İZ, GÖSTERGE VE BAĞ: HEREVÎ’NİN MUHABBET ANLATIMI ÜZERİNE RÂBİA EL-ADEVİYYE MERKEZLİ BİR OKUMA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Ben yalnızca O’na muhabbetimden ve duyduğum şevkten ötürü ibadet ettim.”
    Râbia el-Adeviyye

    “Muhabbet bu topluluğun izi (alâmet), yolun göstergesi (unvân) ve [Allah ile kul arasındaki]
    bağın (nisbet) düğümlenme yeridir.”
    Abdullah el-Ensârî el-Herevî

    Yazar: M. Nedim Tan*

    1.
    Müslüman bilincin kökeni ilahi hitabı duymak, hareket noktası ise Hz. Peygamber’e uymaktır. Amacın yüceliği ve kuşatıcılığı, yöneldikçe derinlik kazanan ve işlendikçe katmanları çoğalan bir kavram hareketliliğinin önünü açar. İnsanın dönüşümüyle kavramların kazandığı anlamlar arasında birbirini üreten bir alışveriş vardır ve hafızanın taşıyıcısı olarak dil tarih içindeki işleyişiyle bu karşılıklı ilişkiye tanıklık eder. Tasavvuf, konuları insanın etkinliğinden değil Allah’ın varlık verişinden başlatarak dilin akış yönünü değiştirmesi ve her oluşu gerçekliği üzere nasılsa öylece görmeyi amaç edinmesi dolayısıyla söz konusu işleyişe farklı açılımlar getirmiştir. Allah’tan, Allah’ta, Allah’a ve Allah’la olmak üzere tek taraflı bir varlık tarzının söz konusu edildiği ve insanın dönüşümünün bu tek taraflılığın aracısız kavranışına bağlı kılındığı tasavvufi perspektif, bilinçli fiillerin ve yakın sebeplerin belirleyiciliğini değil olabildiğince ilahi tasarrufa açıklığı öncelemesiyle dilin uzlaşıma dayalı akışına doğrudan müdahalede bulunur. Öznelerin bu şekilde yer değiştirmesi kavramlara yeni anlamlar ve farklı çağrışımlar katacak, sıra dışı uzantılar ekleyecektir. Bu sebeple tasavvuf metinlerinin vazgeçilmez konuları arasında hâller ve makamları görürüz. Hâller ve makamlar insanın dönüşümüne dayalı olarak kavramların dönüştüğü, yeni aşamalar ve bağlamlar kazandığı bir bilinç durumunun hem sebebi hem sonucu konumundadır. Sebebidir çünkü Allah’a yöneliş dolayısıyla böyle bir deneyim vardır; sonucudur çünkü deneyim paylaşıldıkça etkisini çoğaltan ve incelik kazanan bir dil kullanımı söz konusudur. Böylece deneyimle dil arasında birbirini nerede öncelediği tam belli olmayan, hatta dilin başlı başına deneyim alanı durumuna geldiği bir süreklilik doğmuştur. Abdullah el-Ensârî el-Herevî’nin (ö. 481/1089) Menâzilü’s-sâirîn’i deneyimle dil arasındaki hâller ve makamlar kaynaklı sürekliliğin yansıdığı tasavvuf metinlerinden biridir.

    2.
    Tasavvuf tarihinde şöyle bir anlatım bütünlüğü görürüz: Yaşantıya dayalı olan dile kaynaklık eder ve dilin ürettiği yaşantıya taşıyıcılık yapar. Bu etkileşime bağlı olarak birbirini zenginleştiren ve birbiriyle anlaşılabilen bir literatür ortaya çıkmıştır. Söz konusu literatür dolayısıyla fragman sayılabilecek örnekler bırakmış ve menkıbelerde yer verildiğiyle kalmış sufilere ilişkin hafızanın kavramsal uğraş içinde olan sufi yazarlar tarafından belli bir çerçeve içerisine çekilerek anlamlı bir bütüne iletildiğini görürüz. Herevî, kendisine kadar gelen süreç içerisinde şekillenen tasavvufi hafızayı hem kitabi hem de şifahi açıdan miras almış ve aktarmış sufi yazarlardan biridir. Onun anlatım biçimi, sufilerin bilinçler arası ilişkilerinin ve nesiller arası etkileşimlerinin dildeki yansımalarını izlemeyi olanaklı kılar. Özellikle Menâzil’de kullandığı üslup, Herevî’nin söz konusu ilişki ve etkileşimlerin kavramlara getirdiği çok yönlü içeriği gerek anlam ve öğreti gerekse duyarlılık ve çağrışım bakımından yankılar bulunabilecek biçimde ortaya koyma amacının göstergesidir. Nitekim Menâzil’in hemen her başlığında dilin imkânlarını alabildiğine kullanan, kelime köklerinden güç alarak yeni çağrışımlar yakalamaya çalışan, önceki sufilerin sözlerinde ve menkıbelerinde izinin sürülebileceği yoğun bir anlam örgüsüyle karşılaşırız. Eserin hâller (ahvâl) ile ilgili kısmının başında ve vecd, şevk, zevk vb. kavramlar arasında yer alan muhabbet, bu yönüyle temsil gücü taşıyan başlıklardan biridir. Bu yazıda yukarıda değindiğim noktaları göz önünde bulundurarak Herevî’nin muhabbet kavramına ilişkin anlatımına Râbia el-Adeviyye’den (ö. 185/801 [?]) yankılar bulmayı ya da Râbia el-Adeviyye’den aktarılan sözleri ve örnekleri Herevî’nin kavramsal düzeye taşıdığı içeriğe yakınlaştırmayı deneyeceğim. Râbia’yı böyle bir içerikle ilişkilendirişim adının daha çok muhabbet kavramı dolayısıyla öne çıkmasından, Herevî’nin metnini böyle bir odağa yönlendirişim alanı sınırlayarak belirgin örnekleri daha doğrudan konuşabilme isteğimden kaynaklanıyor. Böylelikle tasavvuf tarihinin kişilerden başlayıp kavramlara açılan ve kavramlardan güç alarak ilkelere yayılan işleyişine ilişkin kısa bir okuma yapmayı amaçlıyorum.

    3.
    Herevî muhabbetle ilgili anlatıma “yuhibbuhum ve yuhibbûnehû –O onları sever, onlar da O’nu severler.” (el-Mâide 5/54) ayetiyle başlar (Herevî, s. 57).11 Bu yazıda Menâzil metni için büyük ölçüde Abdurrezzak Tek’in çevirisinden yararlandım (Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî, Menâzilü’s-sâirîn –Tasavvufta Yüz Basamak, çev. Abdürrezzak Tek, Bursa: Emin, 2017). Yer yer ayrıştığım kısımlarda Şemseddin Muhammed … Continue reading Hâller ve makamları ayetlerle irtibatlandırmak Herevî’nin kavrayışının dikkate değer yönlerinden biridir. O bir kavrama bir ayet üzerinden giriş yaptığında yalnızca kelime ve kök ortaklığını temel almaz, aynı zamanda aktardıklarıyla özdeş bir anlamı Kur’ân-ı Kerîm’den hareketle bulmak ister. Her ne kadar şarihlerini yer yer şaşırtsa da ayetlerin kullanılma biçimi Menâzil’e ayrıcalık kazandıran unsurlar arasındadır. Bağlamını dikkate alarak baktığımız zaman bu ayetin sufilerde uyandırdığı kavrayışı tefsirlerde doğrudan takip edemeyiz. Ancak ayetin özellikle bu kısmı, muhabbetin Allah’tan insana doğru olan yönünü bildirmesiyle dikkat çeker. Böyle bir bildirim sufilerin kayıtsız şartsız Allah odaklı bakış açıları için tam bir hareket noktası oluşturur. Çünkü muhabbet Allah’tan insana doğru ise asıl ile fer‘ arasında süreklilik var demektir ve fer‘ asıl tarafından çekilmektedir. Böylece zıtlıkları geride bırakmayı önceleyen, buluşma ve kavuşmayı yücelten sevgi merkezli bir dindarlığın önü açılır. Ayetin bu anlaşılma biçimi Râbia’dan aktarılanlarda da takip edilebilir. Nitekim kendisine muhabbete ilişkin bir soru yöneltildiğinde Râbia, onun öncesiz-sonrasız olan ve insanı Allah’a erdiren özünü ifade ederken bu ayeti hatırlatmıştı (Tan, s. 158). Aynı zamanda tüm değerlerin ve övülmüş niteliklerin önce Allah’tan kaynaklandığına ilişkin vurgular Râbia’nın dilinden çeşitli şekillerde aktarılmıştı (s. 91).

    4.
    “Muhabbet, kalbin kendini tümüyle vermek (bezl) ve başkasından yüz çevirmek (men‘) suretiyle yöneldiğini tek kılarak (ifrâd) heybetle üns arasında sevdiğine bağlanmasıdır (taalluk). Muhabbet, fenâ vadilerinin başlangıcı ve mahv menzillerine inilen bir geçittir (akabe). Muhabbet, avâmın önden gidenleri ile havâssın geride kalanlarının karşılaştığı son duraktır. Muhabbetin dışında kalanlar bir karşılık için yönelinen amaçlardır. Muhabbet bu topluluğun izi (alâmet), yolun göstergesi (unvân) ve [Allah ile kul arasındaki] bağın (nisbet) düğümlenme yeridir.” (Herevî, s. 57)

    Herevî’nin anlatımında muhabbet ilk olarak heybet ve üns arasındaki konumuyla öne çıkar. Heybet ve üns tasavvuf dilinin ikili kavramlarındandır, biri olmadan diğeri düşünülemez. Bu ikili kavram havf ve recâ gibi insani durumlara ilişen benzerlerinin üstünde, celal ve cemal gibi varlık durumlarına ilişen benzerlerinin altında bulunan bir deneyime atıf yapar. Muhabbetin bu şekilde zıt anlamlı ancak birbirini gerektiren, birinin mevcudiyetiyle diğerinin söz konusu edilebileceği bir bütünlük içerisinde ele alınması kavramın tekdüze bir içeriğinin bulunmadığını gösterir. Bu yönüyle muhabbet yakınlık ve dostluğu içerdiği kadar ürperiş ve uzaklığı da içeren bir kavram olup kendini tümüyle sevdiğine vermek yakınlığın, sevilenden başkasına yüz çevirmek ürperişin yansımasıdır. Herevî buradan hareketle heybet ve üns vurgusunu tamamlayan bir başka kavram ikilisine geçerek muhabbeti fenâ ve mahv ile ilişkilendirir. Bu noktada metinde yer alan vadi ve geçit benzetmeleri yol ve yolculuk temalı çağrışımlara kapı aralar. Nitekim Herevî bu benzetmelerin peşi sıra bir karşılaşmaya atıf yapacaktır: Yolun başlangıcındakiler arasından hâlleri dolayısıyla öne geçmiş kimselerle yolun ileri aşamasındakiler arasından geride kalmış kimselerin karşılaşacağı son durak muhabbettir. Öyleyse muhabbet, Allah’ı amaçlayan hareketlilik dolayısıyla ortaya çıkan çeşitlenme için bir buluşma noktasıdır ve bu nokta muhabbetin tamamlayıcı yönüdür. Herevî muhabbet dışındaki durumlarda belli bir sonuca varmaya ve bir karşılığa ulaşmaya dönük amaçlar bulunduğunu ancak muhabbetle birlikte bu karşılık ve sonuç beklentilerinin ortadan kalktığını söyler. Bu yüzden muhabbet sufiler topluluğunun izi, tuttukları yolun göstergesi ve Allah ile aralarındaki bağın gerçekleştiği yerdir. Muhabbetin Allah ile insan arasındaki bağın gerçekleşme yeri olduğunu söylemek kavrama olabilecek en merkezî konumu yüklemek demektir ve Menâzil’in bu başlığındaki anlatımı Râbia’dan kalanlarla ilişkilendirmenin gerekçesidir.

    Muhabbete ilişkin bu anlatımı dikkate alarak Râbia’dan kalanlara baktığımız zaman söz konusu kayıtlarda Herevî’dekine benzer bir kavramsal sürekliliğe rastlamayız. Râbia’da bir topluluğa ilişkin tespit yapma çabası yoktur. Yol ve yolculuk etrafında oluşan temalar ve temsiller de ondan aktarılanlar arasında yer edinmez. Bu bakımdan Râbia tanımlayıcı ve sınıflayıcı olmaktan çok hareketlendirici ve ilham edici bir üsluba sahip gözükmektedir. Dolayısıyla ona ilişkin kayıtlarda tanımlar yoktur ancak tanımlara derinlik katacak söyleyişler ve yaşantılar vardır. Öyle ki konuşulanlar ve kavramlaştırılanlar onun yaşantısında tanık bulur. Nitekim Herevî’nin anlatımındaki heybet ve üns vurgusunun Râbia’da izini sürebileceğimiz bir açılımı vardır. Çünkü heybet ve üns arasında bulunmak züht ve mücâhede merkezli tutumları anlamlı kıldığı kadar vecd ve sekr gibi tezahürleri de anlamlı kılar. Bu bütünlüğün Râbia’dan kalan tüm ayrıntılarda örneklerini görebiliriz: O bir yandan nesnelerle bağımlılık ilişkisini ve sahipliği olabildiğince dışlar, bu doğrultuda yer yer çileli durumlara girerken (Tan, s. 78, 89, 100) diğer yandan tüm engelleri aşan ve kendinden geçmenin göstergelerini taşıyan bir sufi tipi olarak karşımıza çıkar (s. 96, 120). Söz konusu örnekler muhabbetin tekdüze bir olumlu konum olmadığını beraberinde çeşitli zorluklar taşıdığını göstermesi bakımından önemlidir. Söz gelimi eğer burada heybet anılmayıp yalnızca üns kavramına vurgu yapılsaydı, o zaman ürperti ve korku çağrıştıran görünümler zıtlık ve kopuş ilişkisi kurarak okunabilir, muhabbet yalın bir teklifsizlik ve kesintisiz bir coşku üzerinden değerlendirilebilirdi. Ancak heybet vurgusu bize izinin sürülmesi gereken bir alan açmakta, sevginin içinde yine sevgi kaynaklı ürpertilerin varlığını ortaya koymaktadır. Bu da bakışımızı Râbia gibi isimlerin fiilî örneği oldukları gerçeklik deneyiminin farklı yönlerine iletmektedir. Heybet ve üns ikilisinin bir devamı olarak Herevî’nin metninde gündeme gelen karşılıksızlık/beklentisizlik fikri amaçların Allah’ta birleşmesini ifade eder ve Râbia’dan aktarılanların önemli bir kısmında karşılık beklentisinin hedef alınması muhabbetin tamlığına ilişkin bu tasavvufi vurgunun güçlü bir ifadesidir.

    5.
    Herevî herhangi bir kavramı ele alırken o kavramı aşamalandırarak anlatır. Bu yazım tarzı tasavvufi yaşantının çeşitliliğine ve açılımlarına dönük bir tespit çabası olarak görülebileceği gibi kavramları kendi sınırlarının ötesine taşıyarak onlardan tümel sonuçlar çıkarma denemesi olarak da okunabilir. Çünkü herhangi bir kavram bir sufide belirleyici bir nitelik olarak açığa çıktığı zaman kendi sınırlarının ötesine taşınması kaçınılmazdır. Böylece bir kavramın tüm diğer kavramlarla kesiştiği noktayı deneyimlemek ve bunun dildeki yansımalarını bulup göstermek mümkün hâle gelir. Bu yüzden dil kendi içinde ve kendiliğinden aşama kazanmaya, kullanım biçimine göre kendini aşarak değindiği tüm anlamları kuşatmaya başlar. Artık kavramlar tek tek dikkate alındığında ortaya çıkan farklılıklar tümel bir gerçekliğin çeşitlenen görünümlerine dönüşürler. Çünkü insan tümelleştikçe kavramlar da tümelleşir; insan kuşattıkça dil de kuşatıcı olur. Bu dil kullanımına odaklandığımızda sufilerin özellikle hâller ve makamlar üzerinden dinî düşünce ve hayata getirdikleri çeşitliliğin hareket noktalarına yakınlaşmış oluruz. Sufilerin en başından beri kullandıkları dil bu türlü bir aşamalı anlatımı ortaya koyar ve Menâzil’de her kavramın üç aşamaya ayrılarak anlatılmasıyla söz konusu dil kullanımının dikkatle izlenmesi gereken bir örneği verilmiştir. Muhabbet özelinde baktığımız zaman Herevî’nin üç aşamalı anlatımında daha çok bu aşamaların bir yarısını oluşturan ve muhabbetin sözü edilen aşamadaki görünümlerinin örneklendirildiği kısımlardaki anlatımları Râbia’dan kalanlarla doğrudan irtibatlandırabiliriz. Diğer bir deyişle konu fiilî bir çerçeve kazandığı anda Râbia ve benzeri sufilerden kalanlarla Herevî’nin anlatımı arasında bir temsil ilişkisinin varlığı gözlenir. Böylece Râbia gibi sufiler, dilde kendini gösteren bu türlü aşamalı anlatımlar için temsil gücü taşıyan örnekler olarak öne çıkarlar. Nitekim muhabbet kavramı Râbia özelinde tümel bir nitelik kazanmış olup tüm diğer kavramlar için çekim noktasıdır (Tan, s. 54, 83, 161).

    6.
    “Muhabbetin üç derecesi vardır: Birinci derecesi vesveseyi kesen, hizmete lezzet veren, musibetlerden yana teselli eden muhabbettir. Böyle bir muhabbet nimeti düşünmekten ötürü boy verir, sünnete uymakla kökleşir, muhtaçlığa uygun karşılık vermekle gelişir.” (Herevî, s. 57)

    Muhabbetin değeri insanın varlık amacına uygun yegâne nitelik olmasıyla ilgilidir. Bu bakımdan vesveseler insan üzerinde yerilmiş sonuçlar doğuran, aklın işleyişini ve ahlakın etkinliğini bozarak insanı varlık amacından uzaklaştıran olumsuz etkilerin tümünü ifade eder. Muhabbetle birlikte vesvese kesilir, bu ise yolun açılması demektir. Yol açıldığında kulluğa ilişkin tüm yöneliş ve uygulamalar kendiliğinden etkinlik kazanarak başlı başına haz bulmanın aracı olurlar. Böylece karşılaşılması muhtemel zorluklar da sızlanma konusu olmaktan çıkar ve sınanmayla gelen yetkinlik unsurlarına dönüşürler. Herevî’nin anlatımına göre muhabbetin bu aşaması Allah’ın karşılıksız nimet vermesini görmek ve düşünmekle başlar; bilinç ve eylem bakımından Hz. Peygamber’in (s.a.) sünnetine uymakla süreklilik kazanır; insanın temel niteliği olan muhtaçlığa ilişkin bilinçle güçlenir.

    Menâzil’i ele aldığı konuları sınırlandırmak için değil ilgili hafızaya iletmek için yazılmış bir tasavvuf metni olarak görürsek bu anlatımdan hareketle farklı ifade biçimlerine açılabiliriz. Nitekim Râbia’dan kalanlarda buradaki anlatıma katkı sağlayacak örnekler vardır. O samimiyetle Allah’a yönelen kimseye Allah tarafından amellerinin kusurlarının gösterileceğini söylemiş, ibadetten duyulan hazzın duyuları aşan yönlerini fiilen göstermiş ve sınanmalar karşısında teselli edilerek ilahi himayeye ermenin örnekleri kendisinden aktarılmıştı (Tan, s. 111, 97, 135). Aynı şekilde nimeti düşünme ve görme teması Râbia’da dışa değil içe dönük bir anlam kazanır ki bu ayrıntı Herevî’nin metnindeki anlatımı dışarıda algıya konu olan çoklukla ilişkilendirmek yerine yaşantıya konu olan içerideki deneyimle ilişkilendirmemizin önünü açar (s. 146-147). Bu nokta nimeti görmekle sünnete uymak arasındaki sürekliliği de sağlar. Çünkü Râbia’da sünnete uymanın kazandığı anlam Hz. Peygamber’in ahlakıyla ahlaklanmak ve hâlleriyle hâllenmektir (154-156). Muhtaçlığa uygun karşılık ise konuyu fakr ve fenâ ile ilişkilendirmeye imkân verir. Öyle ki Râbia’da dile geldiği şekliyle muhabbet nihai noktaya ulaştığında teslimiyetin tamlığı ve muhtaçlığın yine muhtaçlık dolayısıyla aşılması demektir (s. 160-161).

    7.
    “Muhabbetin ikinci derecesi başka her şeye karşı yalnızca Hakk’ı tercihe yönelten, dili O’nun zikrine düşkün eden, kalbi O’nu görmeye bağlayan muhabbettir. Böyle bir muhabbet sıfatları düşünmekten, ayetlere bakmaktan ve makamlarda yol almaktan dolayı ortaya çıkar.” (Herevî, s. 57)

    Herevî’nin muhabbet anlatımının birinci aşamasında insanın muhabbet dolayısıyla ahlak bakımından yetkinleşmesi öne çıkarılırken ikinci aşamasında yetkinleşmenin getirisi olan durumlar söz konusu edilir. Allah dışında her şeyden uzaklaşma vurgusuyla karşılık bulan bu noktada uzaklaşma odaklanma anlamını taşır ve dilin muhabbetle bulduğu devamlılık söz konusu odaklanmanın kalbi ulaştıracağı görme deneyimine iletir. Burada görmek (şühûd), varlık ve bilgi durumlarındaki aracısızlığın ve görülenden kaynaklanan sürekliliğin kavramsal ifadesidir. Herevî muhabbetin bu aşamasını ilahi sıfatlarla içli dışlı olmaya, bu sıfatların varlıkta görülmesine bağlı olarak yeni deneyimlere açılmaya ve insanın yetkinleşme göstergeleri olan makamlar arasında etkin bir bilinç kazanmaya bağlar. Herevî’deki bu anlatımın daha çok ilk yarısını Râbia’dan kalanlarla irtibatlandırabiliriz. Nitekim muhabbetin Râbia’dan aktarılanlar arasında en öne çıkan yönü paylaşımsız oluşudur: Muhabbete Allah’tan başka hiçbir şey eşlik edemez. Bu ise bütün insani durumları Allah’a bağlar ve bu bağlayışın getirisi gerek ibadetten alınan haz gerekse amaçların aracısız görülmesinden kaynaklanan kesinlik demektir (Tan, s. 55, 78, 161). Herevî’nin bu anlatımında sıfatlar, ayetler ve makamları birbirine bağlayan bir dil kullanması, Râbia’ya ve benzeri yaşantılara ilişkin hafızanın hangi kavramlar üzerinden okunabileceğine ilişkin bir bakış açısı sunar.

    8.
    “Muhabbetin üçüncü derecesi kapıp götüren, ibarelerle ilişkiyi kesen, işaretleri incelten ve vasıflarla nihayetine erilmeyen muhabbettir. Böyle bir muhabbet bu işin merkez noktasıdır (kutb). Onun dışındakiler dillerin ifade ettiği, insanların ileri sürdüğü ve akılların gerekli gördüğü sevgilerdir.” (Herevî, s. 58)

    Muhabbetin üçüncü aşaması doğrudan ilahi tasarrufa açılmaktan kaynaklanan ve kendisinden başka hiçbir şeyle karşılaştırılarak anlatılamayacak olan aşamadır. Bu aşamada insanın bilişsel araçlarının kesin olarak dönüşmesine, bu dönüşümün kişiye özel kalan yönlerine ve kendisinden başka hiçbir şeyle kayıtlanmayan özüne yönelik bir vurgu vardır. Burada bir tür cezbeye işaret edilmektedir ve ilahi tasarrufun dolaysız etkinliğine kapılmak anlamına gelen cezbe gerçekleştiğinde tüm tasavvufi faaliyetlerin merkez noktasına ulaşılmış demektir. Bunun dışında kalan tüm anlatımlar dile dökülebilen, iddiaya konu edilebilen ve aklın ortalama işleyişine göre anlamlı gerekçeleri üretilebilen durumlar olarak kalmaktadırlar. Herevî eseri boyunca hangi konu üçüncü aşamaya gelirse o konuyu dilin kullanımından, kişisel iddiadan ve aklın alışkanlıklarından bağımsızlaştırır. Aynı üslubu muhabbeti anlatırken de sürdürmektedir. Râbia’dan kalanlar muhabbetin bu yönüne ilişkin örnekler içermekle birlikte şathiye formuna bürünen bu örneklerin yorumlanması için Herevî’nin metninde açıklayıcı hareket noktaları bulamayız. Bu konu tasavvuf literatürü üzerinden farklı okumalar yapmayı gerektirmektedir.

    9.
    Söz, değerini yaşantıda bulur ve kavramlara değer katan onları taşıyanlardır. Sufiler her kavramın bir taşıyıcısı olduğunu kabul ederler ve muhabbet denildiğinde tasavvufi hafıza için Râbia el-Adeviyye böyle bir isimdir. Abdullah el-Ensârî el-Herevî ise tasavvuf dilinin nesiller ve bilinçler arası etkileşimlerine tanıklık eden bir yazar olarak Menâzil’inde Râbia’dan ve pek çok sufiden yankılanan çağrışımları anlatımına katmış, böylece bu ortak hafızaya katkı yapmıştır. Bu yazıda hem Herevî’yi okurken Râbia’yı hatırlamayı hem de Râbia’yı hatırlarken Herevî’yi okumayı denedim. Bu türlü yazılarda konuyu anlatmak için belirlenen çerçeveye göre farklı isimleri ve tutumları aynı düzlemde tüketerek indirgeyici olma tehlikesi her zaman vardır. Ancak amacım Herevî’yi dikkate alarak tasavvuf dilinin işleyişi hakkında bazı tespitlerde bulunmak, Râbia’yı öne çıkararak kavramlarla temsilciler arasında nasıl süreklilik kurulduğuna ilişkin örnekler bulmaktı. Çünkü tasavvuf dilinde birbirine odak oluşturan ve birbirini yansıtan, buna bağlı olarak kendi içinde aşama kazanan ve her aşamada kavramlar arası bir çeşitliliğin ortaya çıktığı çok yönlü bir işleyiş vardır. Bu işleyiş için kesin bir merkez önermek zordur çünkü her kavramın bir yönüyle merkezde bulunabilme durumu söz konusudur. Aynı şekilde tek bir temsilci önermek de zordur çünkü bu hafızaya mal olan her sufide deneyimlerin karşılık bulacağı birden fazla niteliğe rastlanabilir. Örneklendirmek istersek, muhabbeti tekil bir kavram olarak ele alıp ardından tasavvufun omurgası olarak onu göstermek ve karşılaşılan tüm tezahürleri ona bağlayarak okumaya çalışmak bir yere kadar verimli olsa bile bir yerden sonra tasavvuf dilinin kendi içinde çeşitlenen yönlerini görmek bakımından yetersiz bir tutum olacaktır. Aynı örneği Râbia el-Adeviyye’ye uyarlarsak onu muhabbetin odak ismi gösterip tekil bir figür olarak öne çıkarmak, açıkladığı ölçüde tüketen kalıp yargılar üretmek anlamına gelecektir. Bunun yerine Râbia’yı tasavvuf tarihinin çeşitlenen unsurlarına ve kavramsal karşılık buldukça dili bir deneyim alanına dönüştüren açılımlarına yaklaştırarak, muhabbet kavramını da benzer bir yöntemle ele alarak okuduğumuzda gerek Râbia’dan aktarılanlar gerekse muhabbet üzerine yazılanlar belli deneyimlere ilişkin temsil gücü yüksek anlatımlar olarak gözükecektir. Böyle bir okumayı mümkün kılacak şey ise Menâzilü’s-sâirîn örneğinde olduğu gibi tasavvuf dilinin çağrışımlarını taşıma ve yansıtma amaçlı metinleri hem içerdikleri motifler hem de kelime kadroları üzerinden incelemek olacaktır.

    *Dr., Öğretim Üyesi, Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.



    1 1 Bu yazıda Menâzil metni için büyük ölçüde Abdurrezzak Tek’in çevirisinden yararlandım (Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî, Menâzilü’s-sâirîn –Tasavvufta Yüz Basamak, çev. Abdürrezzak Tek, Bursa: Emin, 2017). Yer yer ayrıştığım kısımlarda Şemseddin Muhammed Tebâdekânî’nin (ö. 891/1486) Tesnîmü’l-mukarrabîn ve Muhammed b. Ali eş-Şâtıbî’nin (ö. 963/1556) Uyûnü’n-nâzırîn adlı şerhlerini dikkate aldım. Yazının hacmini ve konunun sınırlarını gözeterek şerhlerden ve nüshalardan kaynaklanan kelime ve açıklama farklılıklarına değinmedim. Râbia el-Adeviyye’ye yönelik atıflarımda ise hazırladığım çalışmayı kaynak gösterdim (M. Nedim Tan, Bir Dinî İdealin İfade Biçimleri –Râbia el-Adeviyye’den Kalanlar, İstanbul: Pinhan, 2020).