HAKK’A LİSAN OLMAYA DAİR
Yazar: Muhammed Bedirhan
Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem isimli eserinin “Îsevî Kelime’deki Nebevî Hikmet”e dair bölümünde kıyamet günü Hz. Îsâ’ya annesi Meryem ile kendisinin ilahlaştırılması sorulduğunda, Cenâb-ı Hakk’a kendisinin böyle bir iddiasının olmadığını ve tebliğe memur kılındığı şey dışında böyle bir iddiayı dile getirmediğini beyan ettikten sonra “Benim dilimden konuşan ancak Sensin ve Sen benim lisanımsın…” dediğini nakleder. Bir tür özür beyanı mahiyetinde gözüken bu ifade aslında İbnü’l-Arabî tarafından tekâmül ettirilen tasavvuf metafiziğinin insan anlayışının bir özetidir. Bu yazımızda işte bu ifadenin içeriğini anlamaya çalışacağız.
İnsan, zevke meyledip acıdan kaçmayı ölesiye tavsiye eden modern dünyanın aksine yalnızca acı çekerek hayatın anlamına erebileceği, gerçek erdemin acı ve elemde olduğunu savunan bir çileci bile olsa doğası gereği mutlu olmak ister. İşte insanın bu doğası yüzünden ister vahye dayalı olup semavi kaynaklı olsun isterse beşerin muhayyilesine dayalı dünyevi kaynaklı sistemler olsunlar büyük ölçüde dinler insanın dünya ve ölüm sonrası hayatında saadeti nasıl kazanacağını kendilerine problem edinmişlerdir ve insanı mutlu etmeyi hedeflerler. Sadece dinlerin değil aynı zamanda antik çağdan itibaren düşünce tarihi alanında ortaya çıkan materyalist veya idealist, akılcı veya mistik karakterli birçok felsefe okulunun da mutluluğun ne olduğunu, doğasını ve nasıl elde edileceğini araştırdıkları ve çeşitli önerilerde bulundukları görülür. Antikitenin nihayete erip erken Orta Çağ’ın yaşandığı bir dönemde nazil olan Kur’an ve onun ilkeleri doğrultusunda gelişen İslam tebliği de bu bağlamda doğal olarak insanın mahiyeti ve onun dünya ve ahiret mutluluğunu nasıl tahsil edeceğine dair açıklamaları içerir. Hatta denilebilir ki, İslam’ın nihai hedefi insanın kurtuluşu ve bu çerçevede dünya ve ukbâ yurdunda ebedî saadetidir.
İslam’ın tebliğinin insanın mutluluğuna dair içeriği İslam içerisinde ortaya çıkan çeşitli dinî hareketlerin birer mutluluk felsefesi geliştirmeleri ve bu bağlamda bir antropoloji doktrini inşa etmelerine de kapı açar. İslam içerisinde ortaya çıkan bir dindarlık modeli olan tasavvuf hareketi de bu diğer dindarlık modelleri ve entelektüel geleneklerde olduğu gibi mutluluğu açıklamış, bir antropoloji anlayışı inşa etmiş ve mutluluğun elde edilmesini temin eden insanın kurtuluşuna dair İslam’ın ana ilkeleriyle uyumlu bir doktrin önermiştir. Bu anlayış insanın kurtuluşunu yani dâreyndeki saadetini kemale ermekle irtibatlandırır. Kemal, asli kaynağa benzeyiş ve en yüce mertebeye ermek olarak tanımlanırken mutluluk, insani hakikatin yani nefsin asli kaynağı olan Hakk’a teşebbühü ve Onun ahlakıyla tahallukunu temin eden mârifetullah ile amelî ve nazari açıdan istikmâline bağlı bir biçimde açıklar. Bu açıklama doğrultusunda mutlu insan, bir yönüyle nazari yani ontolojik ve bilişsel, diğer yönüyle amelî yani dinî ve ahlaki açıdan yetkinliğin sahibidir. Yani mutlu insan, insân-ı kâmildir. Bundan dolayı tasavvuf hareketi istikmâl-i nefs için inançta tevhit, bilgide yakin, amelde ise ihlası zorunlu görür. Ayrıca ancak bunlar gerçekleştiği takdirde kişinin gerçek anlamda kurtulacağı ve saâdet-i ebediyyeyi tahsil edeceğini iddia eder.
Tasavvufun kurtuluş ve ebedî mutluluk için zorunlu gördüğü tevhit, yakin ve ihlasın kalbe ait ameller ve hâller olması dolayısıyla istikmâl-i nefsin kalp ile yakından ilişkisi vardır. İster insandaki ruhani-manevi cevhere işaret etmesi itibarıyla olsun, isterse bedendeki bir organa işareti itibarıyla olsun kalp, değişkenliğin ve dönüşümün sembolüdür. Adını da bu değişim ve dönüşüm özelliğinden alır. Bu yüzden nefsin kemalinin kalp ile ilişkisi dolayısıyla sadet aynı zamanda bir değişim ve dönüşüm sürecidir. Tasavvuf literatüründe bu değişim ve dönüşüm daha çok kimya veya iksir kavramlarıyla ifade olunur.
Sufiler nefsin değişim ve dönüşüm yoluyla kemali elde etme süreci ile hem kozmosa, hem ruha hem de ilahi isimlere ait bir ilim olarak gördükleri iksir ilmi/kimya adı verilen simya arasında bir benzerlik görürler. Değersiz maddenin en değerli metal olan altına doğru yolculuk sürecindeki evrelerin benzeri nefsin kemal yolculuğunda da etkindir. Nefs de kemalini elde etmek için simyasal süreçteki karartma, ağartma, sarartma ve kızıllaştırma işlemlerinden geçer. Kızıllaşma işlemi neticesinde artık el-Kibrîtu’l-Ahmer/Kızıl Kükürt/Turba Philosophorum veya Filozof’un Taşı adıyla da anılan İksîr-i Âzam/Tiryâk-i Bozorg/İksîru’l-Hayât’a dönüşmüştür.
Nefsin kurşun gibi değersiz bir metalden Kibrît-i Ahmer’e yani kendisi değerli olduğu gibi değersiz şeylere temas ettiğinde onları da değerli hâle getiren ve sahibini ölümsüz kılan iksire dönüşüm süreci üç temel aşamayı geçmekle gerçekleşir. Öncelikle nefs arındırılır. Yani kendisine ilişen ve aslına ve özüne ait olmayan unsurlardan riyazat ve mücahede yoluyla temizlenir. Bu aşama sufiler tarafından manevi ölüm olarak da görülür. Manevi ölüm simyadaki karartma işlemine benzer. Simyada değersiz madde athanor/et-tennûr adı verilen fırında yakılarak tortularından arındırılır. Nefsin dönüşümünde de manevi ölüm fırında yakılma işlemini andırır. Manevi ölüm halktan ayrılmak, hevadan ayrılmak ve iradeden ayrılmak suretiyle gerçekleştirilen riyazat ve mücahedeler yoluyla nefsin arındırılması asli cevherinin ortaya çıkmasını sağlayan bir tahliye işlemidir. Bu tahliye işleminde nefs simya fırınındaki madde gibi tortularından çözümleme/tahlil miracını yaparak bir katarsis yaşar. Değişim ve dönüşümlerin eşlik ettiği bu süreç hem epistemik ve ontolojik bir derinliğe sahiptir, hem de ahlaki ve dinî bir yönü vardır. Kul dinî ve ahlaki edimlerle yani dinî açıdan gönüllü davranışlar/nafileler ve ahlakın reziletlerini terk edip faziletlerini tahsil ederek nefsini örten ve onu aslından perdeleyen ontolojik perdeleri teker teker yırtar ve onun aslından haberdar olmasını temin ederek arızi cehaletini ortadan kaldırır. Bu durum nefsin kemal seferindeki ikinci aşamaya geçiş anlamı taşır.
İkinci aşamada ilahi fiiller, isimler, sıfatlar gibi çeşitli yönler itibarıyla Hakk’a yani nefsin ve her şeyin kaynağı olan ilk ilkeye dair müşahedeler gerçekleşir. Bütün bunlar nefsin hakikatine şiddetle tutulması ve onda yok olma arzusu duymasına neden olur. Bu aşk üçüncü aşama olan tevhide yani nefsin ben idrakinin ortadan kalkıp bütünüyle Hakk’ta silinerek, Hakk’ı hariçte bilmekten Onu kendinde bulmaya, bulmaktan da benlik idrakinden çıkarak O olmaya, Onunla beka bulmaya ve dönüşüm sürecini tamamlayarak kemale ermeye iletir. Bu aşama saadet kimyasıdır yani mutluluk iksiridir ve halktan Hakk’a, Hakk’tan Hakk’a, Hakk’tan halka ve halktan halka doğru nefsin kemal yolculuğundaki dört merhalenin ilkidir. Bu ilk aşama nefsin dönüşüm sürecidir. Bu aşamanın ardından gelecek olan diğer üç merhale ise nefsin kemal mertebelerindeki yolculukları olup aynı zamanda dönüştürücülük özelliği kazanmasıyla ilgilidir.
Nefsin simyasında son aşama aynı zamanda tasavvuf ıstılahında cem’ kavramıyla ifade edilen Hakk’a kurbiyyet/yakınlık ve maiyyet durumudur. Cem’, bu mertebeye ulaşan salikin davranış ve ahvalinde niteliksel açıdan bazı değişmeleri de kapsayan bir kavramdır. Cem’ ile ifade olunan tevhit aşaması üç farklı kemal derecesine sahiptir. Bu derecelerin ilki tevhide eren nefsin sahibi olan kulun vasıflarının ilahi vasıflarla yer değişmesi durumudur. İkincisi ise bu kulun zatının hatta tüm âlemdeki tüm nesnelerin zatlarının ilahi zatta silinip gitmeleri durumudur. Bunların ilkinde kul etkin, Hakk edilgen iken ikincisinde Hakk etkin, kul ise edilgen durumdadır. İlkinde kul zahir, Hakk bâtın iken ikincide Hakk zahir kul bâtındır. Dolayısıyla ilk yön bir tür teellüh, ikinci yön ise taabbüd anlamı taşır. Üçüncü derece ise halkı müşahedenin Hakk’ı müşahededen ve Hakk’ı müşahedenin de halkı müşahededen kulu alıkoymadığı bir idrak seviyesidir. Bu derecede hem kul hem Hakk etkin ve edilgendir. Bundan dolayı bu derece diğer iki derecenin üstündedir. Teellüh ve taabbüdü cem eder ve bunun üzerinde başka bir derece bulunmaz.
Cem’in ilk derecesi tasavvuf ıstılahında kurb-i nevâfil olarak adlandırılır. Bu yön nefsin kendi hakikatine yolcuğu sırasında ulaştığı cem’ hâlinin halka dönük yüzüdür. Burada nefs sıfatlarından fani olur ve Hakk’ın sıfât-ı sübûtiyyesi nefsin aletleri durumuna gelir. Bu yakınlık ve birliktelik, hakikatine doğru yolculuk yapan nefsin hakikati uğruna giriştiği riyazat ve mücahede hayatının sonucunda ortaya çıkan kendini Hakk’a sevdirmeye bağlı yakınlıktır. Dolayısıyla muhiplerin erdiği bir yakınlık olarak kabul edilir. “Kulum bana nafilelerle yakınlaşır. Ta ki onu severim. Ben onu sevince de gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum. Artık benimle görür, benimle duyar, benimle tutar…” şeklindeki kudsî hadiste bu yakınlık anlatılmaktadır. Bu derecede Hakk mazhar, kul zahirdir. Hakk alet, kul ise o aleti kullanandır. Kul, Hakk ile dilediğini yapar. Hakk kulun aynası olmuştur.
Bu yakınlığı kazanan kişinin organları ve sıfatları dönüştüğü için fiillerinin icrasında o fiile mahsus olan organa ihtiyaç duymaz. Bilakis bütün varlığıyla o fiili yapabilir duruma gelir. Söz gelimi bütün bedeniyle görür ve bütün bedeniyle işitir. Zira göz organıyla görmek ve kulak organıyla işitmek, sınırlı varlığa diğer bir ifadeyle beşer oluşa ait bir özellikti. İlahi vasıflar, kulun vasıfları hâline gelince sınırlılık ortadan kalkar ve kul sıfatları bakımından sınırsız hâle gelir.
Bu durum zaman ve mekân kayıtlarını aşmaya da neden olur. Bu yakınlık türünün sahibi için mazi, hâl ve istikbal eşittir. Mekânsal uzaklık ve yakınlık bir anlam ifade etmez. Gayb, şahadete döner. Görme ve işitmenin dışındaki her tür vasıf da buna göre mutlaklaşır. Bu durumda iken kula layık olmayan ahval, akvâl ve ef’âl kuldan sadır olur ki, bunlara mucize veya keramet adı verilir. Bu yakınlığa sahip olan kişi, kendisinin, kendi özelliklerinin ve hatta bütün âlemin Hakk ile kaim ve Hakk olmaksızın mâdûm-i sırftan ibaret olan şeyler olduğunun idrakinde olmakla beraber henüz bütünüyle kendi ben idrakinden çıkmamıştır.
Cem’in ikinci derecesi ise kurb-ı feraiz olarak adlandırılır. Bu derece nefsin kendi hakikatine yolcuğu sırasında ulaştığı cem’ hâlinin Hakk’a dönük yüzüdür. Bu derecede kul, zahir ve bâtında bulunan mahsus ve makul varlıkları, hatta kendi nefsini idrak özelliğini bütünüyle yitirir, kul zatından fani olur ve Hakk’ın zatı kulun zatı durumuna gelir. Geride kulun zahir ve bâtınında sadece hakiki Mutlak Varlık yani Hakk kalır. Bu durumun ifade ettiği yakınlık mahbupların yakınlığıdır. Bu da farzların yerine getirilmesinin neticesinde ortaya çıkar. Bu mertebede kul, Hakk’ın kendisi vasıtasıyla işittiği, gördüğü ve konuştuğu kimsedir. Allah kulunun lisanı üzere, “Allah, kendisine hamdedeni işitti.” hadisi ile bu yakınlık durumuna işaret edilmiştir. Bu mertebede Hakk zahir, kul mazhardır. Kul Rabb’in aynası olup Hakk kuluyla duyar, kuluyla görür, kulu vasıtasıyla konuşur ve kulu ile ne yapmak istiyorsa yapar.
Kemalin üçüncü derecesi ise her iki yakınlığı kendinde toplayan ve mutlak olan kemaldir. Bu kemalin sahibi Hakk’ı halkta, halkı da Hakk’ta müşahede eder. İki müşahede birbirini nefyetmez. Bu derece, “cem’ü’l-cem” makamı olarak da adlandırılır ki, o, “fark” ve “cem” makamlarını birleştiren “ikinci fark” makamıdır. Bu makam, Hakk’ı Hak bilip, Onun dışında hiçbir Hakk olmadığını ve de batılı da batıl bilip, onun dışında hiçbir batıl bulunmadığını bilmektir. Bu kemal derecesinin sahibi Vahdet-i Vücûd ehlidir. Bu aşamayı tahakkuk ettiren nefsin sahibi Kibrît-i Ahmer olarak anılır. Onun kendisi dönüştürücü etkiye sahip olduğu gibi nefesi, nazarı ve sözleri de dönüştüren etkiye sahip iksirdir. Bu kişi Hakk’ın halifesi olma özelliğine de sahiptir. Hem teellüh, hem taabbüd sahibidir. Bundan dolayı teşebbüh billâh ve tahalluk bi ahlâkillah vasıfları onunla kâmilen zahir olur. İşte Hz. Îsâ’nın yukarıda zikrolunan kavl-i şerîfi tam da bu mertebenin bir ifadesi olup hem kendisinin Hakk’a lisan olduğunu hem de Hakk’ın kendisinin lisanı olduğunu beyan eder.