ZİHNİN AYNASINDA “BEN”
Yazar: Kaan Özkan
Bilinç problemi, örtük ya da açık, zihin felsefesi çalışmalarını çok erken dönemlerden itibaren meşgul eden başlıca problemlerdendir. Öte yandan, alanın modellemeye biraz daha yatkın konularındaki görece açıklığın bilinç söz konusu olduğunda yerini bir bulanıklığa bıraktığını söylemek yanlış olmaz. En azından, meseleyi tartışırken hissedilen rahatlık konusunda bunu görmek mümkün. Örneğin algı felsefesi çerçevesindeki bir tartışma daha baştan, bir sonuca varılabilir kabulüyle yürütülürken, bilinç için bu, genellikle uzak bir ihtimal olarak görülür.
Bilinç ve onunla bağlantılı konuların içerdiği güçlük, bizi bu kapsamdaki bir dizi sorunun tartışılması gerekliliğiyle de yüz yüze bırakır: Bilinç nedir? Bilinç sahibi olmak ne demektir? Bilinç ile farkındalık arasında bir ayrım gözetmek mümkün mü? İnsanın tüm deneyimlerinin bilinçli olduğu söylenebilir mi? Bilincin katmanları var mı? Ya zihin? Zihin deyince bilinçten farklı olarak ne anlıyoruz? Kendinin bilincinde olmak ne demektir? Yapay zekâ, tartışmanın neresinde? Kendinin bilincinde bir yapay zekâ düşünülebilir mi?
Bu ve benzeri bütün sorular bilinç problemini en azından sağlıklı bir biçimde tartışabilmek için bazı kavramlar arasında dikkatli ayrımlar yapılması gerektiğine işaret ediyor. Ben bu yazıda nörobilimsel bilgiden de yararlanarak bilinç ve zihin kavramlarına yönelik felsefi çözümlemeye girişeceğim. Ardından, bunu yapay zekâ tartışmasına bağlamayı deneyeceğim.
Ancak, tüm bunlardan önce bu tartışmada kritik bir ayrımı temsil eden “bilme” ve “deneyimleme” (diğer bir ifadeyle, bilgi ve deneyim) kavramları arasındaki farklılığın ve/veya ilişkinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
İhmal Edilmiş Bir Ayrım
Özellikle Descartes’la birlikte şekillenen modern düşüncenin, tarih sahnesinde yerini almasıyla insan, bilen varlık olarak tanımlanmaya başladı. Nitekim Descartes’ın, üzerine kafa yorduğu temel problem de çeşitli kereler ifade ettiği üzere epistemolojikti, yani bilgi sorunlarıyla ilgiliydi. Descartes bu doğrultuda varoluşu itibarıyla dış dünyaya ya da Başkası’na ihtiyaç duymayan, akıl sahibi bir özne tasavvurunda bulunuyordu. Böylelikle, Descartesçı düalizm olarak bilinen bu görüş özne ile nesne arasına aşılamaz bir duvar ördü. Bir yanda salt akıl sahibi olma özniteliğini taşıyan özne bulunuyorken, diğer yanda yer kaplama özniteliğini taşıyan cisim dünyası bulunuyordu. Bu ayrımın doğal sonucu, Descartes’ın öznesinin karşımıza epistemik bir özne olarak çıkması oldu. Yani bu özne, yaşayan, deneyimleyen değil, bilen özneydi.
İnsanın bilme edimiyle öne çıkması ve onun aracılığıyla tanımlanması, Orta Çağ’dan çıkıldığı göz önünde tutulursa yadırganacak bir şey değil. Ancak, Descartes’ın yaptığı ayrım, her ne kadar bizim bilme gayretimizi ortaya koymada doğru ve verimli bir noktaya işaret ediyor olsa da insanı tanımlamada eksiklikle maluldür. Gerçekten de bir konu veya nesneyi bilme çabası içerisine girdiğimizde o şeyi kendimizden ayırır, ona dışarıdan bakar ve onun hakkında bir düşünme gerçekleştiririz. Bunun sonucunda da bir bilgi ortaya koyarız. Kendimizi bilmekten doğayı bilmeye kadar her tür bilme sürecinde bu yolu kat ederiz.
Ne var ki, bu akış insanın yaşam deneyimi bütünlüğünde sadece bir momenti yansıtır. Dolayısıyla, insanın yalnızca bilen varlık olarak tanımlanması onun eksik anlaşılmasına yol açar. Zira insan aynı zamanda deneyimleyen varlıktır da. Daha önemlisi, deneyimin her zaman bilgiyi öncelemesidir. Başka bir ifadeyle, bilgi ancak deneyim zemininde kurulur. Descartes’ın yaptığı çözümlemenin yarattığı yanılsama ise, deneyimin ihmaliyle şekillenmiş bir insan tasavvuru olmuştur. Oysa insan, tarihi boyunca, en geniş anlamıyla deneyimlerinden hareketle, onları çözümleyerek bilgi üretmiştir. Ayrıca, insanı var eden bu iki düzlem nitelikleri itibarıyla da birbirinden oldukça farklıdır. Bilme faaliyetimiz doğruluk, kesinlik, çözümleme, mantığın ilkeleri gibi kavramları gözetirken; deneyimlerimiz çok-anlamlılık, muğlaklık, çelişki ve bakış açısı taşır. Örneğin, uyandığımda havanın yağmurlu olmasını bugün çok romantik bulurken, yarın aynı havayı çok katastrofik olarak yorumlayabilirim. Oysa iki durumun fiziksel açıklaması konusunda vereceğim bilgi başkalarıyla her zaman aynı olacaktır. Çünkü bir şeyi bilme amacındaysak ortak bir “doğruluk” derdimiz var demektir. Ve doğruluk, bu düzleme özgü bir kaygıdır; deneyim alanına değil.
Dolayısıyla, insanı ne sadece deneyimlemesi üzerinden ne de sadece bilmesi üzerinden tanımlamaya çalışmak yeterli bir tutumdur. İnsan, varoluşunu bu iki düzlem arasındaki salınıma borçludur. Demek ki, insanın bir şeyi “nesneleştirme”si, yani o şeyi kendinden uzaklaştırması, o şeye mesafe koyması bilme çabasının bir gereği ve sonucudur. Hatta belki insanın ayırıcı yanını bu müdahalenin temsil ettiğini söyleyebiliriz. Öte yandan, evet, bu bir müdahaledir, çünkü fenomenolojik geleneğin de farklı boyutlarıyla ortaya koyduğu üzere bir şeyi deneyimleme esnasında klasik Descartesçı düalizm, özne-nesne ayrımı söz konusu değildir. Tersine, özne ile nesne bu sırada birbirlerine bulaşarak, birbirleri üzerinden var olurlar. Merleau-Ponty’nin ifadesiyle, Ben dünyaya açıldıkça dünya da insana açılır ve Ben dünyanın kumaşından yapılmıştır. Bu yüzden, aralarında bir mesafe öngörülemez.
Descartes’ın, Ben ile dünya arasına koyduğu mesafe, tek insan düzeyinde ise karşımıza zihin-beden ayrımı olarak çıkar. Tıpkı özne-nesne ayrımında olduğu gibi, zihin (Descartes’ın terimiyle ruh) ile bedeni ne varoluşsal olarak birbirine bağlamak ne de birini diğerine indirgemek mümkündür. İnsanı tanımlayan temel şeyse bu bağlamda bedeni değil, zihnidir.
Ne var ki, yirminci yüzyılın genelinde büyük bir hız kazanan beyin araştırmaları, özellikle 1950’lerdeki kognitif devrim ve sonrasındaki gelişmeler Descartesçı töz düalizmini savunmayı olanaksız kılmış görünmektedir. Bu nedenledir ki, düalizm bugün töz düalizminden çok, nitelik düalizmi (property dualism) olarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Nitelik düalizmi, tek bir tözün varlığını kabul etmekle beraber ikiliğin bu tek tözün sahip olduğu niteliklerde (düşünme ve yer kaplama) kendini dışavurduğunu savunur. Dolayısıyla, düalizmin fenomenolojik gelenek ve kognitif bilimlerin / nörobilimin eleştirileriyle geldiği nokta, düalist olanlar açısından azımsanamayacak bir dönüşümün ifadesidir.
Zor Problem
Descartesçı düalizmin nörobilimsel gelişmeler karşısındaki gerileyişi bilinç problemini çözmüş ya da ortadan kaldırmış değildir. Bu durumun, kendisinden sonraki dönemi de koşullayacak biçimdeki ifadesini David Chalmers’ın, 1990’ların sonundaki “zor problem” adlandırmasında görebiliyoruz. Chalmers’ın zor problemi esasen, bir organizma olan insanın varlığını sürdürmesini sağlayan fizyolojik süreçlere nasıl olup da bilinçli ya da fenomenal deneyim dediğimiz yaşantı deneyimlerinin eşlik ettiği sorununa odaklanır. Sonuçta, beyindeki ya da bedendeki elektro-kimyasal olayları fonksiyonel olarak açıklamak mümkünken, fenomenal yaşantı deneyimlerini bu fonksiyonellik çerçevesinde her yönüyle açıklamak problematik görünmektedir. Bu yüzden de fiziksel süreçler ile bilinçli deneyimler arasında Chalmers kapatılamaz bir boşluk görür. Nitekim fonksiyonel olarak açıklanabilen, beynin duyular aracılığıyla aldığı enformasyonu nasıl bir araya getirdiği, dikkat mekanizmasının nasıl çalıştığı ya da çevresel uyaranları nasıl ayırt ettiği gibi konular, yukarıda da işaret ettiğim üzere “kolay problem(ler)” olarak kabul edilirler. Bunlar için ilgili oldukları mekanizmayı etraflıca çözümlemek tatminkâr bir sonuca ulaşılmasına yetecektir. Ne var ki “deneyim” bu açıklama modeline tam olarak oturmaz. Deneyim de her ne kadar bazı fiziksel süreçlere dayanıyor olsa da bu fiziksel yapının deneyime nasıl yol açtığı bir muamma olarak kalır. Buna verilen en tipik örneklerden biri ağrı deneyimidir. Ağrının fiziksel olarak ortaya çıkışı belli uyaranların belli sinir lifleri üzerinden iletimine dayanıyorken, bu açıklama ağrı duyma esnasındaki deneyimi açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Dahası, ağrıyı var eden bu nöral mekanizma fiziksel olarak incelendiğinde nöron terminallerinden ya da nöronlar arasında salınmış nörotransmitterlerden başka deneyimi andıracak niteliksel bir şeye rastlanmamaktadır.
Hayalet uzuv (phantom limb) da bu yönde kullanılan bir başka örnektir. Bir uzvu kopmuş ya da kesilmiş kişilerin olmayan uzuvlarında hissetmeye devam ettikleri ağrılar, kaşıntı hissi vb. şeyler bir açıklama problemine kaynaklık etmektedir. Zira hastanın deneyimlediğini söylediği ağrının bulunduğu yer bir boşluktur. Dolayısıyla, bu boşluk ile hastanın beyni veya bedeni arasında mevcut herhangi bir etkileşim söz konusu değildir. O hâlde bu deneyim nasıl ortaya çıkmaktadır?
Bunun nöral plastisiteden kaynaklandığı bilinen bir gerçek. Ancak, ampüte hastanın yeni beden şemasının beyinde haritalanmasına kadar geçen sürede ortaya çıkan bu deneyimler yine de Chalmersçı bakış açısından açıklanamayan yaşantılardır. Çünkü nöral plastisite ile o deneyimin altında yatan mekanizma, süreç ve işlemlerin açıklanabiliyor olması deneyimin niteliğinin aynı doyuruculukla ortaya konduğu anlamına gelmez. Bu noktadaki güçlüğü Chalmers, “zor problem” çerçevesinde şu şekilde tarif eder: “Zor problemi zor ve neredeyse benzersiz kılan şey, onun fonksiyonların icrasından doğan sorunların ötesine geçmesidir. Bunu görmek için tüm bilişsel ve davranışsal fonksiyonları deneyim dolayında açıkladığımızda bile hâlâ cevaplanmamış başka bir soru kalabilir: Bu fonksiyonların icrası neden deneyimin beraberinde gerçekleşir?”
Başka Zekâlar…
50’lerdeki kognitif devrim bir başka gelişmeye daha kaynaklık eder. Zihin felsefesi tartışmalarının ağırlık kazanan fonksiyonalizm tarafından yönlendirilmesi bir adım sonrasında yapay zekâ tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Fonksiyonalizmin dayandığı temel düşünce, belli bir zihinsel durumun ya da olayın aynı işi gören farklı fiziksel sistemlerde de görülebileceğiydi. Bu, fiziksel bir sistem olarak beynin anlaşılmasının zihnin doğasını anlamada yeterli olacağı konusunda bir şüphenin de dile gelmesi demekti. Bu bakımdan, çoklu gerçekleştirilebilirlik (multiple realizability) görüşü fonksiyonalistler açısından daha geniş bir bakış açısı sağlıyordu. Bu doğrultuda enformasyon taşıyan nitelikler ve temsillerle uğraşılmaya başlandı. Fonksiyonalizm bu yanıyla fizikalist görüş içindeki klasik indirgemeci özdeşlikçi yaklaşıma mesafeli bir tutumu temsil ediyordu. İnsan da fonksiyon icra eden fiziksel bir bütünlüktür ama zihni beyne ya da bedene indirgenmenin yeterli bir açıklama sağladığı söylenemez. Çünkü nihayetinde fiziksel bir mekanizma olan insana ait davranış dediğimiz çıktı farklı yapıdaki varlıklar tarafından da üretilebilirse, neyden oluştukları bir kenara, pekâlâ insanla aynı işlevi yürütebilmiş olacaklardır. Fonksiyonalizmin özdeşlik kuramından ayrıldığı nokta da burasıdır. Kısacası, farklı yapısal özelliklere sahip farklı varlıkların aynı uyaranlara aynı karşılıkları verebileceği düşüncesi fonksiyonalizmin dayandığı temel savdır.
Yapay zekâ tartışması da buna eklemlenmiş, bu zeminde şekillenmiştir. Bu çerçevede, kendisine insana ait özelliklerin atfedileceği, insanınkine benzer sözel ya da davranışsal karşılıklar üretmesi beklenen, kısacası giderek özne nitelikleriyle donanmış bir program ve mekanizmanın geliştirilebileceği savıyla harekete geçilmiştir. Bu bağlamda İngiliz matematikçi Alan Turing’in 1950 yılındaki “Computing Machinery and Intelligence” başlıklı makalesi tartışmanın bir tür başlangıcı olarak kabul edilir. İlaveten, Kurt Gödel’in dilin makineler tarafından taklit edilebileceği savı da yapay zekânın yapabilecekleri konusundaki sınırları genişletir.
O hâlde, bir yapay zekânın insanla aynı beceri ve özelliklere sahip olduğu ya da olacağı söylenebilir mi? Başka bir ifadeyle, insan da fiziksel olan temelinde kurulu bir organizma olduğuna göre, girdilere/uyaranlara insan gibi tepki verebilen bir yapay zekâ yaratmak mümkün mü? Dahası, yapay zekâ bu bağlamda bilinç sahibi bir varlık olabilir mi? Bir benlik geliştirebilir mi? Bir özbilinçten bahsedilebilir mi?
Bu soruları yanıtlama girişiminde bulunmak için önce, insan dediğimiz organizmanın nörofizyolojik olarak nasıl işlediğini, deneyim dediğimiz yaşantıyı nasıl var kıldığını ortaya koymamız gerekiyor.
Damasio’nun Katkısı
Günümüzün en önemli nörologlarından biri olan Antonio Damasio insanın nasıl zihin-beden bütünlüğüne sahip bir organizma olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Bu doğrultuda da bedensel bütünlüğün dışında, ona aşkın bir zihnin bulunmadığını, insanın da bu bütünlük çerçevesinde anlaşılması gerektiğini ifade eder. İnsan, her organizma gibi temelde, yaşamsal varlığını sürdürme amacı gütmektedir. Bunu da verdiği bilinçli ya da bilinçsiz tepkiler yoluyla gerçekleştirir. Homeostatik sistem, en yalından en karmaşığa doğru yapılanan tepki çeşitliliğini ortaya koyar. Damasio, homeostatik sistemi temel metabolizma işlemlerinden ağrı ve haz davranışlarına, oradan dürtü (drive) ve güdülere (motivation), sonrasında hem esas hem de sosyal emosyonlara, son olarak da hislere kadar yükselen dallara sahip bir ağaca benzetir. Dolayısıyla, öncelik, karmaşık olanda, yani akıl yürütmede değil, mevcudiyeti sürdürme için gerekli metabolik dengeyi kendiliğinden temin etmededir. Dinamik bir yapıda olan sistemin bir başka özelliği de bir üst dalın alttaki dalın özelliklerini içererek aşmasıdır.
Ayrıntıları bu yazının sınırlarını aşmakla birlikte Damasio’nun sistemini kısaca, iki aşamalı bir süreç olarak düşünmemiz gerektiğini söyleyebiliriz. İlk aşama, ifadesini, algıladığımız bir nesne, durum ya da kişinin beyindeki ilgili bölgelerden geçerek bizde emosyonel bir karşılık yaratmasıyla bulur. Örneğin, karşıdan gelen kişinin yüzünden yansıyan fotonların görme sistemimi uyarması ve beyindeki ilgili bölgelerde o verinin işlenmesi sonucu o kişinin arkadaşım olduğunu algılarım; bunun devamında da bedenimde mutluluğa karşılık gelen emosyonel bir tepki oluşur. Öfke, mutluluk, korku, iğrenme, kıskanma, utanma, şaşırma, minnettarlık benzeri bu tepkilerin birer his (feeling) olmadığının bu noktada ayırt edilmesi gerekir. Korkarım ama korktuğumu henüz “hissedemem”; arkadaşımı gördüğüme sevinirim ama henüz, “Mutlu oldum.” diyemem. Bu, emosyonların salt birer fizyolojik yanıt olduğunun da göstergesidir. Emosyonları takip eden hislerden bahsedebilmek içinse gerçekleştikleri “zihnin tiyatrosu”na, yani ikinci aşamaya geçmemiz gerekir. Zira Damasio’nun ifadesiyle, “Emosyonlar bedenin tiyatrosunda, hisler ise zihnin tiyatrosunda gerçekleşirler”.
Beyindeki emosyon-icra merkezlerinin devreye girmesiyle beden iç ortamı, kas iskelet sistemi ve iç organlar, salınan kimyasallarla uyarılıp değiştirilirler. Yani emosyon olarak karşılığını bulan süreç aynı zamanda beden durumunda değişikliğe yol açar. Örneğin bizde heyecan uyandıracak birisini gördüğümüzde yüzümüzün kızarması gibi. Burada emosyonel bir tepki olarak salgılanan kimyasallarla ortaya çıkan heyecan, belli bir dengede olan beden durumumuzda değişikliğe yol açar. İşte bu yeni beden durumu, bir anlamda aşağıdan yukarıya bir süreçle beynin somatosensöryel alan denilen daha üst merkezlerinde yeniden haritalanır. Bu beden durumunun temsilinin ve ona eşlik eden zihinsel imgelerin algılanması ise his dediğimiz gerçekliğin ortaya çıkmasına olanak tanır. Dolayısıyla, Damasio için hisler algılardır. Ayrıca, düşünmemiz de söz konusu imgeler aracılığıyla gerçekleşir. Damasio bütün bunları derli toplu bir biçimde şu şekilde ifade eder: “His, belirli bir bedensel durumun, belli bir düşünme şekli ve belli konulara ilişkin düşüncelerle birlikte algılanmasıdır.” Burada artık arkadaşınızı her gördüğünüzde ya da düşündüğünüzde, onu, daha önceki karşılaşmalarınız sırasında oluşmuş beden durumunu temsil eden imgeler aracılığıyla düşünürsünüz ve o esnadaki beden durumunuzu algılamanız sonucu da bir hissi deneyimlersiniz. Bu ifadedeki bir diğer önemli nokta da hislere düşüncelerin eşlik etmesidir. Yani hissetme deneyimi, düşüncelerden bağımsız bir biçimde gerçekleşmez.
Sonuç itibarıyla, zihin dediğimiz fonksiyonel gerçeklik bu aşamada ortaya çıkar ve “bilme”den ayırt ettiğimiz “deneyim”e ev sahipliği yapar. Öte yandan, emosyonlar ile hisleri burada her ne kadar birbirlerinden ayrı aşamalar gibi anlatıyor olsak da bunların bir bütünü oluşturduklarını ve birbirlerini boşluk bırakmamacasına takip ettiklerini unutmamak gerekir. İlaveten, hislerde önemli bir rol oynayan insular korteks adlı yapının, arka kısmından (posterior) kognisyon alanlarına veri transfer ettiğini eklemek isterim. Bu, deneyimin bilme edimini öncelediğinin ve birbirleriyle olan bağlantının fizyolojik düzeydeki karşılığıdır.
Peki Damasio’nun emosyonlar ve hisler üzerinden ortaya koyduğu bu sistem, en başta sorduğumuz sorular açısından bize ne söylüyor?
Sonuç
Damasio’nun çözümlemelerinin yaptığı ilk katkı, zihni bedenden ayrı bir kendilik olarak düşünmenin mümkün olmadığını göstermesi. Bu bağlamda zihin ile beden, tek bir biyolojik maddeden çıkan, iç içe geçmiş bir bütünlüğü yansıtıyorlar. Bu bütünlük önemli, çünkü “deneyim” dediğimiz gerçekliğin arkasında bu bütünlük var. Deneyim bu bütünlüğün ürünü. Dolayısıyla da yaşantı deneyimlerimizde beden, klasik Descartesçı düşüncenin tersine, asli bir rol üstlenen unsur.
Bu bütünlükçü kavrayış bize aynı zamanda yapay zekâ gibi insan beyninin modellenmesiyle üretilen program ya da makinelerin değerlendirilmesinde de önemli bir katkı sağlıyor. Günümüz itibarıyla zihni maddi olana aşkın bir şekilde tanımlamak pek mümkün değil. Diğer yandan, zihnin maddi temele dayandığının gösterilmesi, yapay zekânın insan zihnini bire bir modelleyebileceği anlamına gelmez. Sonuçta, evrende farklı türde fiziksel varlıklar bulunuyor ama sırf bu kabulden hareketle bu şeylerin, birbirleriyle aynı özellikleri taşıdıkları iddiasını ileri sürmüyoruz.
Buna biraz daha açıklık kazandırabilme yönünde Damasio’nun çözümlemelerini referans alarak bilinci belli bir anda düşündüklerimizin, algıladıklarımızın ve hissettiklerimizin toplamı şeklinde tanımlayabiliriz. Buna göre zihin, anlık bilinç durumlarından oluşan bir bütünlüğü yansıtıyor. Burada, “algıladıklarımız” derken doğrudan emosyonel bir tepkiye yol açmayan nesnelerin fark edilmesi (mesela karşımda duran bir bardağı görmem vb.) kastedilirken, “hissettiklerimiz” ile emosyonel tepkilerin değişikliğe yol açtığı beden durumlarımızın algılanması ifade edilmektedir. Her ikisinin, zihin düzeyinde ve daha üst bir fonksiyon olan düşünceler eşliğinde gerçekleştiğini hatırlamak bu noktada önemli. Ayrıca, insan bilincinin, algıladığı ya da hatırladığı bir şeyi, yukarıda ilk aşama olarak anlattığım işlemlemede bile bilinçdışı faktörlerin de etkisiyle gerçekleştiriyor olduğunu not etmeliyiz. Dolayısıyla hem bu aşamada, hem sonrakilerde zihinsel kavrayışın daha önceki birikimleri, imgeleri, önyargıları, bilincinde olmadığı durumları da içerdiğini görmek durumundayız.
Böylelikle, benlik dediğimiz kavramı tanımlama imkânını da elde etmiş oluyoruz. Benlik, anlık bilinçlerin toplamına ilişkin düşünümdür (reflexion). Ancak bu, bir alt alta toplama işlemi sonucundan çok, iç içe geçmiş ve birbirini etkileyen bilinç durumlarının âdeta bir sentezidir. Benliğin özellikle bellekle (memory) olan bağlantısı düşünüldüğünde bu özellik daha da anlaşılır hâle gelir. Damasio bunu “otobiyografik benlik” kavramıyla ifade etmiştir. İnsanın kendisinin bilincinde olması benlik sahibi olmasıyla eşanlamlıdır. Burada kritik olan şey, yavaş yavaş deneyim alanından çıkıp o deneyimleri değerlendirme safhasına geçiyor olduğumuzdur. Bu da deneyimin, yukarı bölümlerde de vurguladığım gibi, bilme edimini öncelediğinin işaretidir.
Yapay zekâ tartışmasında yeterince dikkat gösterilmediğini düşündüğüm noktalardan biri, “deneyim” kavramına sözünü ettiğimiz boyut ve kapsamda yer verilmemesidir. Eğer yapay zekâdan bir öznenin gerçekleştirebileceği şeyleri bekliyorsak, insani deneyimin bir benzerini onda da görmeyi bekleyebiliriz. İnsan deneyimi ise doğrusal, tek boyutlu bir işlemlemeden çok, pek çok faktörün eşzamanlı etkide bulunduğu paralel bir işleyişe sahiptir. Bu bakımdan, neyin ne zaman ve ne derecede etkide bulunduğunun saptanması kolay değildir. Bu karmaşık işleyişte tarihsellik, muğlaklık, birikim, hatalardan ders çıkarma, çelişki, örtük ya da açık çeşitli korkuların rol oynadığı görülmektedir. Dolayısıyla, insan söz konusu olduğunda dinamik ve karmaşık bir deneyim sürecinden bahsetmek gerekir. Yapay zekânın bu tür bir deneyime sahip olduğunu söylemekse mümkün görünmüyor. Başka bir ifadeyle, ne işlemleme süreçlerinde belirleyici olacak bilinçdışı unsurlardan ve deneyimlerden oluşan kişisel bir tarihin varlığından ne de bunun kendiliğinden geliştiğinden söz etmek mümkün.
Özbilincin eksikliği de bu niteliklere sahip bir deneyimin yokluğuyla pekâlâ ilişkilendirilebilir. Çünkü özbilinç bir tür kontrol listesi değil, bu çok boyutlu deneyimlerin var ettiği benliğin bizzat kendisidir. İnsan zihninin sürekli karşılıklılık ilkesiyle işlediği, yani bilincine varılan bir deneyimin daha öncekilerle ilişkili bir biçimde kavrandığı, bir hissin bizzat karar alma süreçlerinde rol aldığı ve özbilincin bu bütünlüğü yansıttığı göz önünde bulundurulursa, yapay zekânın bu açılardan tek boyutlu kaldığı söylenebilir.
Oysa en başta, insan zihninin maddi olana indirgenerek tanımlanması yapay zekâda bunun modellenebileceği yönünde bir düşünce uyandırmıştı. Bu nedenle, yapay zekâ eleştirisi genellikle maddi olmayan bir zihin tasavvuru üzerinden gelişti. Benim bu yazı kapsamında belirgin kılmaya çalıştığım görüşse, zihnin maddi olanla özdeş sayılmasının yapay zekâ ile bir tutulabileceği anlamına gelmediği düşüncesine dayanıyor. Yapay zekâ belirli görevleri bir insan gibi, hatta ondan daha iyi bir şekilde yerine getirebilse de insanda gördüğümüz birbiri içine geçmiş beden, düşünme ve davranış bütünlüğünün bulunmaması onu hâlâ bir özne olmanın uzağında tutuyor.
*Dr., Yeditepe Üniversitesi