NÖROFELSEFEDE NATURALİZM ELEŞTİRİSİNE KISA BİR GİRİŞ
Yazar: V. Metin Demir
Modern felsefede epistemolojinin merkezî bir konum edinmesinden itibaren zihnin nasıl işlediğine dair teoriler felsefenin başat konusu hâline gelmiştir. Descartes’ın zihnin doğası ve ruhun yapısına dair öncü görüşlerini, Leibniz ve Spinoza devam ettirmiş, devamında Hume, Locke ve Berkeley bu görüşlere karşı çıkmıştır fakat temel tartışma hep zihnin işleme biçimi etrafında dönmüştür.
Psikolojinin felsefeden ayrı bir disiplin olması ile birlikte 20. yüzyılın başında insan zihninin çalışma biçimine dair teoriler felsefenin egemenliği dışında deneysel bir alandan da beslenmeye başlamıştır. Zihnin çalışmasını izah eden erken dönem davranışçı çalışmalar, insan zihninin algı ve motor reaksiyon arasında işleyen bir kara kutu olarak tasavvur etmiş, böylece zihnin iç işleyişine çok az yer vererek zihnin işleyişini açıklamaya yönelmiştir. Ancak 1950’li yıllara gelindiğinde bilişselcilik (cognitivism) denilen akım, zihnin sadece algı-motor cevap arasında basit bir işlemci olmadığını, zihinsel işlemlerin dünyayı algılayışımızı belirlediğini göstermeyi hedeflemiştir. Özellikle bütünsel algı (Gestalt psikolojisi), dikkat, algı yanılmaları, hafıza gibi alanlar üzerine odaklanan bilişselcilik, insan zihninin sadece kendisine verilen dataları işleyen bir makine olmadığını, dünyanın algılanmasında zihnin aktif bir fail olduğunu ortaya koymuştur. Bilişselcilik, zihnimizin yapısının gerçekliğin oluşmasında temel parametre olduğunu göstermiştir. Bu teorinin benimsenmesi ile birlikte araştırma gündemi esas olarak zihnin dünyayı nasıl temsil ettiği, temsil edilen verilerin zihinde nasıl işlendiği üzerine odaklanmıştır. Bundan sonra zihin felsefesinin temel gündemi, zihin dünyayı nasıl algılar, dünya zihnimizin içinde nasıl temsil edilir sorularına cevap bulma arayışı olmuştur.
Bilişselciliğin farklı formları zihin felsefesi alanın oluşmasını mümkün kılmıştır. Örneğin Jerry Fodor’a göre zihin dünyayı modüler bir işlemci şeklinde temsil eder, dolayısıyla ona göre zihin felsefesinin ödevi işlemci modüllerin bulunması ve bunların nasıl entegre olduğunun anlaşılmasıdır. Hilary Putnam’ın önerdiği bilişselciliğin fonksiyonalist varyantına göre ise zihin, her bir parçanın bir işleve matuf olduğu entegre bir makine tarzında işlevsel bir şekilde dünyayı temsil eder. Bu nedenle araştırma hedefi bu işlevsel yapılanmanın ortaya çıkarılması olmalıdır. Bu işlevsel makinenin hesaplamalı (computational, Herbert Simon) ya da bağlantıcı (connectionist, Marvin Minsky) şekilde tasavvur edilen farklı fraksiyonları olmuştur.
İnsan zihnini daha çok bir makine ya da bilgisayar gibi tasavvur eden bu bilişselci yaklaşımlar da zaman içinde birçok eleştiriye açık hâle gelmiştir. Yeni-Kartezyen bir eda ile Noam Chomsky, zihinde, doğrudan fonksiyonel olmayan, doğuştan gelen yapılar olduğunu ve zihnin dünyayı bu hazır yapılara göre kodladığını öne sürmüştür. Özellikle, fenomenolojinin de Amerika’da etkili olması ile birlikte bilişselci programa yönelik art arda itirazlar yükselmeye başlamıştır. Zihnin işlevsel yapılarının ve çalışma biçiminin anlaşılması onun kendine özgü niteliksel yapısının anlaşılması için yeterli olmayacağı fikri güçlü bir eleştiri olarak gündeme gelmiştir. Thomas Nagel, David Chalmers ve Ned Block gibi düşünürlere göre, zihinsel işlevlerin yapı ve işleyişlerinin anlaşılması esasında kolay sorunlardır, asıl izah gediği zihnin nasıl olup da tamamen objektif süreçleri kullanarak sübjektif bir his yaratabildiği sorununu açıklamaktır. Bu filozoflara göre zihnin kendine özgü, ancak birinci şahıs bakış açısından ulaşılabilecek, niteliksel boyutu vardır ve bilimin önündeki en büyük sorun bu niteliksel boyutu açıklamaktır. Ayrıca bilinç, dünyayı duyarsız, iç dünyası olmayan bir makine ya da dijital bir program şeklinde değil, aksine dünyayı bir bilincin nesnesi olarak, bir perspektif sahibi olarak yönelimsellik (intentionality) içerisinden algılar. Dolayısıyla bu eleştirmenlere göre zihne has olan öznellik ve yönelimsellik, bilişselci paradigmanın araştırmaya yönelmiş olduğu tek tek modüller ve işlevlerden birine ait olmayan ancak zihnin işlemesinin temel dokusu olan indirgenemez özelliklerdir. Bu özellikler anlaşılmadan insan zihninin esas doğası anlaşılamazdır.
Fenomenolojik eleştirinin tıkadığı zihin felsefesindeki ilerleme, 1980’li yıllar sonrasında nörogörüntüleme çalışmalarından elde edilen sonuçların artması ile birlikte kognitif-nörobilimin de belirginleşmesi ile tekrar ivme kazanmıştır. Bu yeni heyecan verici disiplin her bir zihinsel işlemin nöral altyapılarını da çıkarılarak zihinsel işlemler ile nöral bağlantıları tek tek çıkarılması (Crick) ve zihin ile beynin birbirine özdeş kılınarak, zihinsel olanın aslında nöral olduğunun iddia edilmesi (Churchland) ile çarpıcı iddialar ortaya attılar. Enteresan bir şekilde kognitif bilim davranışçılığa karşı zihnin indirgenemezliği tezi ile ortaya çıkmasına rağmen, tarihsel bir diyalektik ile geldiği son noktada kognitif nörobilim, zihnin aslında beyin olduğu sonucuna varmıştır.
1990’lı yıllardan sonra nörofelsefe alanında Crick ve Churcland’ın indirgemeci metoduna yönelik ardı ardına gelen eleştirilere tanık olunmuştur. Özellikle bu tarihlerde John Searle, nörobilim literatüründen büyük oranda istifade ederek zihnin biyolojik bir fenomen olduğunu iddia ederek bilişselciliğe karşı çıkmıştır. Semantiğin sentaksa indirgenemeyeceği, bilgi ve anlamın işlevden fazla bir şey olduğu teziyle de bilişselci yaklaşımların ötesine geçilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Üstelik Searle öznel his ve yönelimselliğin bilincin açıklanması gereken temel unsurları olduğunu ve bunların işlevsel olarak indirgenemeyen, nevzuhur (emergent) fenomenler olarak hesaba katılması gerektiğini göstermeye çalışmıştır. Bu tarihlerde Roger Penrose da kuantum fiziğinin sonuçlarından yola çıkarak zihnin işleyişini dijital olarak açıklamaya çalışan hesaplamalı teorilerin yetersizliği göstermeye çalışmıştır. Yine bu yıllarda nörobilim çalışmaları ışığında üretilen bedenli bilinç (embodied mind) teorileri, zihin ile beyin arasında basit bir indirgemenin olamayacağını, zihnin işleyişinin sadece beyindeki nöron ve hormonlara bağlı olmadığını, bedenin bütünselliği içinde anlaşılması gerektiğini iddia etmişlerdir. Ardından gelen, Andy Clark, David Chalmers, Shaun Gallagher, Alva Noë gibi yayılmış zihin (extended mind) teorisyenleri, bilmenin sadece beyin ile alakalı olmadığını, beden-beyin-dünya arasında dinamik bir ilişkinin sonucu olarak ortaya çıktığını iddia etmiştir. Francesco Varela, Evan Thompson, Antonio Damasio gibi nörofelsefeciler de dünya içerisinde beden sahibi varlıklar olarak eylemlerimizin ve beden durumlarımızın dünyayı düşünme ve algılama biçimimizi belirlediğini göstermişler, bilmenin sadece bir sembol manipülasyonuna dayalı hesaplama işlemi olmadığını, biyolojik yapımıza dayanan aktif, eyleyen canlıların yaşamlarının bir sonucu olduğunu iddia etmişlerdir.
Nörofelsefenin kısa ve fakat heyecanlı hikâyesi hâlihazırda hız kesmeden devam etmektedir. Bu alanda sayısız kitap ve makaleler yayınlanmakta, mevcut teoriler ve kuramsal trendler sürekli güncellenerek gözden geçirilmektedir. Nörofelsefe alanında giderek artan bir konsensüs indirgemecilik karşıtlığıdır. Artık çok az araştırmacı Churchland’lar tarzında bir indirgemeci materyalist yaklaşımı benimsemektedir. Eric Kandel gibi moleküler nörobilim alanında “indirgemeci yöntem”i bir ilke olarak benimseyen nörobiyologlar dahi zihnin işleyişinin sadece beyne ve nöronlara indirgenemeyeği konusunda fikir birliği içerisindedir. Antonio Damasio, Gerald Edelman, Eric Kandel gibi 2000’li yılların en etkili nörolog-filozofları beyin ve biyolojik yapının zihnin işleyişi ve gerçekliğin kurulumundaki esas failler olduğunu iddia etseler bile asla indirgemeci bir tutum benimsemezler. Farklı bilgi gelenekleri ve araştırma alanlarına dair liberal bir toleransa meyilli olmanın yanında kendi incelemelerinin mütevazı konumlarının bilincine sahiptirler. Dolayısıyla günümüzde indirgemecilik sorununun geniş ölçekte bir sorun olmaktan çıktığını iddia edebiliriz.
Peki biyolojik indirgemeciliğin kaba biçimine karşı yönelik oluşan bu genel konsensüsün dışında nörofelsefe alanında hâkim bir ideolojik hegemonya mevcut mudur? Günümüzde nörofelsefe alanında hâkim felsefi ideolojinin natüralizm olduğunu iddia ediyorum. Yukarıda saydığımız onca filozof ve nörobiyolog birçok konuda ihtilaf içerisinde olmasına rağmen natüralizm konusunda tümü ittifak içerisindedir. Hilary Putnam’ın da veciz bir şekilde belirttiği gibi bugün natüralist olmamak bir “aforoz nedenidir”. Nörofelsefe alanında kalem oynatan ve araştırma yapan herkes bir biçimde natüralizmi kabullenmek zorundadır.
Peki en genel anlamıyla natüralizm terimi neyi ifade etmektedir. Natüralizmin ontolojik-metafizik iddiası var olan her şeyin doğal ya da doğa alanına ait olduğu tezidir. Bu tezin daha kaba bir versiyonu olan fizikalizm var olan her şeyin fiziksel bir nesne olduğunu iddia ederken, daha inceltilmiş hâliyle natüralizm tüm ontolojik gerçekliğin son tahlilde doğal olduğunu iddia etmektedir. Bu tezden yola çıkıldığında, mantıksal ilişkiler, sayılar, etik-politik güç ilişkileri, fenomenal zihinsel durumlar ve yönelimsellik, semantik anlam gibi tüm fenomenler doğal olarak açıklanmalı ya da doğal süreçlerden zuhur eden nevzuhur (emergent) fenomenler olduğu gösterilmelidir. Naturalizmin epistemolojik iddiası ise, bir ilk felsefenin olmadığı, felsefenin bilimin verileri ışığında düşünmesi gerektiğidir. Gerçekliğin bütünü doğal olduğu için, doğa incelemelerini gerçekleştiren doğa bilimleri gerçekliğin bilgisinin edinilmesi konusunda (tek olmasa bile) en meşru mercidir. Bu nedenle felsefenin bilimin öncesi ya da ötesinde söyleyeceği bir söz yoktur, felsefe doğa bilimlerinin bulgularını takip ederek onlardan genel sonuçlar çıkaran mütevazı bir uğraş olmalıdır. Özellikle natüralizmin bu epistemolojik boyutu nörofelsefenin vazgeçilmez ilkelerinden biridir. Zira bu tarz felsefe nörobiyolojinin verilerini kendi felsefi argümanları için temel zemin olarak kabul etmektedir.
Böyle bakıldığında ontolojik ve epistemolojik natüralizmin çağdaş nörofelsefenin temel akidesi olduğu iddia edilebilir. Özellikle analitik felsefenin mantıkçı geleneğinin zayıflaması ve fenomenolojik eleştirinin natüralist yöntemler içinde soğurulmasının ardından natüralizm önünde güçlü bir rakip kalmadan hegemonik üstünlüğü elde etmiştir. Ancak bu durumun Althusser’in tabiri ile “bilim adamlarının kendiliğinden felsefesi” hâline gelmiş natüralist yaklaşımın eleştirisini bilim karşıtı bir tutum takınmadan savunmak mümkündür. Günümüzde beyin araştırmalarında en yoğun çalışılan alanlardan olan, epigenetik, nöroplastisite, sosyal ve afektif nörobilim, kültürel nörobilim gibi alanlar üzerinde derin tefekkürler beynimizin biyolojik yapısının bütünüyle biyolojik olmadığını, tecrübe ile edinilen özelliklerin doğal yapımızı değiştirip dönüştürdüğünü göstermektedir. Öyle ise çağdaş beyin araştırmaları hâlihazırda doğada mevcut olmayan fenomenlerin tecrübe ve kültürel kazanımlar yoluyla doğanın içerisine girerek doğayı dönüştürebildiğini göstermektedir. Nöroplastisite tam da bu şekilde doğal bir organ olan beynin yine doğal yollarla kendini değiştirebildiğini göstermektedir. Doğal organ olarak beynimiz ve sinaptik bağlantılarımız tecrübelerimiz yoluyla değişmekte ve ilk baştaki doğal yapısından farklı bir forma ulaşmaktadır. Bu da bize tecrübe ve tecrübelerin birikimi yoluyla edinilen kültürün hem doğanın bir parçası olabildiğini hem de doğada olmayan bir şeyi ona ekleyerek doğayı değiştirebildiğini göstermektedir. Bu tarz bilimsel fenomenlerin üzerine derinlikli bir tefekkür, bizzat natüralist nörobilimi kullanarak nörobilimsel bir natüralizmin ötesine geçmeyi sağlayacak felsefi imkânları sunabileceğini düşünüyorum. Bu yazının amacı natüralizmin eleştirisine kısa bir giriş yapmak olduğu için, burada sadece çağdaş nörofelsefedeki natüralist ön kabulü gözler önüne sermek ve bu ideolojik ön kabulü eleştirebilecek mümkün izleklere değinmekle iktifa ediyorum.
* Dr. Araştırma Görevlisi, İstanbul Şehir Üniversitesi