SEVGİNİN FENOMENOLOJİSİ
Yazar: Habip Türker*
Yazımız bağlamında birbiriyle akraba gördüğüm üç temel kavram var: Sevgi, şefkat ve aşk. Kuşkusuz bunların hepsi birer sevgi türüdür, ancak aralarında öyle derin farklar oluşmuştur ki artık farklı özden fenomenler hâline gelmiştir. Hatta şefkatte olduğu gibi kimi zaman bir sevgi türü olmaya direnen, bu yüzden antinomiler barındıran durumlar da vardır. Kısacası, elimizde tüm sevgi türlerini beş tümelde olduğu tarzda mutlak bir kaplamlılık ilişkisi içinde ele alacak bir kavramımız yok. Sevgi ise, aşağıda vereceğimiz duygusal yakınlık anlamını esas alsak bile, alt türleriyle mutlak bir kaplamlılık ilişkisi içinde gözükmüyor. Kimi durumlarda sevgi, mutlak genel bir cins isim olmaktan çok, daha üst bir duygusal yakınlığın alt türü gibi davranmaktadır. Ancak biz yine de kapsamlılık ilişkisindeki büyük oranlı başarısı ve pratik yararlarından ötürü sevgiyi en genel cins isim olarak alacağız.
Sevgi toplumsal işlevi, nesne kapsamı en fazla olan, bazı durumlarda aşkla en fazla karıştırılan duygumuzdur. Sevgide ilk fark ettiğimiz şey, nesnesi ne olursa olsun, onun bir “yakınlık duyma” tecrübesi olmasıdır; yani bir şeyi sevdiğimizde ona karşı bir yakınlık duyarız. Ancak yakınlık duyma iki şekilde anlaşılabilir; ilki duyusal veya arzu nesnesi olarak yakınlık, ikincisi duygu olarak yakınlık. Sevdiğimiz bir yemeğe ve herhangi bir haz ilişkimizin olduğu şeylere de yakınlık duyarız. “Annemi seviyorum” ve “karnıyarığı seviyorum” ifadelerinde bahsedilen sevgi aynı türden yakınlığı ifade etmez. Zira birincisi duyusal, ikincisi ise duygusal nitelikli bir yakınlıktır. Duygu duyumsadıklarımız karşısında aldığımız içsel tutum, onların üzerimizde bıraktığı ruhsal etkidir. Örneğin, açlık bir duyumdur (sensation); bir an önce açlığımızı giderme arzumuzu gerçekleştirmek isteriz. Ancak aç olmanın, o arzuyu giderememenin yol açtığı etki duygudur (emotion). Bu durumda, kızgın, stresli, mutsuz olabiliriz. Karnımız tok olduğunda mutlu olabiliriz. İşte sevgiyi öncelikle bir “yakınlık duygusu” olarak tecrübe ederiz, “yakınlık duyumu” değil. Bu temel form sevgiyi tüm duyusal yakınlıklardan, arzulardan ayırır. O hâlde herhangi bir şeye karşı duyduğumuz tüm duygusal yakınlıklara sevgi diyoruz. En genel, soyut yanıyla sevgi bilinç sahibi tüm varlıklarda, yani hayvanlar ve insanlarda ortak olan doğal bir yakınlık duygusudur. Gündelik dilde gerek duyusal gerekse duygusal yakınlık için sevgi kelimesini arzuyla eş anlamlı olarak kullanmak ciddi bir kavram kargaşasına yol açsa da en azından ilkinin arzu diye özel bir adı vardır.
Yakınlık duymanın ikinci türü ya da varlık tabakası olan duygusal yakınlık da kendi içinde tekrar iki türlü veya katmanlı olarak yapılanır. İlk katmandaki duygusal yakınlık doğrudan duyumların, yani içgüdülerin veya haz ve acının yansıması olarak tek boyutlu animal düzlemde bir duygudur. İkinci katmandaki duygusal yakınlık ise rasyonel bölgeye karışarak şekillenir ve bu nedenle sadece insana özgüdür. İrade, ihtiyar ve araçsal olmayan anlamda makuliyet veya rasyonelliğin özsel özellikleri olarak yer aldığı en has anlamda insani bir görüngü olarak sevgi sadece burada ortaya çıkar. Duygusal yakınlığın birinci ve ikinci tabakasının ayrı ayrı adları bulunmamaktadır. Farklı türler olmasına rağmen her ikisine sevgi diyoruz. Bu durum fenomenleri anlamamızda müthiş bir karışıklığa yol açmaktadır. Ben sevgi kelimesinin sadece ikinci tür duygusal yakınlık için kullanılmasını, birinci tür duygusal yakınlık için, Uygurca metinlerde geçen aynı kökten sevik kelimesini öneriyorum.
Hayvanlardaki duygu oluşum bakımından tek yönlüdür; onlarda duygu bütünüyle duyum ve itkilerinin, içgüdülerinin doğrudan birer yansıması olup, haz ve acı duyumlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Kuşkusuz, insanlardaki sevginin de haz-acı olgusuyla sıkı bir ilişkisi vardır. Fakat daha gelişmiş bir tür olan insan tekinin sevgi yetisi, hayvani düzeyin çok üzerine çıkar. Basitçe haz ve acının yansıması olarak ele almayı sorunlu hâle getirir. Bu da insani bir görüngü olarak sevginin sadece onun duyusal-duygusal kapasitesiyle değil, ayrıca rasyonel kapasitesiyle de ilgili olduğunu gösterir. Bu yüzden insandaki sevgi olgusunu onun biyolojik, yani hayvani yanıyla açıklamaya çalışmak bize çarpık bir tablo çıkaracaktır. Bu akıl yetisinden kaynaklanan bir özsel özellik olarak, E. Fromm’un dediği gibi, “İnsani sevginin hayvani sevgiden bir farkı sadece duygu değil, ayrıca bir düşünce de olmasıdır.” Hayvandaki sevginin tersine insani sevgide düşünülür bir içerik vardır.
Duygularımız hayvanlardaki duygulardan farklı olarak bir taraftan duyum varlığı, bir taraftan da akıl ve gönül varlığı olmamızın bir sonucudur. İnsani sevginin iradi olmasına karşın, hayvanlardaki sevgi iradeye değil, yukarıda belirttiğimiz gibi, arzu ve içgüdüye dayanır. Bu yüzden hayvanlar özgür bir sevgi modeli geliştiremez. Hayvanlardaki sevgi bir tutum almaktan çok, haz ve acı durumlarına göre bir yansıtma, içgüdünün yönlendirmesiyle meydana gelen bir boyun eğiştir. İnsanlarda ise duygu bir tavır takınmadır. Kendisine türlü iyilikler yapsa da kişi buradan bir sevgi duygusu geliştirmeyebilir ya da tam tersi… Hiçbir haz veya çıkar ilişkimizin olmadığı kimseleri ahlaki özelliklerinden dolayı sevebiliriz. Bu da sevgi duygusunun insanda doğrudan bir etkilenim değil, etkiye karşı etkin bir tavır alma olduğunu, rasyonel kapasitemizle derinden irtibatlı olduğunu gösterir. Dolayısıyla sevgideki rasyonelliği salt araçsal bir şey olarak anlamamak lazımdır. Öyle ki duygular çoğunlukla inanç ve değer yargılarımızla şekillenir.
Sevginin özünün rasyonel oluşu iradilik mahiyetinin bir sonucudur, istençliliğimizi 2+2=4 kesinliğinde gasp eden bir zorunluluğun sonucu değil. Öte yandan, sevgi; aşk ve şefkat gibi özneler arası bir deneyim olmakla birlikte yaşayan var olan yanında başka her şeye de yönelebilir. Sevginin şey anlamında şeylere, yani cansız, hatta soyut nesnelere bile duyulabilir olması, onun iradilik (istençlilik) ve rasyonellikten sonra üçüncü özsel özelliğini oluşturur. Bu durum sevgi için, şefkatin kimi hâllerde rasyonelliğe tabi olmasından ötürü, bazen daha ayırıcı olur.
Sevgi kendi alt türlerine yönelme tarzı ve önyapı unsuruyla ayrılır; burada rasyonellik yönelme nesnesinin yönelme tarzına uyup uymadığı ya da ne kadar uyduğuyla belirlenir. Örneğin, aynı kişiye hem kardeşim hem de arkadaşım olarak yönelebilirim. Böylece iki farklı sevgi türünü aynı kişiye farklı yönelmelerle yaşarım. Yönelme içeriğimiz hiçbir şekilde olgusal nesneye indirgenemez ve ondan bağımsız olarak bilincimizin yönelme tarzına göre kurulur. Aynı kişiye hem kardeş hem de arkadaş olarak iki farklı şekilde yönelme durumunda olduğu gibi… Yatay hareket yönelme tarzını takip eden ve böylece türü (öz) ortaya çıkaran harekettir. Ampirik öz bizim yönelme tarzımızdan bağımsız olarak var olan ve ampirik nedensel ilişkilerle ortaya çıkan özlerdir. Ancak içine doğduğumuz ya da hazır bulduğumuz bu ampirik özlerin anlamlarına karşıt yönelme içeriklerimiz de olabilir. Kardeşe öteki veya düşman olarak yönelme ve ampirik olarak birbiriyle kardeş olmayan insanların birbirine kardeş olarak yönelmeleri durumunda olduğu gibi… Bilincin yönelme içeriği reel değil, idealdir. Bu yüzden reel nesne bilinç tarafından ampirik içeriğinden farklı olarak bambaşka bir (ideal) anlamla konstite edilebilir.
Sevgiyi akla uygunluk (rasyonellik) veya makuliyetle niteledik; peki, sevgi akıl dışı (irrasyonel) olabilir mi? İrrasyonellik rasyonelliğin yokluğu, değil karşıtıdır. Bu yüzden hayvanlar irrasyonel (akıl dışı) değil, a-rational (akılsız) olarak tasvir edilmelidir. Bu demek oluyor ki insanın irrasyonel şeyleri sevebilmesinin nedeni onun rasyonel bir varlık olmasının, irade ve ihtiyarının bir sonucudur. Bundan ötürü, sevgi akıl dışı nesnelere yönelebileceği gibi, makul nesnelere akıl dışı bir şekilde de yönelebilir. Derin ahlaki sorunlara yol açan ve her toplumda bulunan marjinal irrasyonel sevgi örneklerinden bahsetmeye bile gerek yok. Sevgiyi rasyonel, yani akla uygun kılan şey sevdiğini belli ilkelerden ötürü sevmektir. O ilkelerin yerine sevgi nesnesinin varlığı ikame edilirse artık sevginin akla uygunluğundan bahsedilemez. Zira sevdiği ilkeler değil, o ilkelerin üzerinde olan bir insandır. Güçlü kişiliklerde bu ilahlaştırmaya kadar gider.
Şefkate gelince, sevgi gibi nispi olarak özneler arası bir deneyimdir. Ancak sevgiden temel bir farkı ve karakteristiği sadece canlı varlıklara yönelmesidir; yani şefkat cisme değil, doğrudan cana duyulan sevgidir. Yazı masamı, kazandibini sevebilirim, ama onlara şefkat duymam. Bunun yerine çocuklarıma, evimdeki kediye, bahçemdeki çiçeklere ya da ağaçlara şefkat duyarım. Hatta sevmediğimiz şeylere de şefkat duyabiliriz. Yılanları soğuk, ürkütücü görüntüsünden ötürü sevmeyebiliriz, ama onlara şefkat duyar, öldürülmelerine karşı çıkarız; çünkü onlar can sahibidir. Şefkat kimi zaman rasyonelliği dikkate almaması, akla kayıtsız kalması yönüyle aşka benzeyen ve bu yönüyle sevgiden ayrılan; cinsellik yerine candaşlığı ampirik öz (önyapı) olarak almasıyla da aşktan ayrılan bir duygudur. Ayrıca bir diğer esaslı fark şefkatteki yönelme içeriğimiz, aşktaki yönelme içeriğimizle büsbütün farklıdır. Şefkatte şefkat duyduğumuz şeye cinsiyet sahibi varlıklar, yani erkek veya kadın olarak yönelmeyiz; bir hayvanı, bir bitkiyi ya da çocukları severken yönelme içeriğimiz erkek ve kadın olmakla ilgili değildir. Fakat can, kan, duygu sahibi birer var olan olarak yöneliriz. Oysa aşkta cinsiyet sahibi birer var olan, yani erkek ve kadın olarak yöneliriz. Bir sevgi türü olarak şefkat duygusal yakınlığı zımnında barındırmasına rağmen, bizden kahırca üstün olana duyulamaz. Ancak şefkatin tersine, güç ve kudretçe bizim üzerimizde olanlara sevgi duyabiliriz, yani insan Tanrıyı sevebilse de ona şefkat duyamaz. Bu durum şefkatle sevginin cins-tür ilişkisinde indirgenemeyecek, uzlaştırılamayacak bir antinomidir.
Aşka gelince, gerçekten de tanımlanması ve tanınması en güç sevgi fenomeni olan aşk için öncelikle söylememiz gereken şey onun kesinlikle aşırı sevgiye verdiğimiz bir ad olmadığıdır. Kuşkusuz, bir sevgi türü olarak aşk zımnında çok fazla sevgiyi barındırır, ancak bu onun mahiyetini ortaya koymaktan uzaktır. Aşırı sevdiğimiz, hatta tutkuyla sevdiğimiz evlatlarımız, inançlarımız, alışkanlıklarımız, siyasi önderlerimiz gibi pek çok farklı şey vardır; fakat biz onlara sırf bundan ötürü aşk diyemeyiz. Aşktaki öz ilişkisi hiçbir şekilde sevgideki öz ilişkisine tabi değildir. Bu açıdan aşkın yalnızca mantık (cins-tür ilişkisi) açısından bir sevgi türü olduğu söylenebilir, fenomenolojik ontoloji açısından değil.
Aşkın birincil karakteristiği tıpkı cinsel ve duygusal sevgi gibi önyapı, yani ampirik öz olarak cinselliği almasıdır. Cinsiyetlerimiz veya cinselliğimiz olmadan aşk dediğimiz fenomen ortaya çıkamamaktadır. Yönelişimizin temelinde kadın ve erkek olmamız bulunur; yani A şahsı B şahsına yönelirken erkek olarak B şahsı da A kişisine kadın olarak yönelir. Bununla birlikte, ampirik özün cinsellik, yönelme içeriğinin de kadın ve erkek olmak olması aşkın cinsellik demek olduğu anlamına gelmez. Cinsellik aşkın önyapı olarak gerektirdiği bir şey olsa da, yine de bu ön-yapıya aşk diyemeyiz. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, eğer bu ön-yapı aşk olsaydı her cinsel birlikteliğin adı aşk olurdu. Aşk bu ön-yapı aşıldıkça, yani arka-yapıda derinleşildikçe kademe kademe ortaya çıkan bir şeydir; yani aşk insan öznelliğine aittir. Öte yandan yönelme içeriği reel değil idealdir. Aşk deneyiminde kadın ve erkek olarak yönelirken, bu yönelme içeriğimiz ampirik varlığımız değildir, aksine ideal bir yönelimsel bilinç içeriğidir. Bunu en aşikâr olarak patolojik aşk ilişkilerinde görürüz. Cansız nesnelere ya da canlı olsa da ağaç türünden canlı nesnelere âşık olan insanlar kaydedilmiştir. Burada, yönelenin biyolojik doğası bu ilişkinin ampirik özüdür; ancak yönelme içeriği idealdir. Zira kendisi ya “erkek olarak kadına” ya da “kadın olarak erkeğe” yönelmiştir. Oysa ampirik gerçeklikte kendisi erkek olsa bile karşıdaki kadın değildir; kendisi kadın olsa bile karşıdaki erkek değildir. Bu yüzden aşktaki yönelme içeriği, ampirik durumla uyuşsa da, yani kadın olarak yönelen gerçekten kadın, yönelinen de gerçekten erkek veya bunun tersi olsa da, kesinlikle ampirik cinsellik değildir. Aşk cinselliğin ön-yapı olduğu bir arka-yapı derinliğidir. Cinsellik aşkta sadece maddi öz olarak görülmelidir.
Aşkın kendisini belli eden ikinci karakteristiği onun rasyonellikten, yani akla uygunluktan bağımsız, kısaca akla kayıtsız olmasıdır. Aşkı formel mantıksal anlamda sevginin bir alt türü olarak nitelendirdik. Hayvanda da görülen duygusal yakınlıktan farklı olarak, sadece insanda ortaya çıkan, ikinci katmandaki duygusal yakınlığın rasyonel bölgeye karışarak şekillendiğini ve bu nedenle sadece insana özgü olduğunu söyledik. Hayvani düzlemdeki duygusal yakınlıkla insani düzlemdeki duygusal yakınlığı birbirinden ayıracak kavramlarımız yok; her iki düzlemdeki yakınlığa da sevgi diyoruz. Birinci tabakadaki içgüdülerin, haz ve acıların yansıması anlamında daha mekanik bir şekilde işleyen duygusal yakınlık hem hayvanlarda hem de, bir hayvan türü olması hasebiyle, insanlarda görülmektedir. Ancak bu mekanik donanımın dışına çıkan, istenç ve seçimin, aklın kendini gösterdiği ikinci tabakadaki duygusal yakınlık sadece insana özgüdür. Ancak yukarıdaki tabakanın alttaki tabakayı da barındırdığını, tabakalaşma ilişkisinin bu şekilde olduğunu unutmamak gerekir. Hayvanlar âşık olmazlar; bunun sebebi onlardaki duygusal yakınlığın ilk tabakada yer almasıdır. Sadece insanlar âşık olur; çünkü onlar diğer hayvanlarda olmayan, ikinci tabakada yer alan türden bir duygusal yakınlığa daha sahiptirler. O hâlde aşk, hevanın da içleminde yer alan bu bölgeden doğmaktadır. Başka bir deyişle, aşk ilk katmandaki duygusal yakınlıktan değil, akla karışan, yani makuliyet veya rasyonelliği içleminde bulunduran bölgede yer alan ikinci katmandaki duygusal yakınlıktan gelmektedir. Eğer aşk ilk katmandan gelseydi hayvanların da âşık olması gerekecekti. Oysa hayvanlar içgüdüsel donanımların, haz ve acıların hüküm sürdüğü ilk katmandaki duygusal yakınlıkla bir araya gelirler. Bizim gibi âşık olamazlar. Aşkın akılla olan tuhaf ilişkisi ancak bu sayede mümkün olabilir. Demek ki aşk kimilerinin sandığı gibi salt hayvani doğamızdan gelmiyormuş.
Ancak aşkı, öz ilişkisi itibarıyla, akla kayıtsızlıkla nitelendirdik. Bu nasıl mümkün olmaktadır? Aşk, insan tekinin aklı kendi içleminde bulunduran duygusal yakınlığının, hevanın derinliğinden gelen bir güçle, bir anda akla kayıtsız davranışıyla görünür. Daha açık bir ifadeyle; aşk rasyonel bölgeden pay alan duygusal yakınlığın kendi içlemindeki rasyonelliğe kayıtsız kalmasıyla yine bu bölgede oluşur. Rasyonel bölgeden pay almayan duygusal yakınlıkta rasyonelite bulunmadığı için rasyonellik ya da irrasyonellik söz konusu olamaz; dolayısıyla akla kayıtsızlık da olmaz. Bundan ötürü aşk da burada gelişemez. Ama onun üzerinde yükselen rasyonelliği içlemleyen duygusal tabakada akla karşı kayıtsızlık ve bunun neticesinde makuliyet ya da akıl dışılık mümkün olur. İşte aşk edimi, fark edişi takiben, hevanın derinliklerinden gelen bir güçle duygusal yakınlığımızı kendi içlemindeki makuliyete kayıtsızlayarak gelişir. Bu nedenle aşkın en birincil mahiyeti akla kayıtsız oluşudur. Aşk zorunlulukla rasyonellikle çelişir demiyorum; aşk rasyonelliği göz önünde bulundurmaz diyorum.
İmdi, kimilerinin büyük bir hakikat olarak sandığı gibi aşk doğası gereği akıl dışı değildir, sadece makuliyete kayıtsızdır. Bu bulunuş aşkın noematik anlamıdır. Rasyonelliğe kasıtsız olarak uyan ya da uymayan aşklar olabilir. Ancak bu durum aşkın özünde rasyonelliği hesaba katan bir edim olmadığı gerçeğini değiştirmez. Aşk rasyonellikle çatışma yaşadığında insan rasyonelliğine, daha açık bir ifadeyle hesaplı kitaplı düşünme tarzına tabi olmaz ve kendisiyle çelişen her şeye karşı yıkıcı davranır, değer yargılarına duyarsızlaşır. Daha doğrusu değer yargıları onun için geçerliliğini yitirir. Öznelliğimizin bir parçası olan rasyonellik burada âdeta dondurulur; irademize belli bir süreliğine ket vuran bu dondurma işlemi hevanın tam olarak anlayamadığımız karanlık bir yerinden gelmektedir. Burası analize kapalı görünmektedir. Böylece gayri iradilik aşkın ikinci özsel özelliği olarak ortaya çıkmaktadır.
Sevgi ve şefkat yöneldiği türlü varlık alanlarından ötürü kısmen özneler arası bir deneyimken; aşk, insana duyduğumuz sevgi olan muhabbet gibi, mutlak anlamda özneler arası bir deneyimdir. Bu yüzden aşkın sevgi ve şefkatten bir diğer karakteristik farkı yalnızca maneviyat sahibi olabilen bir özneye, bir natıka, yani sadece insana duyulabilmesidir. Hatırlayacağımız gibi, sevgi şey anlamında şeyler ve idealar gibi soyut nesneler de dâhil tüm varlıklara; şefkatse yalnızca kahırca bizim altımızda bitki, hayvan, insan türünden can sahibi varlıklara yönelebiliyordu. Aşkta yönelim nesnesi yalnızca insanla sınırlanmaktadır. Bu yüzden aşkın maneviyat sahibi, yani duyumlarına mutlak surette bağlı olarak yaşamayan bir varlıktan, kısaca insandan başka hiçbir şeye duyulamayacağı iddiasındayım. Bu anlamda aşk mutlak olarak özneler arası bir deneyimdir. (Patolojik aşka yukarıda değindim). Aşk bir görüş ya da bakmayla değil, anlık bir fark etmeyle başlar. Aşktan, özellikle onun ön-yapıya (cinsellik) yakın basamaklarında, ayırt edilmesi çok zor olan duygusal sevgiden ve akıldışı da olabilen şefkatten özsel bir farkı onun bir “fark etme”yle başlamasıdır. Aşkın kendi içinde pek çok türü vardır. Edebiyatımızda, kültürümüzde önemli bir yer tutan Allah aşkı da mahiyet itibarıyla çok farklıdır. Burada ele aldığımız aşkın bir türü değildir. Bütünüyle farklı öz ilişkilerinin hüküm sürdüğü ve ancak varlığın birliği düşüncesi noktainazarından anlaşılabilecek bir sevgi türüdür. Fenomenal, yani zuhur düzleminde birbirinden farklılaşan sevgi çeşitleri Hak cihetinden tektir; tüm sevgi türleri hakikatte Hakkın kendi zatına olan sevgisidir.
Kaynakça:
Habip Türker, Sevginin Varlık Yapısı, (İstanbul: Endülüs Yayınları), 2017.
*Profesör, Gaziantep Üniversitesi, Felsefe Bölümü