BİLİNÇ BİLMEK İLMEK Bilinç Kelimesinin Etimolojik Olarak İncelemesi

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Asım Gültekin

    Bilinç” kelimesi ne zaman doğdu? Bilmek kelimesinden türetilen “bilinç” kelimesi uydurma bir kelime. 1942 yılında Türk Dil Kurumunun Felsefe ve Gramer Terimleri Sözlüğü ile teklif edilmiş. “Bilinç” için önceden başka kelimeler bulunmuş ama onlar tutmamış. Mesela Türk Dil Kurumu Ruh ve Felsefe Terimleri kolu tarafından 1936 yılında hazırlanan bir bültende şuur kelimesi “ayım” kelimesi ile karşılanmış. Kelimenin Fransızcası için “conscience” kelimesi yazılmış. Kelimenin birinci anlamının karşısına bugün kullanılan denilerek “şuur” yazılmış, ikinci anlamına ise “vicdan” yazılmış. TDK Ruh ve Felsefe Kolunca bulunan karşılık olarak da şuura “ayım” vicdana “bulgu” yazılmış. Şuurlu için ise “ayık” kelimesi bulunmuş. 1942’de Felsefe ve Gramer Terimleri Sözlüğü ile “bilinç”e dönüşen kelime 1949’da başlayıp 1952’de yayınlanan bir çalışma ile şuur ve şuurlu şekline geri dönmüş. Tabii bunda iktidar değişikliğinin etkili olduğunu fark etmek zor değil.

    1942’de kelimeyi kabul eden komisyon içerisinde şu isimler var: İbrahim Necmi Dilmen, Besim Atalay, Hasan Raşit Tankut, Fuat Köseraif, Ahmet Cevat Emre, Doktor Mehmet Ali Ağakay, Ömer Asım Aksoy, Naim Onat, Kemalettin Kamu, Nusret Hızır. Bazı toplantılara Hasan Ali Yücel de katılmış olmalı. Listede ismi var fakat rahatsızlığı ve mazereti yüzünden katılamadığı belirtilmiş ulaşabildiğim toplantı tutanaklarında.

    Yine günlerce süren bu toplantıların ilk aşamasına İstanbul Üniversitesinden Prof. Ziyaeddin Fındıkoğlu, Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Prof. Macit Gökberk ilk gün katılmışlar, sonra çalışmayı protesto ederek İstanbul’a dönmüşler. Bedia Akarsu gelişmeleri şöyle anlatıyor: “Bir gün gazetelerde okuduğumuz bir haber hepimizi şaşkına uğratmış bizde bir hayal kırıklığı yaratmıştı haber şöyleydi: Türk Dil kurumu başkanı olarak Hasan Ali Yücel Felsefe Terimleri Komisyonuna felsefe terimlerini Türkçeleştirmek üzere İstanbul Üniversitesi’nden öğretim üyelerini davet etmiş ancak Felsefe bölümünden üç profesör Prof. Ziyaeddin Fındıkoğlu, Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Prof. Macit Gökberk ilk günü katıldıktan sonra protesto ederek İstanbul’a dönmüşlerdi. Nasıl olurdu Macit Bey gibi ilerici, Atatürkçü hocamız Atatürk devrimine karşı olduğunu bildiğimiz, hele dil devriminin açıkça karşısında olan Fındıkoğlu’nun yanında yer alabilir ve dilimizin özleşmesine karşı çıkabilirdi. Hemen birkaç arkadaş çıktık ve kendisinden bu olayı öğrenmek istediğimizi söyledik. Macit bey o her zamanki bilgece tavrı ile gülümsedi ve bize şöyle açıkladı: Dil devrimine karşı bir protesto değildi benim tavrım, ama zaten hazırlanmış olan terimlere yalnızca parmak kaldırmaktı bizden beklenen. Orada oluşumuzu gereksiz görüp geri döndük.”

    Uydurma Olup Olmadığı Nasıl Anlaşılır?
    Birçok yanlış türetmeye karşın “bilinç” kelimesi yanlış türetilmiş bir kelime olduğunu düşündürmemektedir. Bunu nereden anlayabiliriz? Şöyle bir usulden gidebiliriz: Türkçede kelime kökleri yürürlükte olan uygulamaya göre fiil kökleri ve isim kökleri diye ikiye ayrılır. Kelime köklerine gelen ekler de fiilden isim yapan ek midir, fiilden fiil yapan ek midir, yoksa isimden isim yapan ek midir, isimden fiil yapan ek midir; buna bakılır. Öyle bir ek yok ise o kelime doğru türetilmemiş bir kelime sayılır. Yani kelimelerin ek alma yolları bellidir. Bu yolların dışındaki ek alma girişimleri insanın kendisine nikah düşmeyen bir eş almaya kalkışması gibi bir girişim sayılır. Bu nazardan baktığımızda “bilmek” fiiline fiilden isim yapma eklerimizden “nç”, “inç” getirilerek bu kelimenin türetildiğini görüyoruz. İşleyişe ters bir türetme değil yani.

    Prof. Tahsin Banguoğlu’nun Türkçenin Grameri isimli eserinde isimden isim yapan, isimden fiil yapan, fiilden isim yapan ve fiilden fiil yapan ekler ayrıntılı olarak tanıtılır. Bilinç kelimesindeki ekler ise “inç Adları” başlığı altında ele alınmış kitapta. Banguoğlu Hoca eki “n+ç” şeklinde değil de “-in+-iç” şeklinde açıklıyor: Dönüşlü “in” fiilleri üzerine gelen ve fiilden isim yapan bir “iç” ekinin öncekiyle erkenden kaynaşması bir in “iç” “inç” birleşik ekinin doğmasına yol açmış olmalıdır. Bunun yaptığı kelime dönüşlü bir kılış adı veya bir berkitme sıfatı olur (kılınç, utunç). Buradaki iç birleşeni yukarıda gördüğümüz fiilden aygıt adları yapan iç ile ilgili olmayacaktır. Getirdiği anlatıma göre bunun adfiil eki iş’ten gelmekte ve “kılınış”, “kılınç” şeklinde gelişmiş olması mümkündür. Bu ek kaynaşmasında dönüşlü anlatımı eke geçmiş demek olur. Buna göre ekimizi yalın tabanlara geldiğine göre inç, dönüşlü tabanlara gelmiş göründüğüne göre iç saymamız mümkündür, ama bu anlatımca bir şey değiştirmez. Bu ek, fiilden yalın adlar yapmıştır: kazanç, üşenç, güvenç, usanç, utanç, ilenç, kıvanç, sevinç, ödünç, sagunç, kakınç, basınç gibi.

    Ayrıca fiilden berkitme sıfatları da yapılmıştır diyor Banguoğlu: iğrenç, kıskanç, aldanç, korkunç, gülünç gibi. Uydurulan kelimelerden kavramı andırmayanların tutunmadığını söyleyip dayanç, sapınç, bulunç gibi kelimeleri örnek vermiş. İlginç kelimesinin uyduruluşuna ise itiraz etmiş. Çünkü Türkçede “ilgimek” diye bir fiil yoktur diyor. İlinç olabilir ama ilgi çekici daha iyidir diyor.

    Banguoğlu’nun yaklaşımı Kökses teorisi ortaya atılmadan öncesine ait olduğu için Kökses teorisinin bize kazandırdığı perspektifi beklememiz yanlış olur. Fakat yine de Banguoğlu Hoca Kökses “nç” ekindeki “ç” sesi ile ilgili teorideki “Birbirine yakın sesler anlam olarak da yakın anlamları taşır.” kaidesini haklı çıkaracak bir değerlendirmede bulunmuş. “Kılıç kılınç kılınış kılış kılıç” şeklinde sıralayabileceğimiz bir ses ile anlamı pek de değiştirmediği zannını insanda uyandıran bir serüven üzerinden “inç” ekini ve “ç” sesini “ş” ile yer değiştirerek ele almış. İç iş geçişmesine sapmasaydı belki “ç” sesinin kelimeye ne kattığı üzerinde biraz daha durmuş olabilecekti. Çünkü kitabında “eç adları” ismiyle iki ekten bahsediyor, birini küçültme eki olarak açıklıyor diğerini “geç” ekinin “eç” şeklinde görünmesi olarak açıklıyor. “Ç” sesi ne yapar, bunun üzerinde durmuyor.

    Prof. Doğan Aksan Tartışılan Sözcükler kitabında “Türkçede ‘-nç’ ile türetilmiş sözcükleri inceleyecek olursak bunların çok eskiden beri kullanıldığı görülür. Örneğin Uygur dönemindeki umunç (umut), öğrünç (sevinç), Kutadgu Bilig’deki sevinç, Kumancadaki beyenç (sevinç), tınç (sessizlik), eski Anadolu Türkçesindeki ilenç (beddua) gibi. Bunların çoğunluğu ad, bir bölümü de korkunç, gülünç örneklerinde olduğu gibi sıfat görevindedir.” der. Aksan bilinç kelimesini ele almaz. Lakin bilmek kelimesine getirilen “-nç” kelimeyi nereye taşıyor, doğru bir taşıma mı yapıyor? “N” dönüşlülük. Kendinden kendine götürür kelimenin kökündeki anlamı. Kelimenin kökünde bağlamak, iliklemek anlamı var. “Bil” kökünde değil elbet. Kelimenin kökü dediğimizde kelimenin sadece sonundaki sesleri kaldırmıyoruz. Kelimenin başında ünsüz bir ses varsa, onu da kaldırıyoruz. Bilinç kelimesinin kökünün “bilmek” değil “b”nin de kaldırılması ile “il”, “ilmek” olduğunu görüyoruz.

    B Sesi Kelimeye Ne Katıyor?
    “B” sesinin kelimeye nasıl bir anlam kattığını irdelemeye geçmeden evvel kelimenin en sonundaki “ç” sesinin kelimeye nasıl bir mana kattığını görmeye, anlamaya çalışalım: Ç sesi Türkçede uç, çokluk gibi manalar katıyor geldiği kelimeye. Sevinç, korkunç kelimelerinde fark edilebileceği gibi içe gelen duygunun hissin çoğalması, çok olması anlamı kattığını söyleyebiliriz. Bilme hâlinin içsel gerçekleşiminin çok şiddetli bir şekilde gerçekleşmesi denilebilir. Elbette kelime uydurma bir kelime. Dilimize yerleştiği için çok yadırgamıyor olabilirsiniz lakin kem alat ile kemalat olmaz buyurulduğu gibi sakat türetilmiş kelime ile bir bilinç hâlini yaşamak da zor.

    Kelimenin sakat türetilip türetilmediğine neye bakarak karar vereceğiz? “Sev”den sevinç geliyorsa, “kork”tan korkunç geliyorsa “bil”den bilinç neden gelmesin? Bu sorunun sonuna kadar gidebilmekte fayda var. Uydurma kelimelere karşı çıkanların çoğunun meselenin bu tarafıyla pek ilgilenmediğini defalarca gördüm. Bazı kelimelerin bazı ekleri almaya müsaade etmediğini görmek mümkün. Bazı kelimelerin ise ek alması mümkün, kurallara uygun görünse de kelimenin kendisindeki manadan dolayı o eki alamadığını, öyle bir kullanımın hayatiyete geçemediğini görüyoruz. Bu tabii meseleyi farklı tartışma konularına taşıyabilecek bir konu. Ses kendisine o görev verilmeden yaratılmış ise o eylem yaratılmayacak demektir diye bir çıkarımda bulunulabilir pekâlâ.

    Orta Asya’da Türkler “bilinç” kelimesi için ne kullanmışlar, bir de buna bakmak lazım. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü’ne baktığımızda şunları buluyoruz:
    Azerbaycan Türkleri şuur, Başkurt Türkleri akıl, huş ve is kelimelerini kullanıyorlarmış. Kazak Türkleri zerde ve “sana sezim” kelimelerini kullanıyor imiş. Kırgızlar an sezim (önsezim der gibi) Özbekler ang, Tatarlar uy, fikir, his, anlau, ve huş, Türkmenlerde an kelimeleri kullanılıyormuş. Bu kelimelerden is, sezmek, an ve uy kelimelerini tanıyoruz. Tanıyoruz derken is zor gelmiş olabilir, issi, istemek kelimeleri is kökünden gelir. Sahip olmak anlamına gelir is. Issız kelimesi ise aynı yerden gelir, sahipsiz anlamına gelir. Akıl ve şuur Arapçadan. Huş ve sana sezim kelimeleri biraz çalışma gerektiriyor.

    Arapçada Durum Nasıl?
    Türk Dil Kurumundakiler kelimeyi hangi mantıkla şuur ve conscience kelimesine karşılık olarak düşünmüşler, buna bir bakmayı deneyelim: Şuur Arapça bir kelime. Bir Türk şuur kelimesini bildiğini düşünür. Kelimemiz şiir kelimesi ile aynı kökten ama yönleri kelimelerimizin farklı. Özdeki manayı görmeye çalıştığımızda şuur kelimesinin arpa kelimesine dayandığı bilgisi ile karşılaşırız. Arpa ile şuurun ne alakası vardır? Bunu çözebilmemizin yolu yine dilimize girmiş bir başka Arapça kelimeden geçiyor: Şehriye. Arpa şehriye dediğimizde bir toparlanma yaşayabilirsiniz zihninizde. Şe’r arpa demek, şe’riye kelimesi ağzımızda şehriye olmuş. Arpa tanesinin iki ucundaki tüyün inceliğinden dolayı arpaya Arapçada şe’r denilmiş. Şiire şiir denilmesi de arpanın iki ucundaki tüyden kaynaklanıyor. Öyle ince bir söz ki, işte şiir! Şuur da ince zekâ istiyor olmalı.

    Ebû Hilâl El-Askerî’nin kıymetli lügati Farklar Sözlüğünde bilmek, anlamak ve bilinç ile irtibatlandırılabilecek hangi kelimeler vardır, bir bakalım: marifet, yakin, âlim, allam, basir, ilham, mütehakkık, erb, hıca, zihn, fıtnat, zeka, hazık, elma’i, fehm, fıkh, ihsas, basiret, dirayet.

    Askerî’nin sözlüğünün dışında neler vardır diye üç Arapça mütercimi arkadaşımla konuyu müzakere ettim. “Veaye” kelimesini ilkin söylediler bilinç için. İdrak ve bir şeyi yakalamak anlamındaymış “veaye”. Türkçeye geçmemiş. Kelimede kap anlamı da varmış. Dikkat etmek, gafil olmamak anlamı varmış içinde.
    Yine müzakerelerimin sonucunda şuna da kanaat getirdik: Şuur kelimesinin Arapçadaki manası Türkçedeki ile aynı değil.

    Şuurda kök anlamda ince anlayış öne çıkarken idrak’te indirgeme, daha büyük bir şeyin alınabildiği kadarının alınması öne çıkarken veaye’de kap, tutmak anlamı öne çıkıyor. Bu yanı ile kavramak kelimesi ile Arapçadaki kap anlamına da gelen veaye arasında bir irtibat olduğunu düşünebiliriz.

    Tabii insanda bilmeye benzer ama yanlış bilmeye işaret eden yani esasında bilmemeye insanı taşıyan hâller de var: zann, tevehhüm, hisban, irtiyab, töhmet. Burada şüphe kısmı, emin olmama kısmı ağır basan kelimeleri değil yanıldığını fark edemeden kesin bir bilgi ile bildiğini zannetme hâline götüren kelimeleri zikretmeyi uygun buluyorum. Bilinçli olduğunu zannetmek diye bir şey de var yani.
    John R. Searle Bilinç ve Dil kitabında bilinci şöyle tanımlıyor: içsel, niteliksel, öznel duyarlılık ya da farkındalık durumları ve süreçlerinden ibarettir. Farsçada agah olmak yani uyanmak anlamı ile kullanılıyor.

    Bilme İle Öğrenmenin Farkı
    Bir şeyi öğrenmek için “Nasıl bileyim?” diyebiliriz ama “Ne biliyim?”i biliş hâline geçmek için kullanamıyoruz. Bilmek kelimesi buna izin vermiyor. Ama “Ne öğreneyim?” dediğimizde bunu soru anlamında, öğrenme isteği anlamında kullanabiliriz. Öğrenme ile tanıma ve bilme arasında bir fark var. Bilim demekle öyle zannediyorum ki öğrenmeye, tanımaya yakın bir kavramı kastetmek istiyorlar. Tabii bilim yaptıkları bir şey ise ona bilim demeleri de normal. Demezler mi “Ne yaptın da biliyorum” diyorsun. Nereden biliyorsun?

    Bilmek Türkçede olmayan bir kelime değil. Bilmek bir makamdır, bilimin ise bir makam olduğunu ben düşünemiyorum. Bir bilmeme makamı bile değildir bilim. Bilmediği hâlde biliyor olduğunu sanmaya çok yakın bir kelime “bilim”.

    Dîvânü Lugati’t-Türk’te bilim geçmiyor ama “bilimsinmek” diye bir kelime geçiyor. Bilmiyor olduğu hâlde biliyormuş gibi görünmeye bilimsinmek deniyor. Kelime kökü bilim değil bilmek. Ekimiz imsi. Kitabımsı der gibi.

    Bir de “s” sesi ile ilgili tezimizi hatırlayarak bilimsel kelimesine bakalım: “S” sesi, Türkçede kelimeyi olduğunun dışına çıkarma anlamı katıyor. Hadi, bilimi doğru bir kelime sayalım. Bilimselliği savunanlar kelimeye getirdikleri o “S” sesi ile bilim dışına çıkmayı ifade etmiş duruma düştüklerinin farkındalar mı acep?

    Bunları sıraladıktan sonra “ben” kelimesini muhatabı ile, yani “sen” ile birlikte yoklayalım: ben, sen! Birinci tekil şahıs ile ikinci tekil şahıs kelimelerimizin ikisinde de kelimenin kökündeki sesler aynı: “en”, başa gelen ses değişmiş, “b” “s” olmuş sadece. Aynı kelimelerin çoğuluna baktığımızda da aynı durumla karşılaşıyoruz: biz, siz. “İz”ler aynı, başa “b” ve “s” gelmiş.

    Ben kelimesinin yoklamasını “en” kökünden yapabiliriz yani. Tabii başa gelen “b” sesinin kelimeye hangi anlamı kattığını görmeye, fark etmeye gayret ederek. Şu an tabii belli bir sıra ile verileri sıralamaya çalışıyorum.

    Kendini Bilmek, Kendinde Olmak Ve Bilinç
    Kendi nedir? Kendi kelimesinin kökü nedir, nereden geliyor? Türkçe mi değil mi? Başka dillerde karşılığı nedir?

    “Kişi kendin bilmek gibi irfan olmaz.” diye büyükler söylerler. Şimdi yazıyı yazarken dedim bu söz bir beyit mısraına benziyor. Meğer Tabib Muhammed Bey’in “Çeşm-i insâf gibi ârife mîzân olmaz/ Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz” beytiymiş söz konusu kelamın orijinal hâli. Beytin “noksan” kelimesi yerine “kendi” kelimesi getirilmiş hâli de meşhur olmuş.

    Kendini bilmenin ehemmiyetine o kadar çok vurgu yapılır ki insanın bilme eylemleri içinde âdeta ayrı bir şube olacak kadar önemli bir yerde durur bu kendini bilme mevzusu. Hatta Yûnus Emre “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendin bilmez isen/ Bu nice okumaktır” diyerek diğer bilme yolundaki, öğrenme yolundaki çabaların boşa olduğunu düşündürecek derecede merkezî bir yere koyar “kendini bilme”yi.

    Nasihat, öğüt olarak kendini bilmemizi isteyenleri dinleriz, “Evet ya, kendimizi bilelim.” deriz, iyi bir insan olmanın şartının kendini bilmek olduğunu az çok hepimiz fark ederiz ama kendi kelimesinin ne anlama geldiğini, “kendi”ye niçin kendi denildiğini düşünmek çoğumuzun aklına bile gelmez. Benim de “kendi”nin kökü ne, kelimenin eki var mı diye aklıma takılıp kalması çok eskilere dayanmıyor. İki yıl önce Yûnus Emre Divanı’ndan etimoloji dersi yaparken “kendi” kelimesine geldik şiirde.

    Önce “-di” ekini düşündüm, “-di” eki neyin nesi olabilir dedim. Evvel pek bir şeye benzetemedim. Evet, -di’li geçmiş zaman ekine benziyor sadece, başka bir şeye benzemiyor. O da –di’li geçmiş zaman ekinin yapım eki olduğu kelime var mı ki diye düşündüm durdum. Gecekondu derken, dedikodu derken –di’li geçmiş zaman ekini görüyoruz. Başka gecekondu gibi imambayıldı, hünkarbeğendi, külbastı, mirasyedi, şıpsevdi, kaptıkaçtı, oldubitti gibi isimleşmiş bileşik kelimelerimiz var. Ama aradığımız şey bu kelimelerde değil.

    “B” sesi Türkçede kelimeye nasıl bir anlam katar, dünya dillerinde nasıl bir anlam katar? Sorumuz bu. Dünya dillerindeki “b”nin taşıdığı, kelimeye kattığı anlam yoğunluğu Türkçedeki ile aynı mıdır, işin bu tarafına girebilmek için öncelikle Türkçede b’nin neler yaptığına bir bakalım.

    Daha “Benin ne yaptığını anlayabilmek için” diye cümleyi kurduğumda, benim ne yaptığımı mı ifade etmeye çalışıyorum ‘b’nin ne yaptığını mı ifade etmeye çalışıyorum? Okurken zihnimiz ister istemez “ben” kelimesine gidecektir. Yaptığım sadece şu: zihnimizi b’den “ben”e götürmeyi engelleyen “b” sesinden sonraki tırnak işaretini kullanmadım ilk iki kullanımda. Ve b’yi dile getirmek, seslendirmek için muhtaç olduğumuz “e” sesini de yazmış oldum. Oysa en başından beri bu paragraftaki beşinci ve yedinci kullanımdaki “b” gibi yazsam sesin kelimeye nasıl bir mana kattığını size fark ettirmem biraz daha zorlaşabilir; mesele teknik bir mesele gibi görünmekten kurtulamayabilirdi.

    ***

    Türkçede “b” sesinin geldiği kelimeye hangi anlamı kattığını daha açık bir şekilde gösterebilmek için “orası” ile “burası” kelimelerini örnek vermeliyim. Burası, benim olduğum yer Büyük Çamlıca. Siz de diyelim ki Bursa’da İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin kabrinin orada, yanındasınız. Sizin orasının burası olması için ne yapmam gerekir? Buradan Büyük Çamlıca’dan kalkıp oraya Bursa’ya İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin kabrinin yanına gitmem gerekir. Düşünün ki gittim, yani hatta geldim bile. Artık buradayım, sizin yanınızda. Sizin orası artık burası oldu. Ben’in b’si orası kelimesinin başına geldi, orası borası oldu, dilimiz “b-orası”nı daraltıp yuvarlayarak “burası” yaptı.

    ***

    “Bilmek”in kökünü ilmek olarak aldım, başındaki “b” sesini kaldırarak yaptım bunu. Elimize bir ilmek geldi. O “ilmek”ten “b-ilmek”e nasıl geçiliyor; şöyle: Başına ben kelimesinin b’sinin gelmesi ile. Bu işlem bilmek kelimesinin “ben” ile irtibatlı, “ben”in eylemleri ile irtibatlı olduğunu gösteriyor bize. Gösteriyor ama bunu binlerce yıl neden görmemişiz, nasıl görmemişiz; evet, bu bir sual-i muazzama!
    Allah’ı Bilmeden Bilebilmek Mümkün Mü?
    Bu soruyu çok önemsiyorum. Bilmek kelimesinin kökünün bil- değil, “il” olduğunu ilmek ilmek zihinlere örmek istiyorum! İlginizi çeker mi bilmiyorum ama bilgilenmenizde fayda var!

    Arapçadaki ilim aklınıza gelecek ama ilim ile bilim farklı dillerin kelimeleri! Bilginin kökünün il olduğunu anlatmaya çalışırken ben, “ilim” kelimesi gelmesin aklımıza!

    Kainatta ilgisiz, ilişkisiz hiçbir şey yok! Varlıkların bir şeylerle ilişkisi olduğunu herkes bilir. Vapurun denizle, balığın suyla, paranın değerle, öğrencinin okulla, gazetenin yalanla, uykunun rüya ile… Evet, bunlar ve her şey birbirleri ile ve daha birçok şeyle doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilişki içerisinde.

    Allah’ı var olarak bildikten sonra varlıkla Allah arasında bir ilişki olmadığını düşünmek mümkün değil. Ve her şeyin O’na bağlı olduğunu fark etmemek mümkün değil…

    İşte bu ilgiyi kurabildikten sonra ardından eşyanın başka varlıklarla ilişkisini kurmaya geliyor sıra. Bu ilgiyi kuran ben’in b’sinin kelimenin başına geldiğinde- kelime kökünü kelimenin ortasında arama yöntemini, dolayısıyla kelimelerin başındaki sessiz harfleri de kelime kökünü ararken kaldırdığımızı hatırlayalım lütfen- o eylemi gerçekleştiren birinci tekil şahıs anlamı kattığını söylemeliyim. Bunu nereden mi çıkarıyorum? Benim o ilişkilerle irtibatı kurmamı ifade eden b’nin oraya gelmesinden! Ve bilgi sen o evrene girmedikten sonra ortaya çıkacak bir şey değildir!

    Bilinç ne demek, kelimedeki sesler kelimeye nasıl bir anlam örüyor?

    Bilinç kelimesindeki “n” ve “ç” seslerinin kelimeye sırasıyla eylemin içimizde gerçekleşmesi ve gerçekleşirken çoğalması, artması manası katabileceğini yukarıda ifade etmiş idik. Bilinç kelimesindeki “b” sesi ise kelimeye ben anlamı katıyor. Bunu da biraz vurgulayarak ifade ettik. Şimdi gelelim kelimenin kökündeki yani ortasındaki manayla birlikte (bilinçteki -il- kökü) tüm kelimenin nasıl bir manayı kazandığını görmeye: Yüksek bir duyarlılıkla, âdeta insanın neredeyse iliklerine kadar ilgi kurabilme hâline bilinç diyebiliriz. Bu kurulması gereken ilgileri topyekûn kurabilen bir “ben”e, benliğe sahip olma hâline de “bilinç” diyebiliriz. Bilincin ne gibi durumlarda iptal olduğu, tatile girdiği, gafletin ne olduğu, insanın gaflete nasıl düştüğü soruları da bilincin kavranmasına imkân sağlayacaktır ama bunlar kelimeyi kelimenin yapısı, ekleri ve kökü bakımından etimolojik incelememizin sınırlarını aşan tarafları.

    *DilEvi Etimoloji Topluluğu Başkanı