bir şeymiş kabul edip bütün semptomlarından arındırarak bünyesinde eriten sağaltıcı yanlarıyla gündelik hayat insanı bekliyor. Bugün kendi kusurlu kurgusunda kurum kurum kurulan kültürün teğet geçtiği bu cazibe belli ölçüde bir kıskançlığın dahi filiz vermesine müsaade etmeyecek kadar kör bir mühürle mühürlenmiş gibi. Biriktirdiği her şeyi neticede yine gündelik hayata yatıran, gizleyen, aktaran kurgucanlı olarak insanın bu laneti görmemesi bizatihi icra ettiği kültürel eylemin yan etkisi. Doğrudan etkisi ise kendisini tanrılamak elbette. Baudrillard “İkona tapanlar, Tanrı’yı en yüce hâliyle temsil ettikleri iddiasında olan kurnaz insanlardı, oysa gerçekte, imgeler yoluyla Tanrı’yı taklit ederek onun varlığına ilişkin sorunun üzerini örtüyorlardı.” der. İnsanın faustyen kültürün etkisiyle kendini tanrılaması böylesi bir illüzyondan ibaret. Neyse ki günlerin inatçı devamlılığıyla kültüre meydan okuyan gündelik hayatın bu inadı illüzyonun etkisini de bir nebze azaltıyor.
Gündelik hayatın mucizevi olağanlığından illallah edip bir süreliğine kendi kültürel pazarına çekilen kültür de öyle hemen teslim olmuyor hâliyle. Bizatihi gündelik hayatın kendisi için çalıştığını söyleyerek onun canlılığına kastediyor. Sıradan insanı anlatmak, onu yüceltmek, onun rahatı için üretimde bulunmak, şehirler imar etmek ya da birtakım düzenlemeler yapmak ve kanunlar geçirmek için var olduğunu iddia ediyor.
Bu anlamda kültüre bulaşan insan nihayetinde gündelik hayata dönebildiği ölçüde makul sayılabilir. Lakin bugünün insanı bütün canlılığı ve teskin ediciliğiyle gündelik hayattan kaçmak için sürekli bir çıkış araması; yani sanata, siyasete ya da başka birtakım kültürel uyuşturucu imkânlara temayül etmesi tam da bu makullüğün olmadığını gösteriyor. İnsan içine doğduğu dünyanın, kuralını, kaidesini, âdetini, hususiyetini idrak edip ona göre amel ettiği ölçüde insan oluyor. Zihniyet, kültür, aidiyet, statü farklılıklarının silinip belirsizleştiği bir alanda kendisiyle hesaplaşma, kendisini farklı ve canlı aynalarda görebilmek imkânına sahip olduğu için dört başı mamur bir imtihanın müşterisi oluyor. İnsanın bu imtihanını, bu hayatiyetini ve hatta mecburiyetini görmezden gelecek, ihmal edecek her türlü kültürel janr, unsur ya da eylemin gündelik hayatın canlılığına kastedeceği aşikâr.
İnsanı olduğundan büyük gösteren, vicdanı, mahremiyeti, merhameti ve hatta öfkeyi kurgulayarak gündelik hayatın canlılığına kasteden kültürün güdümünde maişetini az ya da çok temin eden herkes için geçerli yaygın bir illet vardır: Kültürel kastrasyon. Hayatla arasındaki doğal alışverişin seyrine kasteden bu kastrasyonun insanı istediği kadar hayatın içerisinde olsun, istediği kadar baştan aşağıya bulandığı bir sıradanlıkla kuşatsın neticede sari bir hastalığın aktif taşıyıcısı olarak teşhis ve tecrit etmemiz gerekecektir. Komşusunun derdinden haberdar olmayan ama komşusunun derdinden haberdar olmayan muhayyel insanı kınayarak kendisini temize çıkaran bir amorf tiptir bu. Yaptığı, eylediği ne varsa neticede çoktan kaybettiğimiz insanlığın kalıntılarına bir enstalasyon ya da Türk işi restorasyon olarak telakki edilebilir. Bugün kültürün gündelik hayata dair söyledikleri agoni sürecindeki kâh geç kalmış bir aydınlanmanın suhuletini, kâh birikmiş bir pişmanlığın ağırlığını yüklenen karizmatik sayıklamalardan öteye bir mana ifade etmemektedir.
İnsan buradadır. Gündelik hayatın tam ortasındadır. İnsanın canlılığı sosyal bir varlık olarak; medeni bir vatandaş, komşu, müşteri, muhatap olarak bulunduğu sürece devam eder. Entelektüel seviyesi, ideolojisi, sınıfsal ya da kültürel aidiyeti onun farklı hâllerde giyinip soyunduğu kıyafetleri gibidir, hayatın sıradanlığı içerisinde pek bir anlam ifade etmez. Nitelikli bir akademisyen olarak yaşadığı apartmanın kapıcısından daha yüce değildir. Avangart bir sanatçı olarak ikamet ettiği mahallenin terzisinden daha değerli değildir. Hamaseti bol agresif bir bürokrat olarak yaşayageldiği muhitin diğer mukimlerinden daha vatansever değildir. Yüklü serveti ve yarattığı istihdamla gururlanan bir işveren olarak kendi hâlinde yaşayan bir esnaftan çok daha hamiyetperver kabul edilemez. Bağırıp, çağıran birtakım yüksek ve ortak değerleri diline pelesenk edip kendi partisinin tekeline alan bir siyasetçinin hayatını büyüklerinden aldığı ahlak kadarıyla sessizce yaşayıp giden sıradan bir vatandaştan daha mübarek olduğunu iddia etmek hiçbir akla ve vicdana sığmaz. İnsanı bölmek kimsenin haddi değildir. Bütün bu kültürün müntesipleri istedikleri kadar güçlü, meşhur, zengin ya da zeki olsunlar gündelik hayatın insanlarıyla muhatapları, muarızları ya da müşterileriyle paylaştıklarından çok daha fazla paylaşım yaptıkları bir hayatın içindedirler. Bunu kabul ettikleri ölçüde medeni, bunu kabul ettikleri ölçüde ahlaklı, bunu kabul ettikleri ölçüde insan olabileceklerdir. İşte o zaman hayatın, canlılığın yeniden yeşerip filiz verdiği zamanlara ulaşabileceğiz.