DÜNYANIN EDEBİYATI, EDEBİYATIN DÜNYASI
Yazar: Selman Bayer
Dünya Edebiyatı deyince hemen herkesin aklına aynı şey gelir: İnsanoğlun en görkemli hikâyelerinin seçkin bir derlemesi. İnsanın zaman ve mekân içinde yaşayıp kaydettiği, tahayyül edip anlattığı aşkın, öfkenin, hasretin, itibarın, çöküşün, ayrılışın, ölümün; hülasa insana dair bütün hikâyelerin yer aldığı müstesna bir külliyat. Hiçbir zaman, hiçbir yerde bütün ciltleriyle bir arada bulunamayan güzide bir külliyat. Bir kavram olarak net bir tarifi yapılamasa da bir hakikat olduğu aşikârdır. Özü itibarıyla kolektif hafızanın, atbaşı giden mit ve söylenlerin satır aralarında; insanın kendi muhayyilesiyle halvet olduğu o mahrem loşluklarda saklıdır. Yerkürenin altındaki karmaşık ağlar gibi kendi ürettiği metinlerin ve onu üreten zihinlerin altında karmaşık bir ağlar sistemine sahiptir. İnsan bu görünmez ve tahakküm edilemez sistemin sayesinde bir zevke sahip olmakta ve edebî bir tercihte bulunabilmektedir. Elbette bu zevk ve tercih kişisel bir tecrübeyi de gerektirir. Lakin insanın tecrübesinin, her ne kadar biricik olsa da, bundan çok daha fazlasını imleyen belli bir izleği ve tavrı vardır. Bu tavır Yahoo kabilesindeki bir gençle, Moğol steplerindeki bir ihtiyarı aynı derdin ortağı kılabilecek derecede etkin ve yaygındır. Bu ortaklığın edebiyatta husule gelebilmesi elbette kolektif hafızanın geniş ovalarında, sık ormanlarında saklı bir sırla, tarifi belirsiz bereketli bir harçla mümkündür. Bu sır ete kemiğe büründükçe, bu harç kıvama geldikçe bütün o bilinmez yaşantılar edebiyata dönüştü ve şiir, hikâye ve roman olarak bir külliyatı ortaya çıkardı.
Her devirde ve her coğrafyada gençler anlaşılmamaktan, ihtiyarlar gençliğin ziyan olacağından yakındılar. Kavuşamayan aşıklara mersiyeler, kahramanlığıyla ailesini, kabilesini, obasını, beyliğini ya da devletini onurlandıran askerlere methiyeler düzüldü. Keloğlanın yada Tristan’ın macerası hep aynı izleği takip etti. Karacaoğlan’ın şiirleriyle, Roland’ın şarkılarında aynı heyecanın rengi, kokusu vardı. Hülasa insanın dünya sahnesindeyken bıraktığı izleri birileri hep kaydetti. Bu müstakil hikâyenin kaydedilmesi için hep birileri oldu. Yeri geldiğinde aşığa, muzaffere, mağdura, mağluba ve mağrura destek verdi, derdini neşesini anlattı. Yeri geldi, koca koca günahları örtmek için mübalağa ve müdananın dağlarını aştı. Dünyanın derdi, neşesi böyle böyle devasa bir külliyata dönüştü. Dünya edebiyatı da böylece ete kemiğe bürünmüş oldu.
Fakat, Dünya Edebiyatı ifadesinin bir kavram olarak hayatımıza girmesi, literatüre kaydedilmesi, tabiri caizse belli sınırları olan bir külliyat olarak takdim edilmesi Goethe’yle mümkün oldu. O sınırları belirsiz külliyatın isim babası Goethe oldu. E, ismi belirlenince kaderi de çizilmiş oldu hâliyle. Avrupa’nın yüzyıllar sürecek hâkimiyetinin başlarında dünyanın en kuytu köşelerine kadar ulaşmaya azimli bir hendesenin ürünüydü bu. Bu hendeseyle büyüyen bir medeniyetin coşkun bir merakla zenginleşen büyük ve parlak şairi Goethe yeni kültürlerin, eserlerin, dünyaların heyecanıyla doluydu. Bu heyecanını coşkulu bir şekilde öğrencisi Eckermann’a aktarırken isimlendirdi Dünya Edebiyatını. İlk bakışta ve elbette Goethe’nin zaviyesinden, fazlasıyla hümanist, idealist ve heyecan veren bir etkileşimi vadediyordu. Goethe’nin gönlü geniş romantizmiyle birlikte okunduğunda büyük bir barışı, kardeşçe bir kucaklaşmayı müjdeliyordu. Ama kaderin hesabı başkaydı.
Kısaca tarif etmek gerekirse, Goethe’ye göre, dünya edebiyatı, farklı kültürler arasında güçlü bir alışveriş ve milletlerin zengin entelektüel hazinelerinin daimî mübadelesi anlamına geliyordu. İnsanın farklı kimlikler ve aidiyetlerle tarih ve coğrafyada inşa ettiği eserler arasında yıkılmaz bir yakınlık, akrabalık tesis etme amacı taşıyordu. Dünyanın bütün edebiyatlarını içeren bir bütün olarak inşa edilecek ve insanlığın zevkine, hizmetine sunulacak devasa bir külliyatı çağrıştırıyordu. Çin, Yunan, Fransız, Sırp ve Fars edebiyatlarını inceleyen Goethe bu heyecanıyla daha önce hiç tecrübe edilmemiş bir iddiayı ortaya atıyor ve insanın ve toplumun muhayyilesinde farklı dillerde, üsluplarda ve şekillerde bölük pörçük bir şekilde var olagelen bir edebiyatın tevhidini temin etmeye ahdetmiş bir peygamberliğe soyunuyordu.
Goethe’nin hakkını yememeye gayret ederek söylersek, kavramı tam olarak idrak edebilmek için Alman romantizmini her daim hatırda tutmak gerekir. Elbette Goethe de bu romantizmin gölgesinde, kavramı, bir anlamda yüce bir Almanlığın inhisarında tutmaya gayret etti. Kuşatıcı bir romantizm çerçevesinde tezahür eden bu yüce Almanlığın merkezinde yer alacağı, insancıl bir dünya tasavvuruyla birlikte düşünmekte ısrar etti. Hatta daha da ileri giderek Almanya’nın dünyada ulaşabileceği seviyeye dair ima ve iddiaları da içeren kehanetle donanmış bir üsluba yer vermekten kendini alamadı.
Dünya Edebiyatı kavramı, Goethe’den sonra da kendi gündemini yaratmaya devam etti. Hegel kavramın eksikliklerini ve muğlaklıklarını giderip bütün cihetleriyle çevre düzenlemesini, peyzajını tamamladı. Hegel’in bu katı mühendislik çabası belli bir düzen getirmiş olsa da kavram da otantikliğini kaybetmeye başladı. Ya da Goethe’de masum bir ima olarak sezilen politik üslup Hegel’le birlikte bir bilince kavuştu. Daha sonraları Marx’ın onu kendi üslubuyla yeniden romantize etmesi dahi Hegel etkisini gideremedi. Elbette, şunu da not etmek gerekir ki Marx’ın romantizmi Goethe’de hiç görülmeyen bir tehdidin fazlasıyla hissedildiği tersine bir romantizmdi. Marx Komünist Parti Manifestosu’nda burjuva eleştirisi yaparken burjuvazinin dünya pazarını sömürdüğünü söyledikten sonra bunu yalnızca maddi anlamda değil, kültürel anlamda da yaptığına işaret etmek için Dünya Edebiyatı kavramını kullandı.
Marx Dünya Edebiyatının burjuva tarafından sömürülmeye bırakılmayacak kadar önemli olduğunu söylüyordu. Gerçekten de kavramın burjuvazinin iştahını epey kabartan bir kudreti vardı. Bu kudret ilk olarak Hint’te tezahür etti. Kavramı kendi mücadelesinde önemli bir direniş unsuru olarak kullanan Rabindranath Tagore, İngiliz sömürge anlayışına karşı Dünya Edebiyatının kuşatıcı genişliğini vurguladı. Bu gayreti sonucunda hem kadim bir milletin kurtuluş mücadelesinde kilometre taşı olan bir millî şair oldu hem de Nobel Ödülünü aldı. Yine aynı coğrafyada, hemen hemen aynı dönemde Çin düşüncesinde Yeni Kültür Hareketinin can damarlarından biriydi. Kavram ilk doğduğunda barındırdığı politik imaları keskinleştirmiş ve Goethe’nin saf muhayyilesinden toplumların somut mücadelesinde hayat bulan bir gerçekliğe dönüşmüştü artık.
Günümüzde ise kavrama dair tartışmalar çok daha geniş bir platformda çok daha profesyonel yürütülüyor. İletişimin gelişmesi ve küreselleşmenin hâkimiyetiyle birlikte panellerden tezlere, akademik toplantılardan, sektörel workshoplara kadar birçok alanda kendinden söz ettirmeye başladı.
David Damrosch, Pascale Casanova, Gisele Sapiro, Alexandre Beecroft, Franco Moretti, Adam Kirsch gibi birçok isim kavramı farklı veçheleriyle değerlendirmekte yer yer eleştirmekte yer yer de desteklemekteydi. Lakin kavram, muhtemel bir Hegel zehirlenmesi dolayısıyla, çoğunlukla siyasi bir düzlemde değerlendirildi. Teorik tartışmalar da hep siyasi zemine paralel gitti. Küreselleşmenin hâkimiyetini ilan etmesiyle birlikte sektörel hüviyetini kazanarak kapitalizmin butik ama ilgi çeken bir meselesine dönüştü.
Hâliyle itirazlar da bu minvalde şekillendi. Genel iddia kavramın hep Avrupa-merkezli arzıendam ettiğidir. İlk dönemlerde eser bazında tebellür eden Avrupa-merkezcilik küreselleşmeyle beraber kriter bazında bir tavra evrildi. Bu hüviyetiyle Dünya Edebiyatı artık Goethe’nin muhayyilesindeki romantik barış imasıyla birlikte okunamayacaktı. Daha çok, kapitalizmin ev sahipliğinde, küreselliğin rehberliğinde hayatına devam eden bir yumuşak güç, bir kültürel lejyona dönüşmüştü.
Peki modern öncesi dönemdeki sırdan ya da Goethe’den geriye hiçbir şey kalmamış mıdır?
Kavram etrafında dönen tartışmanın üzerindeki bulutlar çekildiğinde ümitvar bir aydınlık bir görünüp bir kaybolur. Bu geçici aydınlık, her ne kadar liberalizmin artık bir ezbere dönüşmüş klişe erdemlerinden müteşekkil bir buket gibi görünse de, yine de bir anlam ifade ediyor gibidir. Lakin bütün kuralları belirleyen kudretli ve mütehakkim bir kapitalizmin tarassutunda bu anlamın hayat bulma, serpilip gelişme imkânı ne kadardır?
Bugünün Goethe’si olarak kavramın bayraktarlığını yapan kurumlar yada şahıslar yeni bir Hafız keşfedebilirler mi yada görseler tanıyabilirler mi, tahammül edebilirler mi ve en önemlisi onun için edebiyatın ana caddesinde bir kortej düzenleyebilirler mi?
Bunun pek mümkün olmadığı aşikârdır. Dünya Edebiyatı, kendi kriterleri, gustosu, zevki, bütçesi, hedef kitlesi ve hatta kendi yarattığı yada kontrol ettiği muhalefetiyle devasa bir yapıdır ve bu yapının resmî dili çoğunlukla nesirdir. Şiirin ele gelmezliğinin yanında kitlelerin ilgisini kaybetmesi epeydir vakidir. Bu yüzden modern edebiyatın ana omurgası hem düşünceye hem de sıradan hayata özgürleştirici bir alan açan romandır. Edebiyat üzerine eleştiri ve tartışma da burada neşvünema bulur. Bu tartışmalar bir nevi yan hikâyelerdir. Yeni sezon sözleşmelerini kapabilmek için etrafa serpiştirilen heyecanlı düğümler ve açılımlardan ibarettir. Sektör Dünya Edebiyatı kavramına büyük bir yatırım yapmıştır. Hâliyle hikâyenin devamı için çözümsüzlüğü sündürmek ve tartışmayı uzatmak şarttır.
Kavrama dair tartışmaların belki de son ve en parlak temsilcilerinden biri olan Adam Kirsch biraz daha makul ve mütevekkil bir zaviyeden aynı şeyler söylemektedir. “Dünya edebiyatı gerçekten çözülmüş bir mesele olsaydı, Goethe’nin sözleri vicdan azabı gibi hâlâ karşımıza çıkıp durmazdı.” Goethe’nin sözleri Hamlet’teki hayalet gibidir. Aslında herkes görür ama nedense yalnızca Hamlet’e mal edilir. Kirsch de bundan muaf değil gibidir. Elbette, tipik bir Batılı olarak, her şeyi kararında bırakmanın ustasıdır. Biraz fazla estetize edilmiş bir vicdan azabını hatırlatan hayaletle yüzleştikten sonra günah çıkarma kabininden arınmış bir şekilde çıkar ve kabuk bağlamaya yüz tutmuş yarasını unutarak düşünmeye devam eder. Çözüm çok yakında gibidir. Arınmanın verdiği konforla kavramı gereksiz yüklerinden kurtarma yolunda önemli bir adım atar. Kavramın tartışmalı genişliğini bir yana bırakıp efradını cami ağyarını mani bir tanımlamayla küresel roman kavramını cepheye sürer. Uzun ömürlü bir türbülansın atlatıldığı, zekice kotarılmış, başarılı bir iniştir bu.
Kirsch’in bu başarısı beraberinde büyük bir iddiayı da ortaya koyuyor aslında. Küresel romanın, edebiyatın insanlığı ele alırken yararlandığı en önemli araç olduğunu söyleyerek nesrin gücü ve kudretine dair küresel bir çerçeve belirliyor. Bu, bir anlamda Goethe’nin hayaline de göz kırpmak demek. Ama Hegelci anlamda. Dünya edebiyatının bütün entelektüellerinin var olmak için bağlı oldukları liberal değerlerin -farklılıkları hoş görmek, karşılıklı anlayış ve özgüce fikir alışverişi gibi değerlerin- mükemmel bir tezahürü olduğunu söyler, Kirsch. Biz de yeniden küreselleşme ve onun ana sponsoru olan kapitalizmin panoptik ve hendesi bahçesine dönüveririz. Bahçe muhteşemdir. Müthiş bir peyzaj, görsel zevkin ve gustonun en yüksek seviyede tezahürü için hiçbir masraftan kaçınmayan göz yaşartıcı bir cömertlik, kontrollü bir nedametle temin edilmiş arınmanın aydınlığı ve elbette devasa entelektüel miras.
Bahçenin dünya genelinde cazibe merkezi hâline gelebilmesi için hayati bütün unsurlar tamamdır. Gerçekten de dünyanın bütün coğrafyalarında, bir şekilde dünya edebiyatının işaret ettiği manalar bütününe dair düşünen, özlem duyan irili ufaklı bütün entelektüellerin, edebiyatçıların ziyaret etmek ve hatta mümkünse kalıcı ikamet etmek istedikleri bir kurgu cennetini andırır. Edebiyatın müntesipleri ancak burada gerçek bir varlığa kavuşacaklarını, dünyanın en görkemli lezzetlerine ancak burada ulaşabileceklerine inanan bir müminler topluluğu gibi yüzlerini buraya dönerler. Huzur buradadır. Gerçeklikten kopmayan Avrupai soğukkanlılığıyla, hümanist düzlemde var olmakta ısrar eden insan merkezli bir demokrasi meydanıdır burası. Fikirlerin en müstesna temsilcileri aracılığıyla özgür ve elbette “elit” bir ortamda tartışılabildiği bir mekândır. Fakat daha çok Amerikan güreşini andırdığını da söylemeden geçmeyelim. Ortada bir kavga vardır evet ama tamamıyla kurgusal ve estetik bir kavgadır bu. Hatta yer yer karikatürize edilmiştir. Edebiyatın Davos’una benzetilmesi de bundan olsa gerek!
Davos’ta tartışmalar bütün asaleti ve nezaketiyle devam ediyor. İnsan bu tartışmaları izlerken hiçbir masraftan kaçınılmamış harikulade bir gösteriyi izliyor hissiyatına kapılıyor. Büyüleniyor. Hatta ufak bir rol olsa da ben de sahneye çıkabilsem diyor. Yer yer abartılı söylemlere, şişirilmiş rollere şahit oluyor. Bu abartının verdiği ikrahla ara ara büyü bozumu gerçekleşebiliyor. İnsan bu anlarda eğer yeterince dikkatli bakarsa kurgunun gerilen dikişleri arasından gerçekliğin izlerini görür gibi oluyor. Goethe’nin öncesine uzanan bir yol beliriveriyor önünde. Sonra hemen kayboluyor. Yine de bu yolu takip etmeye çalışalım.
Edebiyat basit bir şekilde bize insanlığın ortak hikâyesini anlatır. Bize, yani bir şekilde edebiyata kulak kesilenlere. Lakin edebiyattan nasiplenmek için edebiyatın bütün külliyatına hâkim olmamız gerekmez. Hatta daha ileriye gidelim. Eğer bir profesyonel değilsek çok azıyla bile bir ömür idare edebiliriz. Dünyanın bir ucundaki insanın kim olduğu, neyi merak ettiği, nasıl yaşadığı ve bizim anlatacağımız hikâyenin onun için ne anlama geldiği pek bir önem taşımaz. Hâliyle bunu anlatan edebiyat da aynı kaderi yaşayabilir. Benim yazdığım bir romanın Brezilya’daki okura ihtiyacı olmadığı gibi o okurun da benim romanım olmadan çok daha mutlu mesut yaşayabileceğini kabul etmemiz gerekir. Bunun aksini iddia etmek kendimize fazladan değer atfetmek demektir. Bu tamamıyla batıl bir inançtır. Kendi entelektüel değerimizi mutlaklaştırdığımız ölçüde de bu batıl inanca kapılırız. Bu mutlaklaştırmanın boyutu ölçüsünde de gözümüz körelir. Bu körlüğü çok iyi suistimal eden sektör hem kapitalizmin pompaladığı arzu, hem de kadrolu ruhbanlarının teşvik ve tavsiyeleriyle bize Japonya’daki alelade bir romancıyı edebiyatın son peygamberi gibi pazarlar. Çoğu zaman, yayıncı, yazar, çevirmen yada okur rolüyle yerini alan suç ortakları olarak bu zokayı yutarız. Oysa Edebiyat basit bir şekilde bize insanlığın ortak hikâyesini anlatır ve bunun için en son ihtiyaç duyacağımız şey birbirinin aynı olan sıradan kitaplarla dolu bir kütüphanedir.
Şunu itiraf edelim. Shakespeare’den bir cümle dahi okumadan göçüp giden milyarlarca insan vardı, hâlâ var. Farklı ölçeklere vurduğumuzda bu insanların Shakespeare’den çok daha değerli olabileceği ihtimali ziyadesiyle yüksektir. Shakespeare’in verdiği mesajları hiç onun adını duymadan ve hepimizden çok daha iyi idrak edebilecek insanlar hep oldu. Aksini de söyleyebiliriz. Mesela Türk bürokrasisi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü olmasaydı da saatlerini nefislerine göre ayarlayabilen insanlarla dolu olacaktı. Bundan mustarip olanlar bir şekilde o insanları yine görecek ve yine tenkit edecek ve hatta bela okuyacaktı. Bu muhteşem eser yazılmasına rağmen hâlâ bir sürü bela bürokrat ve tip yaşıyor, yaşayacak da. Daha trajik olanı kendi kuruntularını Tanpınar’ın bu eserinden pasajlarla kutsadılar, kutsayacaklar. Yani edebiyat, çoğu zaman çok az kimseye şifa olmuştur. Tıpkı bir hastanın kendisinden şifa bulacağına inandığı ilaç gibi, ancak kendisine kulak kesilen insana bir şeyler katabilir. O da pek nadirdir. Bir ilacı görmek, ona dokunmak, yanlışlıkla içmek ve hatta kendisine verilen reçete çerçevesinde kullanmak dahi hastayı iyi etmeyebilir. Burada hastalığa uygun olmak şartı dışında bir ilacın diğerinden üstün olduğunu iddia etmek de neticede pazara hizmet eden bir ideolojiden ibarettir. İşte kapitalizmin bütün haklarını satın aldığı Dünya Edebiyatı da böyledir. Bugün yaşayan bir Türk için Shakespeare’i okumak büyük bir kazanımdır ama insan kendisine giden yolu ancak Shakespeare’le bulabilir demek basit bir ideolojiden ibarettir. Dünya Edebiyatı simsarları, bu simsarlıktan şikâyet edenler dahi, nihai kertede bunu demeye getiriyorlar aslında. Pekâlâ Türkiye’de bile pek kimsenin bilmediği İsa’nın Güncesi ya da başka bir ülkede bunun muadili gölgede kalmış bir eser de böylesine bereketli bir yol açabilir insanın önünde. Böylesi bir sağaltım çok daha sağlıklıdır.
Ayrıca, edebiyatın kendi olağan seyrinde defalarca sürpriz yaptığını da unutmamak gerekir. Edebiyat tarihi, çağdaşlarının hiç yüzüne bakmadığı bir eserin yüzyıllar sonra kült bir esere dönüştüğüne dair menkıbelerle doludur. Klasikler mesela, muzipçe bir faşizmin tanzim ettiği meydanda vakarla hayranlarını beklerler. Herkesin bilmek ve tazim etmek zorunda kaldığı bir eserin klasik olarak adlandırılması edebiyat tarihinin en ironik olaylarından biridir. Çoğu zaman gerçekten de büyük eserlerdir. Edebiyatın sürekli değişen ruhban sınıflarınca, tabiri caizse, “aziz” ilan edilmişlerdir. Pek kimse de bu deklarasyona itiraz etmez. Lakin herkesin azizi kendinedir. Oysa yalnızca halkın itibar ettiği bir eserin Pantheon’a girmesi neredeyse imkânsızdır. Elbette edebiyat tarihinin bu meyanda kaydettiği sürprizler de vardır. Her ne kadar bunları mucize olarak adlandırmak daha doğru olsa da!
Hülasa sahih edebiyat pek ele gelmez. Kendisi üzerine planlar yaptırmaz. Yapısı itibarıyla araftadır. Yani insanı en iyi gören yerdedir. Ne popülerlikle ne de yüksek sanat odaklarıyla senli benli olabilir. Mesela, önceden bulma ya da sonradan görme olsun hiçbir zengin evinin duvarlarını ederinden çok daha fazla paralar ödeyerek aldığı bir roman sayfasıyla donatmaz. Müzayede günlerinde kelimeler ya da cümleler değil, renkler ya da kokular satılır. Hiçbir müze bir dönemin ya da bir dünyanın klasik eserlerini teşhir etmeyi akıl etmemiştir. Edebiyat ne açık artırmanın ne de bit pazarının metaıdır. İnsandan insana, metinden metine, nesilden nesile uzanan dolambaçlı ama sahih bir yolda değerlenir. Mesela, resim gibi bir bedenle mukayyet değildir. O kalıptan kalıba giren serazat bir ruh olarak kutsar insanlığı. Popülerliğin büyük bir erdem gibi kutsandığı bugün bile bir edebî eserin ya da yazarın popüler olması mümkün değildir. Çokça tanınması ve bilinmesi ve modern öncesi dönemden farklı olarak bu tanınırlık ve bilinirliğin hem esere hem de müellife şan, şöhret ve metelik olarak geri dönmesi elbette mümkündür. Ama bir yazar ne kadar şöhret olursa olsun hâlâ bir pop star, bir yıldız, pop ikonu olamaz. Bunun sebebi de edebiyatın yapısal hususiyetleri yanında yazının vakarı ve ağırbaşlılığıdır da elbette. O hâlde Tim Parks’ın dediği gibi dünya edebiyatı yazarlarının uluslararası bir fenomen olduğu eleştirisi, aslında güçsüz bir eleştiridir.
Edebiyatı rahat bırakmak gerekir. Edebiyatın yukarıda zikretmeye çalıştığımız basit gerçekleri vardır. Bu basit gerçekler unutulduğunda işler karmaşıklaşır. Yüzyıllardır olduğu gibi insanların hikâyelerini anlatmalarına imkân vermek ve hükmü zamana bırakmak o kadar zor olmamalıdır. Eleştiri yalnızca eleştirmek için olduğunda hep masa kazanır. Edebiyat dahi insan için bir araçken onu mutlaklaştırmak ve bütün veçheleriyle masaya yatırıp orasını burasını kurcalamak büyüyü bozar. Oysa edebiyat, tabiri caizse, meşru bir büyüdür. Yazarla okur arasındaki mahrem ilişkide etkisini gösteren bir efsundur. Bu büyünün belli bir usulü, ritüeli, hatta kıvamı vardır. Eleştirmen bu büyünün kaydını tutan, etkisini gözlemleyen yer yer de kıvamını pekiştiren bir usta gibidir. Lakin sürekli bunun üzerine tartışmak, bu tartışmayı mutlaklaştırmak ve kategorize etmek ve bunu evrensel bir podyuma taşımaya çalışmak büyüyü yok edebilir. Dünya Edebiyatı kavramının etrafındaki gösteri de maalesef bu minvalde bir seyir izlemektedir. Oysa edebiyatın gerçekleri basittir ve onu kendi serazat akışına bırakmak gerekir.
Terry Eagleton, Kültür’de, Batı uygarlığının temelindeki muharrik kuvvetin arzu olduğunu ve bu arzunun, aslında aşkınlığın sekülerleşmiş versiyonu olduğunu söylüyordu. Hâliyle bu arzu ebedî bir tatminsizliği dayatacak, edebiyat kanonlarımızı ve anayasalarımızı büsbütün değersizleştirecektir, Eagleton’a göre. Bir şeyin aşırısı, haddinden fazlası ister istemez tükenişe sebep olacaktır. Baudrillard, Cool Anılar’da, “Bilgi fazlalığı bilgiyi yok eder; anlam fazlalığı anlamı yok eder.” diyordu. Edebiyat da Dünya Edebiyatı kavramı bağlamında buna benzer bir sönümlenmeyi tecrübe etmektedir.
Gerçekten de, bütün nitelikli tartışmalara rağmen niteliğin, sonsuza dek olmasa da ahir zamanda, küstüğü, kaybolmaya yüz tuttuğu bir dönemdeyiz. Küresel çapta bir tartışmanın, eser merkezli bir merakın önüne geçtiği yerde dedikodular da menkıbeleri boğacaktır. Çünkü bilginin kıyasıya boca edildiği bir durum söz konusudur ve artık yalnızca tek tek edebî eserlerin işaret ettiği manalar bütünü değil kapitalizmin spot ışıklarıyla duvarda oluşan devasa gölgeleri üzerine konuşulur. Eros’un Istırabı’nda, Byung hul Han, Chris Anderson’dan bir alıntı paylaşır. Elimizin altında olan muazzam veri bolluğu teori modellerini büsbütün fuzuli kılacaktır, Anderson’a göre. Bolluk çoğu zaman tükenişin ta kendisidir. Sektörün gölgesinde Dünya Edebiyatı tartışmaları da aynı bollukla maluldür.
Han’a göre “Teorinin bugünkü krizinin, edebiyatın ve sanatın kriziyle pek çok ortak noktası vardır.” Bu krizi aşabilmek basittir. Daha evvel dediğimiz gibi edebiyatı rahat bırakmak. Her şeyi unutup en başa, her şeyin başladığı ve bittiği yere, yani metne dönmek yeterlidir. Bir eseri okumak ve belli bir tema çerçevesinde dahi olsa yalnızca onun üzerine düşünmek çoğu zaman yeterlidir. Edebî eserin değerinin ortaya çıkması için bu kadarı kifayet eder. Edebiyat büyük salonlar, parlak spot ışıkları ve hiçbir masraftan kaçınılmayan balolara ihtiyaç duymaz. Hatta çoğu zaman bu tip girişimler edebiyatı boğar. Çünkü o girişimlerin tek bir beklentisi vardır, o da kâr!
Arzu tramvayına ilelebet yerleşmiş bir sektörün teslim aldığı edebiyatın söyleyeceği sözü yoktur. Sektörle mesafesini korumaya özen gösteren bir edebiyatsa her daim sürprizlere gebedir. Melih Cevdet Anday’ın hümanizmini paraya tahvil edemezsiniz mesela. Borges’in kalenderliğini yada Musil’in muzipliğiyle sarıp sarmaladığı öfkesini duvarına asan bir milyardere rastlanmamıştır. Mesela Tarafe’nin yada Aprın Çor Tigin’in şiirlerini bilmeyenlerin sayısı hep bilenlerden fazla olmuştur. O yüzden çok satanlar listesinde anılmazlar. Lakin edebiyatın sahih harcının en karakterli unsurlarından oldukları su götürmez. Kâra göre değil, sahip oldukları değere göre yaşarlar. Bu yaşantıyı da edebiyatın rahat bırakıldığı hatta çoğu zaman hayatın olağan akışında kimselerin fark etmediği, didiklemediği ama hürmetin ve taltifin de eksik olmadığı bir özgürlükle ölümsüzleştirirler.