BİRLİKTE VAR OLMANIN ÖTESİNDE
Yazar: Robert Bernasconi
Birlikte varoluş bu günlerde hem insanlık durumunun bir niteliği hem de sürekli geliştirmemiz gereken bir ideal olarak sunuluyor: Daha iyi birlikte var olmayı öğrenmeliyiz. Birlikte varoluş bir gerçek ama giderek bir zaruret olarak da anlaşılıyor. Zira birlikte var olmanın ne demek olduğuna dair anlayışımız değişmeye başladı. Bir kişinin yaptıklarının herkes için hangi raddede etki yapabildiğine dair daha geniş bir farkındalığa sahibiz bugün. İklim değişikliği hepimizi kapsıyor ve bir kişinin virüs taşıdığından haberi olmadan o virüsü başkalarına bulaştırabildiğini daha iyi anlıyoruz. Dahası, birlikte var olma meselesi öncelikli olarak yakın komşularımızla nasıl geçindiğimizle alakalı değil artık. Küresel bir arzu, küresel bir ilke hâline geldi: coğrafi sınırların devriyeleri malların ve insanların akışını düzenlemeye çalışabilir ama kirlilik sınırlara riayet etmez. İnsanlık tarihinin çoğunda insanlar görece küçük alanlarda yolculuk etmişken bugün tercihleri ya da şartlar gereği görece yalıtılmış insanlar bile çok uzaklarda alınan kararların ya da yaşanan olayların kendilerini etkilediğini biliyor. Peki, ama birbirimizle olan bağımızı gösteren bu yeni zorluklar bizi ne bakımdan ve ne derece gerçekten birleştirebilir? Biz bu yeni zorluklarla başa çıkmaya çalışırken birlikte var olma fikri bizi yönlendirebilir mi? Birlikte var olma düşüncesinin ve gerçekliğinin sınırları neler? Birlikte var olma fikri teorik olarak herkesi içerecek şekilde genişletilebilir ama bu teori pratikte ne kadar uygulanabilir?
Benim kuşağım için “birlikte var olma” kelimesi yüklü bir kelime. Bu şu demek; Soğuk Savaş döneminde büyüyen birisi için bu kelimenin rahatsız edici içerimleri bulunuyor. Nükleer felaket tehdidini hatırlatıyor. Bu tehdit, sözde süper güçlerin bir şüphe ve düşmanlık atmosferi içinde sadece birlikte var oldukları bilgisiyle daha da büyüyordu. O zamanlar “barış içinde bir arada yaşama” denen şeyin kırılganlığı, hâlâ devam eden savaşların olduğu ama bu savaşların vekiller tarafından yürütüldüğü bilgisiyle artıyordu. Bu savaşların kolaylıkla kontrolden çıkabileceği kolaylıkla tasavvur ediliyordu ve bundan dolayı da sürekli bir korku atmosferi vardı. Hayatta kalmayı güvence altına alan tek şey iki tarafın da bu aynı korkuyu paylaştıklarına olan inançtı. Süper güçler arasındaki güç dengesi güvensizlik üzerine kurulmuştu.
Bildiğimiz anlamıyla dünyanın sonunun geleceği bir nükleer felaket tehdidi hâlâ tabii ki var. Özellikle de nükleer silahların artışını düşündüğümüzde. Fakat barış içinde bir arada yaşama adına yaratılan onca acıyı unutmaya istekli olduğumuzdan bugünden geriye dönüp bakıldığında Soğuk Savaş yılları masumiyet yılları olarak gösterilebilir. İklim değişikliğinin o zamanlar henüz bir mesele olmamasının ise bu durumla hiç alakası yok. Günümüzde insan ırkının sonuyla ilgili kıyamet dili daha çok antroposen tartışmalarında kullanılıyor. Daha uzun bir süredir değilse bile yaklaşık iki bin senedir insanlar dünyanın sonu üzerine düşünüyor. Fakat iklim değişikliğinin sonuçlarını dünyanın sonu gözlüğüyle okumak uygun değil. Evet, iklim değişikliği hâlihazırda türlerin neslini tüketiyor ama insan türü onlardan biri olmayacak, en azından uzun bir süre. İklim değişikliğinin etkileri (türler arasında) eşit olarak hissedilmeyecek ve hatta bazıları bundan faydalanmanın yollarını bile bulabilir.
Hiç kimse iklim değişikliğinin dünyayı nasıl değiştireceğini kesin olarak öngöremez çünkü hiç kimse etkileri kaçınılmaz hâle geldiği zaman ne tür adaptasyonlar olacağını bilmiyor. Ne de bu adaptasyonların ne zaman olacağını biliyoruz. Kıtlıkların ve hastalıkların çoğalacağı, bunların yol açacağı göç artışı; bunların hepsi tamamen öngörülebilir şeyler. Fakat dünyanın hangi bölgelerinin ilk olarak karışacağı hakkında birtakım fikirlerimiz olsa bile, uluslar avantaj elde etmeye çabalarken bu olayların nasıl tepkiler ortaya çıkaracağı üzerine sadece tahmin yürütebiliriz. İklim değişikliği ve küresel salgınlar tüm dünyayı etkiliyor ama dünyanın her yerini aynı şekilde etkilemeyecekler. Bunun da bazı ülkelerin bu etkileri onarmak için kaynaklarının olması ve diğerlerinin olmamasıyla ilgisi yok. İklim değişikliği herkesin çözüm üretmek için bir araya gelmesi ihtiyacını ortaya koyuyor ama eğer bu sorunu çözme çabaları daha da fazla bölünmeye yol açmasın isteniyorsa tümden bir paradigma değişimi gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bazı politikacılar gibi meseleyi gayet de bilen birçok kişinin iklim değişikliğini reddetmesinin sebeplerinden biri giderek tarafgirleşen bir demokraside uzun vadeli fikirleri göz ardı ederek kısa vadeli planlara odaklanmanın kendi çıkarlarına olduğunu düşünmeleridir. Lakin bundan daha derin ve daha sinik olan sebep, ABD’nin gücünün ve zenginliğinin ülkeyi bir çeşit kurşungeçirmez kıldığına dair olan inançlarında yatar: sonuçlara ilk olarak diğer uluslar maruz kalacak ve belki de onların batışı ABD’nin zenginliğiyle birleşerek sorunu dünyanın bu tek bir parçası için hafifletecektir.
İnsan, ABD’nin bu kurşungeçirmezlik hissinin, COVID-19 dediğimiz küresel salgının etkilerini azaltmak için kaynaklarını düzenlemek noktasındaki inanılmaz beceriksizliği karşısında zarar göreceğini düşünebilir. Gerçekten de küresel birlikte varoluş gerçeğinin bir ilke olarak birlikte varoluşu destekleyecek eylemleri artıracağına inanan birisi ABD’nin öne çıkıp küresel liderliği üstleneceğini düşünmüştür. Bunun gerçekleşmemesi, bunun tam aksinin gerçekleşmesi, temayülün, tehdit çok yakında olduğu zaman dahi, her ülkenin kendi çıkarlarını öncelediği ve diğer ülkelerin talihsizliklerinden bir avantaj sağlamaya çalıştığı geleneksel rekabetçi düşünme biçimlerine dönmek olduğunun bir göstergesi.
Herhangi bir ülkenin ya da toplumun bir salgına verdiği ilk karşılığın sınırları kapatarak kendini soyutlamak olması yanlış bir şey değil. Bilim bu karşılığı destekliyor. Fakat diğer uluslar bu soruna yenik düşerken o ülkenin sorunu kendinden uzak tutması yeterli değil. Bir kasaba kendini taşkın sulardan korumak için bir nehrin kıyısına duvar ördüğünde suyu akıntı yönünde ilerletmiş olur ki bu, o yöndeki yerleşimler için büyük ihtimalle sel tehdidi demektir. Bir işyeri kendini teröristlerden korumak için güvenlik önlemleri aldığında terörizmle savaşmış olmaz, teröristleri başka bir hedef seçmeye davet eder. Bir ülkeyi, evvelemirde göçmenleri doğuran koşulları ele almak yerine onların ülkeye girişini engellemek için sınırlarına duvar inşa etmeye yönelten düşünme biçimidir bu. Birlikte var olma fikrinin kendisinde, talep edilen şey yeni bir sistemken statükoyu olduğu gibi bırakan şeyin ne olduğunu anlamak için, hayatta kalmak için gerekli olan etik bir ilke olarak birlikte var olma çağrılarının ardına bakmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Bugün çoğunlukla yürürlükte olan birlikte var olma modeli Soğuk Savaş sırasında uygulanan model: rekabetçi birlikte var olma. Bu analizin teyidini, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nin kendisini bir arada tutmak ve kendisinin de parçalara bölünmesini engellemek için gözü dönmüşçesine hemen yeni düşmanlar icat etme çabasında görebiliriz. Ekonomik sistemlerin çatışmasını ikame etmek için Samuel P. Huntington’ın medeniyetler çatışması fikri teşvik edildi. Komünizmin çöküşünü takiben ondan doğan boşluğu doldurmak üzere sahneye İslamofobi çıkarıldı.
Fakat rekabetçi birlikte varoluşun kökleri daha derinlerde yatıyor. Modern siyasi felsefe, toplumsal sözleşme aracılığıyla zarardan, özellikle de dış güçlerden gelen zarardan korunma karşılığında belli haklarını devlete devreden soyut bireyin önceliğiyle başlar. Bu durum, kıta Avrupası filozofları arasında önemli bir fikir olan sosyalleşmenin hiçbir zaman tam olarak kabul görmediği İngiliz dil felsefesi için özellikle geçerlidir. Buna karşın toplumsal dokunun iç uyumu her iki gelenekte de yabancıların düşmanlığına dayanır. Bu düşmanlığın bulunmadığı yerde mutlaka geliştirilmesi gerekir. Baskıcı bir toplumda statükoyu muhafaza eden şey dış tehditlerin sürdürülmesidir. Bu aynı zamanda herhangi bir toplumdaki ırksal, ekonomik ya da dinî bölünmeleri de sürdüren şeydir. Bir örnek vermek gerekirse Amerika Birleşik Devletleri’nde polis gücünün askerîleştirilmesi terörizm korkusuyla meşrulaştırılır ama bu mühimmatlar büyük oranda kendi vatandaşlarına, nüfusun bir kısmının keyfini sürdüğü imtiyaz ve hakların birçoğuna ulaşamayan ırksal azınlıklara karşı kullanılır.
Rekabetçi birlikte var olma sadece uluslar arasındaki ilişkileri betimlemez, ayrıca her ulus içindeki gruplar arasındaki ilişkileri de kapsar. Bölünmeler teşvik edilir. Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ile süren Soğuk Savaşı kendi vatandaşlarına karşı sürdürdüğü baskıyı meşrulaştırmak için kullandı. ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan egemen ekonomik güç olarak çıktı ama biriktirdiği zenginliği kendi fakir halkıyla paylaşmaya o zaman da en az şimdi olduğu kadar isteksizdi. Çünkü çok fazla sayıda orta sınıf Beyaz, Siyah vatandaşları tanımayı hâlâ reddediyor; bu ret fakir Beyazları kurban etmek anlamına gelse bile. 1991 yılında Los Angeles polisi tarafından dövülen Rodney King şu meşhur soruyu sormuştu: “İnsanlara tek şunu söylemek istiyorum anlıyor musunuz, hepimiz birbirimizle geçinebilir miyiz?” Bugüne kadar aldığı asıl yanıt ise Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasetin bölücü birlikte var olmanın teşvik edilmesi biçimini alması oldu. Uluslararası düzeyde rekabetçi birlikte var olma bu bölücü olan formun etkilerini ara ara güncelledi tabii. Afro-amerikalılar tarafından 1950’ler ve 60’ların Sivil Haklar Hareketi sırasında kazanılan tavizler büyük oranda Güneyli Beyazlara ve özellikle onların siyasi temsilcilerine dayatıldı; zira şehirlerinin sokaklarında yaşanan karmaşadan sahnelerin televizyonlarda uluslararası olarak yayımlanması sonucu Amerika Birleşik Devletleri hükümeti Sovyetler Birliği’yle olan propaganda savaşını kaybettiğini fark etti. ABD polisi kurulduğu günden beri ırksal azınlıkları terörize etmek için kullanıldı. Bu yeni bir şey değil. İnsan, eğer bu sefer bir şeyler değişecek olursa bunun ülkelerinin tarihi hakkında sadece yüzeysel bir kavrayışa sahip Beyaz Amerikalıların ülkelerinin gerçek tarihiyle yüzleşmeye gönüllü olmalarından değil de iktidarda bulunan insanların Amerika’nın başkaları nezdindeki şöhretinin zarar gördüğünü anlamaları yüzünden olacağından şüpheleniyor.
Amerika Birleşik Devletleri’ne odaklanmamın sebeplerinden biri orada otuz iki yıl yaşadıktan sonra ülkeyi iyi biliyor olmam ama bu dinamiklerin sadece oraya özgü olduğunu söylemiyorum. Başka birçok hususta olduğu gibi bu konuda da yürürlükte olan mekanizma Avrupa Aydınlanması’nın filozofları tarafından kuramlaştırılıp meşrulaştırıldı. Immanuel Kant’ın “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”nde yazdığına göre insanlar daha iyi bir dünyayı ahlaki davranmaktan ziyade antagonizma aracılığıyla yaratırlar. Bu benim bölücü birlikte var olma dediğim şeyin bir versiyonu. Tabii Kant, bunun bir mekanizma aracılığıyla gerçekleşeceğini varsayıyordu ve bu mekanizmaya da meşum “insanların asosyal sosyalleşebilirliği” (die ungesellige Geselligkeit der Menschen) ismini verdi. “Garazlı rekabetçi kibir, tatminsiz sahip olma ve hatta hükmetme arzusu için” doğaya şükran duyulmalıydı. Kant başkalarına ait toprakları işgal etme anlamında kolonyalizme büyük oranda karşıydı ama “Dünyanın bizim olan kısmı muhtemelen dünyanın geri kalan kısımlarına yasayı götürecek.” şeklinde öngörüde bulunacak kadar kolonyal bir zihne sahipti. Onun dünya yurttaşlığının altında yatan fikir dünya bir küre ve dolayısıyla da sınırlı olduğu için insanlığı bir araya getiriyor fikriydi. Fakat bu, dünya insanları birleştirdiği için değil insanları birbirinin karşısına koyduğu için kutlanacak bir şeydi. Çağdaş Kantçılar, tıpkı Kant’ın kendileri için önerdiği modele göre dünya yurttaşı olmadıkları için Yahudilere ve Pietistlere karşı beslediği düşmanlığı sürekli olarak görmezden geldikleri gibi onun dünya yurttaşlığı kavrayışının bu yönünü de çoğunlukla görmezden geliyorlar. 1793-94 döneminde ahlak üzerine verdiği derslerde, kendi dünya yurttaşlığı anlayışının bir kişinin ilgi alanının dereceler hâlinde genişlemesiyle işlediğini söyler. Bu ilgi kişinin en yakınından başlar, kendini özdeşleştirdiği çeşitli cemaatlerden geçerek en uzak olana genişler. Kantçı çerçevede dünya yurttaşlığı, birlikte var olmanın eklemeci [additive] bir biçimidir ve böyle olunca da kendilerinden öteye bakmaya doğuştan istidadı olmayanların tümüne karşı saldırmanın zeminini oluşturur. Bu noktada Kant’ın örneği Yahudilerdi. Eğer bir kimse onun önerdiği Avrupa merkezci dünya yurttaşlığı modeline uymuyorduysa Kant için o bir insanlık düşmanıydı, çünkü insan varoluşuna anlam veren hedef yolunda bir engel oluşturuyordu.
Rekabetçi birlikte var olma, uluslararası ilişkiler içindeki gücünün çoğunu, kapitalizmin erken dönem biçimlerindeki ekonomik köklerinden alır. Hugo Grotius, 1625 yılında yayımlanan Savaş ve Barış Hukuku kitabında mülkiyet hakkının yanına ticaret yapma hakkını yerleştirdi. Ticaret, yani kâr amacıyla yapılan alışveriş, toplumun itici gücü hâline gelir. Grotius tabii ki herkesin hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu levazımı kullanma hakkı olduğunu, ihtiyaç duydukları şeyler için izin istemeleri gerektiğini ama izin verilmediği takdirde de ihtiyaç duydukları şeyi yine de alma hakkı olduğunu söyleyen Orta Çağ fikrini hâlâ savunuyordu. Ama yüzyılın sonu gelmeden bu fikir Samuel von Pufendorf ve John Locke tarafından alaşağı edildi. Aradan bir yüzyıl geçtikten sonra kamu yararının, şahsi çıkarların peşinde koşma yoluyla güvence altına alındığı bir dogma hâline gelmişti. Ulusların Zenginliği’nde Adam Smith bunu şöyle ifade etti: “Akşam yemeğimizi soframızda bulmamızın sebebi kasabın, biracının veya fırıncının cömertliğinden değil, onların kendi çıkarlarına olan düşkünlüğündendir.” Fakat şahsi çıkarlar peşinde koşma ne ekonomik ne de siyasi anlamda kamu menfaatinin gerçekleşmesini sağladı. Bölünmeleri teşvik ederek kendi çıkarlarını en iyi kendisinin koruyacağına inanan sınıfın, ırkın ya da dinin çıkarları adına kamu menfaatinin hem ulusal hem de uluslararası alanda kurban edilişine tekrar tekrar şahit oluyoruz. Rekabetçi birlikte var olma ve bölücü birlikte var olma kötücül birlikte var olmaya dönüşüyor, çünkü gördüğümüz gibi bir kimsenin ekonomik ya da siyasi rakiplerini şeytanlaştırmak, bu fikirler ister uluslararası alanda isterse ulus içinde uygulansın, o kimsenin kendi grubunu birleştirmek ve harekete geçirmek için en iyi yol.
Bu paradigmaya göre bireyler şahsi çıkarlar tarafından belirlenir. Bireylerin özdeşleşmeyi tercih ettikleri kurumlar ortak çıkar bağları aracılığıyla oluşur. Lakin unutmamalıyız ki bireycilik Orta Çağlardan evvel bilinmeyen bir keşif, bir icat ya da daha da iyisi bir kurmacadır. Bunu söylemek, bazı bağlamlarda üretken bir kurgu olduğunu reddetmek anlamına gelmiyor. İlk benimsendiği soyut atomcu birey formunda bile. Bu formla o kadar çok şey başarıldı ki bu başlangıç noktasını terk etmeyi hiç istemiyoruz. Ama bireyselliğimizin bir anlamda toplumdan önce geldiğini ve toplumun kendi kendine yeten bireyleri arasındaki bir ittifakla oluştuğunu düşünmemiz fikri hem tarihsel hem de kavramsal olarak saçmalık.
Başka bir seçenek arayan bazı filozoflar, bu başlangıç noktasına karşı çıkan ontolojik bir birlikte var olma anlayışı sundu. Bu tarz anlayışlardan belki de en etkilisi Heidegger’in Mitsein kavramı. Mitsein genellikle Birlikte-olmak olarak tercüme ediliyor, lakin “birlikte varoluş” ifadesi de gayet işe yarar bir tercüme.11 “Birlikte-olmak” ifadesini being-with, “birlikte varoluş” ifadesini coexistence kelimesinin karşılığı olarak kullandım. Coexistence kelimesini metnin içinde farklı bağlamlar ve dil kuralları çerçevesinde “birlikte var olma, birlikte varoluş, birlikte yaşamak” … Continue reading Heidegger’in insan varoluşunu (Dasein) bir dünyada-olmak olarak kavrayışı nasıl ki Descartes’tan miras kalan dış dünya probleminin aşılması olarak kabul ediliyorsa onun Mitsein’ı sunması da, toplumun özel mülkü korumak üzere var olduğu ve içerdiği fertlerin menfaatlerini savunmadığı burjuva bireyciliğinin sahte ruhundan bir kurtuluş olarak görünebilir. Bireyden başlayarak oradan birlikte var olmaya gitmektense kişi burada birlikte var olmaktan başlıyor. Aynı şekilde bireyleşme Heidegger için verili değildir, başarılan bir şeydir; en dikkat çekici olarak da Angst ve ölüme-doğru-olmak’la başarılır. Fakat buradaki birincil endişe bu süreçte burjuva liberalizminin kendi tarihsel anı içindeki her ne kadar sınırlı olsa da kayda değer kazanımlarını feda ederek net hiçbir avantaj elde etmeme ihtimalidir.
Ontolojik bir kavram olarak – Heidegger bizim bir existentiale dememizi isterdi – Mitsein biçimsel bir yapıdır ve bundan dolayı da hem açıktan saldırganlık gibi birlikte varoluşun güdük kiplerini hem de Heidegger’in Fürsorge ya da itina göstermek dediği seçkin kipi içerir. 1933 yılının sonlarındaki ırksal açıdan gergin atmosferde Heidegger’in “bizim tarihsel Mitsein” dediği şeyi bir anavatana kök salmış tarihsel bir birlikte varoluş olarak Volk’un (halkın) bir ferdi olmakla ilişkilendirmek için koşturduğu hız, onun felsefesindeki koruyucu tedbirlerin eksikliğini teyit ediyor. Heidegger sadece, içinde şahsi menfaatlerin kovalandığı çerçeveyi genişletti. Onun kurban etme anlayışı Volk için, yani kişinin özdeşleştiği kişiler için kurban etmedir. Bu asil bir şey olabilir ama kişinin ailesinin, ulusunun ya da dininin neyi temsil ettiğine bağlı olan çok fazla şey vardır.
Boş bir levha demeye varan soyut bireyin tersine Heideggerci çerçeve içinde Mitsein’a bu kavramın somutlaştırmaları üzerinden yaklaşılmalıdır. Bu, kişinin gerçekliği ile tarihselliği ile yüzleşmesi demektir. Beyaz bir kişinin kendisinin kölelikten, onunla birlikte gelen Afrika’nın sömürülmesinden ve bu sömürüyle bağlantılı soykırımlardan sorumlu olmadığı noktasında ısrar etmesi örneğinde olduğu gibi kişiler bu yüzleşmeyi reddedebilirler. Ama bir kimsenin tam da Beyaz olduğu için edindiği ayrıcalıkları unuturlar. Fakat ortada her zaman kişinin içine atıldığı kimliği üstlenmesinin ne demek olduğu ve o kimlikten ne raddeye kadar kaçabileceği sorusu durur.
Mitsein’ı geride bırakarak kendimiz hakkında alışkın olduğumuz düşünme yollarından daha radikal başlangıç noktaları üzerine düşünmemiz gerekiyor. Buraya kadar incelediğimiz felsefi düşünceler içinde rahat bir şekilde barınamayan bir imkân olan kendini feda etmekten başlamalıyız. Zira dünyanın içinde bulunduğu durumun zorluğuna özellikle uygun düşüyor. İncelediğimiz felsefi düşünüşlerin tamamı başlangıç noktası olarak kendi varoluşu hakkında endişelenen bir varoluş’u almışlardır; bu ister bir birey olsun ister bir birlikte var olma biçimi. Son zamanlarda COVID-19 krizi bağlamında hayatlarını, hatta aile üyelerinin hayatlarını riske atan insanların muazzam örneklerine şahit olduk. Özellikle de temel hizmetlerde görev yapan insanlardan bahsediyorum: hemşirelerden, temizlikçilerden, otobüs şoförlerinden, yemek sağlayıcılarından ve diğerlerinden. Bu insanların birçoğuyla ilgili çarpıcı olan şeyse toplumun en az değer verilen fertleri arasında bulunmaları. Vazgeçilmez olmalarına rağmen onları daha da savunmasız kılan yoksulluk içinde tutuluyorlar. Şüphesiz ki bu insanların bazıları yardım ettikleri insanlarla özdeşim kuruyor ve bunu da birlikte var olmanın eklemeci anlamında yapıyorlar. Ama bu insanlar çoğu zaman, kendileriyle değil de onları ezen bir sistemle özdeşim kurabilecek insanlar için her şeylerini riske atan göçmenler veya ırksal ve dinî azınlıklar. Ayrıca bu insanların bir kısmı hiç şüphesiz, kendilerinin ve yaptıkları fedakârlığın kriz bittikten sonra muhtemelen yine unutulacağını düşünüyor. Fakat yine de işe gidiyorlar.
Emmanuel Levinas kendini kurban etmenin [self-sacrifice]22 Türkçede özverili olmak, fedakârlık yapmak, özveride bulunmak, kendini feda etmek, kendini kurban etmek, feragat etmek gibi anlam dizgesine de sahip olan bu ifadeyi Levinas felsefesindeki kurban dizgesi içerisinde tutmak için “kendini kurban etmek”le, diğer kelimelerin uygun … Continue reading nasıl mümkün olduğu sorusunu felsefesinin merkezine koydu. Levinas’ın tartışmaları Bütünlük ve Sonsuzluk ile eğer etik ifadelerle düşünülecek olursa kişinin en yakınımızda bağlantımız olanlarla değil bizden en uzak olanlarla başlaması gerektiğinin kabulünü vurgulayan Öteki’nin radikal başkalığı kavrayışı üzerine yoğunlaşır. Gerçekten de Levinas’ın Öteki anlayışının kökeni, kişinin kendi kendine yeterliğinin, benimle herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kimseden gelen etik taleple sorgulanmaya açıldığı bir tecrübede yatar. Öteki, benden başka olan öteki değildir burada. Lakin bu sadece başlangıçtır. İddialı başyapıtı Varlıktan Başka Türlü isimli eserinde Levinas bizi, zarar görmezlik peşinde koşan yalıtılmış soyut bireyciliğin çok daha ötesine taşıyan kaynakları geliştirdi. Öznenin kendini korumadan edindiği faydayı reddetmedi. Kendini koruma, her cömertlik jestine musallat olan müphemliğin altında yatan şeydir. İnsanın kayıtsızca kendi çıkarı peşinde koşmayı aşabilmesinin imkânını “insanlar arası” kelimesiyle tanımladı. Kulağa “birlikte var olma” gibi gelebilir bu ama “Faydasız Istırap” isimli bir makalesinde Levinas “insanlar arası” ifadesi lehine “birlikte var olma” terimini açıkça reddetti. “Birlikte var olma” ifadesi onun Heidegger’le ve ayrıca Martin Buber ve Gabriel Marcel’in ilişkisel felsefeleriyle ilişkilendirdiği bir şeydi. Birlikte var olmanın rahatlığının karşısına kendisinin “yakınlık” dediği şeyin rahatsızlığını koydu: Ben “öteki aracılığıylayım ve öteki içinim.” Bu öteki-için-birisi olmada Öteki hâlihazırda önceden kişinin yerini almıştır. Fakat bu ilişki içinde, Buber ve Marcel’in Ben ve Sen ilişkisinde olduğu gibi, kişiyi yok etmez.
Birlikte varoluş fikri, ister nükleer savaş ya da iklim değişikliği isterse de bir salgın olsun küresel sorunlara nasıl karşılık verileceğiyle ilgili tartışmalarda yaygın konuşulur oldu. Fakat bu tezler kişisel çıkar açısından ifade ediliyor: biz birlikte var olduğumuz içindir ki bu meseleleri ele almak için bir araya gelmeliyiz. Ama eğer birisi, hepimizi belirleyen şeyin doğamız gereği şahsi çıkarlar olduğuna inanıyorsa o kimse bu sorunların ortaya çıkışına katkı sağlamış varsayımı kabulleniyor demektir. Şirketlerin sorumluluklarını genellikle sadece hissedarlarının kazancı üzerinden düşünmesi ve bazı ülkelerin sadece kendi vatandaşlarını düşünmesi yeterince kötü zaten. Ama şahsi menfaat üzerine odaklanmayla ilgili esas sorun tüm bunların bize ne kadar rasyonel geldiği. Ondan dolayı bir daha hatırlamakta fayda var. Orta Çağlarda yaygın olarak, hayatta kalmak için herkesin ihtiyacı olan şeylere hakkı olduğu düşünülüyordu. Tabii ki bu, öncelikli hissedarların hayatlarını ve mülklerini onlardan daha az hak eden fakirlerden korumak için toplumu oluşturduğuna inanan toplumsal sözleşme teorisi her yeri etkisi altına almadan önceydi. Çağdaş toplumda ihtiyacı olanlara destek olan türlü sosyal programlar hakkında birbirimize bir hikâye anlatabiliriz. Eğer bu programlar tam olarak işlemiyorsa o zaman yapılması gereken tek şey bu sosyal programlara kaydolan insanların sayısını artırmak ve bunların sistemlerinin de, ayrımcı bir biçimde tatbik edilmemeleri için daha adil bir şekilde işlemesini sağlamaktır. Tüm bunlar bizim birlikte var olmayı kavrama biçimimize dâhil edilebilirler; hatta burada tanımladığım rekabetçi, bölücü, eklemeci ve şeytani birlikte var olma biçimlerinin ötesine geçen başka bir birlikte var olmaya yol açabilirler. Fakat bu tarz çabalar kendi içlerinde ne kadar değerli olursa olsunlar şu anda içinde bulunduğumuz küresel durumun zorluklarına kesinlikle bir karşılık vermezler. Ayrıca, güncel eşitsizlikleri şekillendirmiş yüzyıllar boyu süren sömürüyü unutmak olur bu.
Bundan dolayı, toplumun en savunmasız fertlerinin bazılarının yaptığı fedakârlığı, ötekilerinin kırılganlığı için duydukları endişe nedeniyle harekete geçmeye başkalarından daha hazır görünen bu insanların fedakârlığını yeniden düşünmek yüzleştiğimiz zorluklara yaklaşımımızın herhangi bir şekilde değişmesi noktasında temel bir öneme sahip gibi görünüyor. Burada sunduğum izahat, başkalarıyla ilişkilerimden yalıtılabilen bir birey olarak haklarımın bana ait olduğu klasik liberalizmin otonom öznesini yerinden oynatıyor. Aynı zamanda, birlikte varoluş felsefesinin çabalarında yaptığı gibi beni ilişkilerime indirgemeyi de reddediyor. Ben, yapılması gereken bir şey için sorumluluk üstlendiğimde benimdir en çok. Fakat aynı zamanda benim sorumluluğum da Öteki beni kendimden dışarı çıkardığı için ortaya çıkıyor: Ben kendimim ve ben kendim değilim. Eğer her birimiz kendimiz hakkında daha sık böyle düşünmeye başlarsak ona uygun şekilde davranmaya da başlayabiliriz. Birlikte geçinmeye başlayabiliriz. Sadece bazılarımızla değil, herkesle.
* Prof. Dr., Pennsylvania State Üniversitesi, Felsefe bölümü.
↑1 | 1 “Birlikte-olmak” ifadesini being-with, “birlikte varoluş” ifadesini coexistence kelimesinin karşılığı olarak kullandım. Coexistence kelimesini metnin içinde farklı bağlamlar ve dil kuralları çerçevesinde “birlikte var olma, birlikte varoluş, birlikte yaşamak” ifadeleriyle karşıladım. (ç.n.) |
↑2 | 2 Türkçede özverili olmak, fedakârlık yapmak, özveride bulunmak, kendini feda etmek, kendini kurban etmek, feragat etmek gibi anlam dizgesine de sahip olan bu ifadeyi Levinas felsefesindeki kurban dizgesi içerisinde tutmak için “kendini kurban etmek”le, diğer kelimelerin uygun düştüğü durumlarda ise onlarla karşıladım. Levinas için etiğin açıldığı kurbanın ve onun açtığı sorunun izi her fedakârlıkta ve özveride bulunur. (ç.n.) |