HATIRALARI IŞIĞINDA DARYUŞ ŞAYEGAN’IN DÜNYASINA GİRİŞ DENEMESİ1
11 Bu yazı Daryuş Şayegan’ın henüz bir kısmı yayımlanmış olan hatıralarından yola çıkılarak kaleme alınmıştır. Bkz. Şayegan, Daryuş, “Hatırât: Kıssa-ı Yek Gosest”, Mecelle-i Buhara, 124 (1397 hş.), 89-169.
Yazar: Turgay Şafak
Türkçeye Yaralı Bilinç, Melez Bilinç, Batı Karşısında Asya ve Din Devrimi Nedir? adlı kitapları çevrilmiş olan İranlı düşünür Daryuş Şayegan Tahran’da annesi “Osmanlı Gürcü’sü” babası Tebriz Türk’ü varlıklı bir ailede dünyaya gelir. Hayatı hakkında alınan kararların çoğunda kendisinin bizzat etkisi olmamıştır. Ölümünden sonra bir kısmı yayımlanan hatıralarında bunu bizzat şöyle dile getirir.
“Ne zaman dikkatli bir şekilde çocukluğumu yani büyüdüğüm ortamı, eğitim ve öğretim şeklimi, ait olduğum toprakları düşünsem ve uzak geçmişteki hatıralara gark olsam benim hakkımda alınan kararların hiçbirinden haberim yoktu ve bunlar benim görüşüm sorulmadan alınmıştır. Daha ilginç olanı benim hayatım ve geleceğim hakkında karar verenlerin de en az benim kadar verdikleri kararlar hususunda kafaları karışıktı. Bu konu hakkında sorduğum sorulara hiç cevap alamadım.”
Ailesinin almış olduğu bu karar onun daha sonraki hayatını şekillendirmiştir. Niçin Tahran’daki Lazarist rahipler tarafından kurulan Fransız okuluna gönderildiğini, ardından lise eğitimi için on beş yaşında İngiltere’ye niçin gittiğini ve almış aldığı bütün Batılı eğitime rağmen niçin klasik İran ve Hint düşüncelerine merak sardığını hiçbir zaman anlayamamıştır. Bu onu hiçbir kimlikle bağı olmayan, ciddi hiçbir şeyle ilgi kuramayan birisi hâline getirmiştir. İranlı olduğu için kendisi ile aynı okulda bulunan yaşıtlarıyla aynı düzeye gelebilmek için binlerce şeyi öğrenmesi gerektiğinin farkındaydı. Bu onun zihninde daha sonra eserlerinde inceleyeceği “tarihte tatil” “tarihe geç kalmışlık” gibi kavramların ilk oluşma safhası olarak değerlendirilebilir.
Yaşamını belirleyen, kararlarını etkileyen olaylar, uzun süren yenilgiler, çöküşler, savaşlar ve kopuşlar bir gölge gibi onu takip etmiş ve Şayegan’ın düşünce tarzını şekillendirmiştir. Şayegan kendisini bütün bu hadiselerin meşru evladı olarak nitelendiriyor ve bu kopuşun kaynağını bulmak, kaderin tılsımını çözmek için çabalamaya başladığını dile getiriyor. Dünyaya bakışını, varoluş tarzını içinde bulunduğu ve kendi iradesi ile dâhil olmadığı olaylar belirlemiştir. İçinde bulunduğu durumun şuuruna vardığı zaman bir planın şeması olduğunu ve o şemaya şekil verenin ve dünyada olma tarzını belirleyenin insan-ötesi bir varlık olduğunu kabul etmiştir. Lazarist rahipler tarafından kurulan Fransız okuluna başlayıncaya kadar yaşadığı konakta Ermeni dadısı, Osmanlı Gürcü’sü Sünni annesi, Tebriz Türk’ü babası ve diğer aile fertlerinin anlattığı masallar, menkıbeler, imamzade ziyaretleri ile geçen bir çocukluk yaşamının sonraki yıllarını derinden etkilemiştir. Yazdığı son kitaplardan birisi olan Yeni Büyülenmişlik: Kırk Parçalı Kimlik ve Seyyar Düşünce adlı çalışmasında bahsettiği çok kültürlülük muhtemelen Şayegan’ın zihninde çocukluğundan yer etmiştir. Fransız okulunda tarih dersi dikkatini çekmiştir. Geçmişte bazı olaylar meydana gelmiş, insanlar bugünkünden faklı yaşamışlar, farklı şeylere inanmışlardı. Antik, Orta, Yakın Çağ, Rönesans, Klasik Dönem, modern dönemler gibi sınıflandırmalar beşerin ilerlemesini gösteren kazanımlarla doluydu. Bir yandan okulda Avrupa müfredatı ile eğitim gören Şayegan diğer tarafta konakta özel öğretmeninin yanında Fars edebiyatının klasikleri olan Şehnâme, Gülistan, Bostan ve Hâfız Divanı gibi eserleri okuyordu. Şu soru her zaman kafasını karıştırıyordu: “Peki ben neredeyim, hangi çağda yaşıyorum? Yeni Çağ’da mı yaşıyorum yoksa Orta Çağ’da mı?”
Şayegan Fransız okulunda aldığı eğitimle evde özel öğretmeninden öğrendiği bazı şeyleri karşılaştırmaya çalıştığı ancak içinden çıkamadığı zaman aslında iki farklı zamanda yaşadığının farkına varır. Birincisi azametli bir geçmişe sahip ancak bugünün dünyasına intibak etmekte çok zorlanmış, âdeta taşlaşmış; diğeri ise dinamik ve değişken.
İki farklı zamanın çarpışma noktasında ikisini birbirinden ayırma gücüne henüz sahip olmaksızın kaçınılmaz çatışmalara ve sert çelişkilere maruz kalmıştır. Artık dünyaca ünlü bir düşünür olduktan sonra çocukluk yıllarını düşündüğünde birçok şeyin farkına varmadan, gayet sıradan bir olaymış gibi tepki verdiğini hatırlamaktadır. O da herkes gibi ülkesinin kalkınmakta olan ülkeler arasında yer aldığını, İran’ı tarihin dışına iten birkaç asırdır içinde bulunduğu durağanlıktan kurtulması gerektiğini ve sömürgeci büyük devletlerin ülkesini ikiye bölerek sömürdüklerini düşünüyordu.
Şayegan yaşadığı bütün bu kafa karışıklığı ve gelgitlere rağmen sahip olduğu şahsi özellikler ve yetiştiği ortamdan kaynaklanan sebeplerden dolayı ülkesinin geçmişine dair derin bir gurur hissediyordu. Ona göre Med İmparatorluğunun kuruluşundan Sasani İmparatorluğunun yıkılışına kadar 150-200 yıllık Selevkus dönemi hariç tarih boyunca İran’ın siyasi ve kültürel hâkimiyeti devam etmiş, geniş bir coğrafyaya hâkim olmuştur. On altı veya on yedinci asırlarda çöküş veya daha iyi bir ifade ile kültürel ve siyasi olarak duraklama başlamıştır. Peki, ama neden diye sorar Şayegan. Niçin böyle olmuştur? Hayatı boyunca bu sorunun cevabını aramış ama ikna edici bir cevap bulamamıştır. Bu sorunun cevabını bulmak için üniversite eğitimini tamamlar tamamlamaz ilgisini ciddi bir şekilde Asya medeniyetlerine yöneltmiştir. Yaptığı araştırmalardan ilginç bir sonuca ulaşmıştı. Bütün bu medeniyetler aynı dönemde on yedinci asırda tarihin dışına çıkmışlardır.
Arada kalmışlık Şayegan’ın bir nevi kaderi olmuştu. Ya alınyazısına teslim olup her türlü sorumluluğu reddedecekti, çünkü elinden bir şey gelmiyordu, ya da tersine alın yazısına karşı mücadeleye girişecek onunla çatışacaktı.. O, orta yolu benimsemeyi tercih etti. İki düşünce tarzı arasında sıkı bir ilişki olduğunu düşünüyordu. Henüz Avrupa’ya gitmeden önce 1940’larda Ömer Hayyam’ın rubaileri ile tanışmış ve gece gündüz sürekli onu okumuş, hayatın muammasını rubaileri okuyarak çözebileceğini düşünmüştü. Hayyam’ın düşünceleri uzun yıllar onu terketmemiş, muhtelif bilim dallarında okumalar yaptığı dönemlerde dünyanın geçiciliği fikri peşini hiç bırakmamıştı.
Şayegan’ın kendisi hakkında cevaplarını aradığı bazı sorular şunlardı: Niçin Batı felsefesine bu kadar ilgi duymuştu? Aynı şekilde Hint felsefesi ve nazari İran tasavvufuna niçin merak sarmıştı? Çocukluğunda almış olduğu “ikili” eğitimin onda meydana getirdiği kopuşa bir cevap bulmak, içindeki deruni susuzluğu gidermek içindi bu yönelişlerin hepsi.
O, teorinin darlığında sıkışmıştı, İranlıydı, Fransız okuluna gidiyordu, her şeye ilgi duyuyor ama hiçbir şey bilmiyordu, Ömer Hayyam’a âşıktı, bir ütopyada yaşıyordu, içinde bulunduğu muhit ile bir bağ kuramamıştı. Kültürel olarak büyük şairler ve ariflerden oluşan uzun bir silsilenin mirasçısıydı. On ikinci ile on yedinci asırlar arasında parlayan, büyüyen bu miras sonra sessizliğe gömülmüştü. Sanki tarihte tatile çıkmıştı. Bu parlak geleneğin etkisi o kadar derindendi ki Şayegan’a göre İranlıların bütün düşünce gelenek ve yaşam tarzlarını kuşatıyordu. Atalarımız her şeyi yapmışlar, her şey üretmişlerdi biz talihliler de onların ürettiklerinden faydalanıp övünüyorduk ona göre. Bu sadece İran için değil belki bütün bölge ülkeleri için geçerli bir yargıydı. Özellikle “tarihte tatile” çıkmış milletler için.
Daryuş Şayegan Fars edebiyatının klasiklerini okumuş, önemli beş şairi hakkında kitap kaleme almış, Hint Felsefesi hakkında akademik çalışmalar ortaya koymuş, İslam tasavvufunu Allame Tabâtabâî’nin dizinin dibinde öğrenmiş bir İranlı olarak bütün araştırmalarından, tecrübelerinden sonra şöyle diyordu: “Dünya sürekli değişmekteydi, ancak biz geleneğin heybetli ve gösterişli kıyafetleri içinde değişmeksizin durmaktaydık. Zamana ve mekâna karşı mücadele ediyorduk. Bizi oraya ağaç gibi dikmişlerdi sanki.”
Şayegan asırlar arasında yolculuk hâlindeydi. Bir taraftan klasik edebiyat okurken bir taraftan Batı düşüncesini takip ediyordu. Kendisine kayıp zamanı bulmayı, istem dışı olarak kendisine miras olarak ulaşmış bu kopuşu ortadan kaldırma görevi vermişti. Bunun için de kültürlü insanların seviyesine ulaşmalıydı. Şayegan kafasında bu tür sorular sorarken ailesi onun mühendis veya doktor olmasını istiyordu. Kelimenin tam anlamıyla Batı gibi kalkınmanın yollarını arayan her toplum nezdinde itibar gören mesleklerdi bunlar. Türkiye’de de olduğu gibi sosyal bilimler teveccüh görmezdi. Bu tür bilim dallarında eğitim almak abesle iştigaldi toplum için.
Tıp okumak için İngiltere’nin yolunu tutan Daryuş Şayegan öncelikle bilim diploması almalıydı ancak çok da istekli değildi bu işe. Onun ilgisini edebiyat, resim, tiyatro, bale ve felsefe çekiyordu. Roman okumaya da bu yıllarda merak salmıştı. Romana olan merakı hayatı boyunca artarak devam edecekti. Son kitabının Fransız romancı Marcel Proust hakkında olması tesadüf olmasa gerek.
Tıp eğitimi alıp almama konusunda yaşadığı bütün tereddütlere rağmen Cenevre Üniversitesi Tıp fakültesine başladı. Ancak çok kısa sürede tıp okumak için uygun bir kişi olmadığının farkına vardı ve hemen vakit kaybetmeden bölüm değişikliği için dilekçe yazmaya karar verdi. Bu konuda babasını ikna için de en uyun bölümün siyaset bilimi olacağını düşünmüştü. Oğlunun gelecekte diplomat olacağını düşünmek bir babanın gurur duyacağı bir şeydi. Siyaset bilimi derslerine başladıktan sonra içindeki iştiyak ve öğrenme isteği iki katına çıkmış başta edebiyat, felsefe, tarih ve antik diller olmak üzere sosyal bilimler alanındaki pek çok dersi takip etmeye başlamıştı. Onu en çok heyecanlandıran ve dersleri için sabırsızlandığı felsefeye ilaveten Hint düşüncesi ve İslam tasavvufuna da ilgi duymaya ve Sanskritçe öğrenmeye de bu yıllarda başlamıştır. Hiçbir şeyi ayırt etmeden içine çeken bir sünger gibi bulduğu merak ettiği her şeyi okuyordu ama kendi ifadesi ile hiçbir şekilde eleştirel bir bakış açısına sahip değildi. Çocukluktan ruhuna işlemiş olan itaat psikolojisi isyan etmesinin, eleştirmesinin ve şüphe duymasının önüne geçiyordu.
Amerika’da tam da karşıt-kültür akımının gürültü kopardığı ve isyankâr gençliğin her yerde ayaklandığı bir dönemde Şayegan kendi fildişi kulesine çekilip Hint düşüncesinin dünyadaki rolünü kavrayabilmek için Sanskritçe metinlere gömülmüştü. Bu gönüllü sürgün onun dünyada meydana gelen hadiselere karşı ilgisiz olmasına yol açmış hatta Kennedy’nin öldürülmesi onun için çok anlam ifade etmemişti. Martin Luther King’in Amerikan ırkçılığına karşı başlattığı hareketi, hippi hareketini hatta bütün dünyada konuşulan woodstock konserlerini hep sonradan takip etmiştir. Bu yıllarda dünya ile olan ilişkisini kesmişti. Bu yılların hâsılı olarak 1967 yılında iki ciltlik Hint Dinleri ve Felsefi Okulları adlı çalışması yayımlanmıştır. Ünlü şarkiyatçı Henry Corbin ile tanışması ve İslam tasavvufuna yönelmesi de bu yıllara denk gelmiştir. Tasavvufa dair klasik Farsça eserleri okumuş, Arapça öğrenmiş ve nazari irfan hakkında yaşayan âlimlerden birisi olan Allame Tabâtabâî ile tanışmış ve uzun süre yanında bulunmuştur.
Manevi tecrübelere çocukluktan beri ilgi duyan Şayegan Hint düşüncesine ilgi duymaya başladığı yıllarda İsviçre’de katıldığı bir yoga meditasyonundan büyük bir özlem ve hayranlıkla bahsetmektedir. Tahran’a gelen bir Japon ok sanatçısının söylediği söz onu çok etkilemiş ve benzer şeyler hissetmiştir. Kendi konaklarının bahçesinde bir gösteri yapan Japon ustanın yanına büyük bir heyecanla gidip “Bir kişinin bunu tam anlamıyla öğrenmesi ne kadar sürer?” diye sorar. Usta büyük bir dinginlikle “Doğru bir şekilde yolda yürümesini öğrenmem yirmi yıl sürdü.” cevabını vermiş ve bu Şayegan’ı çok etkilemiştir.
Tahran’a döndüğü yıllarda Tahran Üniversitesinde felsefe hocası olan Seyyid Hüseyin Nasr ile tanışan Şayegan, Nasr’ın Frithjof Schuon’un şeyhi olduğu tarikatın İran’daki temsilcisi olduğu ve onun evinde düzenlenen zikir meclislerine katıldıklarını anlatmaktadır. Nasr ile tecrübe ettiği tasavvuf Şayegan’ın aradığı sükûneti verememişti. O daha çok meditasyona benzeyen murakabeye yatkın olarak görüyordu kendisini. Daha sonra 1967 senesinde doktora eğitimi için Paris’e gittiği yıllarda Frithjof Schuon ile tanışan Şayegan onu bir mürşitten ziyade bir dinler tarihçisi olarak gördüğünü ve kendisi üzerinde hiçbir etki bırakmadığını söylemektedir. İslam tasavvufunun temel konularını İran’da, kendi ifadesi ile „yaşayan ariflerin huzurunda“ okumuş olan Şayegan’a göre Frithjof Schuon’un sözleri taklitten ve önceden bilinenlere Batı sosu katılmış bir durumdan ibaretti. Orada müritlerin hareketleri, kılık kıyafetleri ve davranışlarından bir tiyatro izlenimi edinen Şayegan, herkesin önceden kendilerine tevdi edilen rolü oynadıkları gibi bir hisse kapılmıştır.
Şayegan’ın manevi tecrübelerinden bir diğeri İran’ın Pave şehrinde katıldığı Kadiri tarikatına mensup dervişlerin zikir törenleridir. 1960 yılında Tahran Üniversitesinden bazı hocalarla yapmış oldukları ziyarette dervişlerin daveti ile zikir meclisine katılmışlardı. Henüz şehre girmeden uzaktan dervişlerin zikir sesleri kulaklarına ulaşmıştı. Şayegan o anı şöyle anlatıyor: “Kalp atışlarımızın şimdi bütün evrenin sesi hâline gelen bu semavi nağmelere eşlik ettiğini bütün vücudumuzla hissediyorduk.” Dervişlerin gösterdikleri olağanüstü hâller Şayegan’ı derinden etkilemiş ama bu cünun-âmiz hâllerin kendi hâletiruhiyesine uygun olmadığının farkına varmıştır.
Şayegan hayatı boyunca farklı düşünceleri tecrübe etmiş, farklı düşünürlere hayranlık duymuş bir düşünürdür. Bazı dönemlerinde bazen Rene Guenon’u, bazen Kant’ı takip etmiş, bazen idealizme bağlanmış, ardından Heideggerci olmuş, bazen Frankfurt ekolünün takipçisi, sonraları Foucault ve Deleuze hayranı olmuştur. Eserlerini gençliğinde okuduğu Rene Guenon’u modern ideolojiler gibi kendisini merkeze alan bir sistem kurucu olarak tanımlamakta ve modernizm eleştirilerini indirgemeci ve basit bulmaktadır.
Her hâliyle Şayegan’ın hayatı ve kitapları iki dünya arasında kendine bir yer bulmak isteyenler için bir meydan okuma olarak güncelliğini korumaktadır.
↑1 | 1 Bu yazı Daryuş Şayegan’ın henüz bir kısmı yayımlanmış olan hatıralarından yola çıkılarak kaleme alınmıştır. Bkz. Şayegan, Daryuş, “Hatırât: Kıssa-ı Yek Gosest”, Mecelle-i Buhara, 124 (1397 hş.), 89-169. |