İKİ DİLDE SEVMEK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ali Benli*

    Sevgi kalpte durmaz, taşar, gâh gözyaşı olup çağlar; gâh dile gelir, harf olur, hece olur ve lafız kalıplarına dökülür. Dert ağlatır, aşk söyletir. Her milletin kendi zevk ve tabiatına göre bir biçim alır. Âdemoğlunun bu ortak duygusu bazen ödünç alıp verilen ortak kelimelerde kendisine hayat bulur. Aşk olur, muhabbet olur, sevgi olur, bazen Âşık Paşa’nın şu beyitlerindeki kelimeler gibi kol kola verip birlikte arzıendam eder:

    Aşk ile sevgi ebed-bünyâd ola
    Ger sûret gam-nâk ola ger şâd ola

    [Aşk ve sevgi binası sonsuza değin ayakta kalsın, suret kederli de neşeli de olsa.]

    Türkçenin eski kelimelerindendir “sevmek”. Eski Uygurca metinlerden, kadim lügatlere kadar kendisine yer bulur. “Sev” kökünden dallanıp budaklanan sözcükler büyük bir “sevgi” ağacına dönüşür. Sevecen ve sevimli sıfatları kendilerini herkese sevdirir. “Sevgili” bazen bir mektubun başında sıfat olur, bazen hayatın anlamı. Daha şefkatli söylenişi ise sevdicektir. Bir de artık pek kullanmadığımız “sevdik” diye bir kelime var ki Kerîmî’nin lügatinde geçtiğine göre “Deriye post derler, sevdiğe dost.” Aslında herkes bir şeyi sever, dünyada sevmeyen hiç kimse yoktur. Yunus der ki:

    Işksuz âdem dünyede bellü bilün yok durur
    Her biri bir nesneye sevgüsi var âşıkdur
    Çalabın dünyasında yüz bin dürlü sevgi var
    Kabul et kendözüne gör kangısı lâyıkdur

    Bu kökten türeyen fiiller, atasözlerimizde kendilerine geniş yer bulmuştur. “Gülü seven dikenine katlanır,” derler sevenlere sabır ve tahammül telkin ederler. “Sev seni seveni hâk ile yeksân ise; sevme seni sevmeyeni Mısır’a sultân ise,” sözüyle sevginin karşılıklı olduğunu düşündürürler. Yunus’un dizelerinde kendisine yer bulur, “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz,” diye yüz yıllar boyunca dillere pelesenk olur, insanların kalplerini birleştiren bir duygu hâline gelir.

    Türkçede sevgi yerine kullanılan Arapça asıllı muhabbet, aşk, sevda gibi kelimeler de vardır. Bu kelimelerden aşk, Türkçe, Farsça, Urduca gibi dillere geçmiştir. Bu kelimenin aslı ışktır ve sözlüklerde muhabbetin aşırı olanı diye tarif edilir. Bu muhabbet fanilere olduğunda mecazi, ilahi olduğunda ise hakikidir. Şeyh Gâlib şu mısralarında aşkın en güzel tarifini verir:

    Derd ü mihnettir, belâdır adı aşk
    Bir marazdır, ibtilâdır adı aşk

    [Dert, sıkıntı, keder ve beladır adı aşk/ Bir hastalıktır, imtihandır adı aşk]

    Aşk, sevenin sevdiğini beğenmesi, onunla övünmesidir. Dil âlimlerinden Zeccâc’a (ö. 311/923) göre âşığa bu ismin verilmesi aşaka denilen sarmaşık gibi önce yeşermesi, sonra incelmesi sonra da solması sebebiyledir. Sarmaşığın üzerinde yetiştiği zemini sarıp sarmaladığı gibi aşkın da âşığın bütün benliğini kaplaması açısından bir benzerlik kurulabileceği de söylenmiştir.

    Klasik Arapça sözlüklerde aşkın yakıcı ve öldürücü etkisine temas edilmiştir. İbn Manzûr (ö. 711/1311) Lisânu’l-‘Arab’da ilk anda “Adam öldürüldü” anlamına gelen “Kutile’r-racülü” ifadesini yaralayıcı bir aşka tutulmak şeklinde açıklar. Yine ona göre “Kalbun mukattel”, “aşktan perişan ve derbeder olmuş kalp” anlamında sıfat olarak kullanılır. Bu ifadenin Câhiliye şairi İmriü’l-Kays’ın şiirinde de geçtiğini görürüz:

    وَمَا ذَرَفَتْ عَيْنَاكِ لِتَضْرِبِي * بِسَهْمَيْكِ فِي أعْشَارِ قَلْبٍ مُقَتَّلِ

    Gözlerin ancak aşkından paramparça olmuş kalbime oklarını saplamak için yaş dökmekte.

    Sûdî-i Bosnevî bu manaya işaretle “Işk bir kahhâr pâdişahdur ki her ne işlerse andan sorılmaz. ‘Âşık tarîk-i aşkda yanup yakılmayınca visâl-i cânâna eremez.” der.

    Bazı dilciler tarafından ışk/aşk sevginin en son mertebesi olarak değerlendirilmiştir. Sevginin ilk basamağı sevgiliye duyulan meyildir. Sonra sevgiliyle bir gönül bağı kurulur ki buna alaka denir. Sonra hub (sevgi) oluşur. Daha sonra bu sevgi yoğunlaşır ve meveddet hâlini alır. Hillet (dostluk ve yarenlik) ardından da sabâbet mertebeleri gelir. En sonunda aşk hâlini alır. Sevginin mertebeleriyle ilgili bir diğer tasnif şöyledir: İnsan bir şeyden hoşlandığı zaman ona yakın olmak ister. Bu yakınlaşma arzusu çoğaldığında buna meveddet denir. Sonra bu duygu daha da güçlenir ve muhabbet olur.

    Muhabbetten sonraki aşama hevâdır. İnsan hevâ mertebesine geldiğinde istemsizce sevgilinin arzusu peşinden sürüklendiğini görür. Sonra aşk hâline gelir. Aşktan sonraki mertebe ise teteyyümdür. Bu aşamada sevgili, seven kişiye tamamen sahip olur. Sevenin kalbinde sevgiliden başka kimse kalmaz. Bundan sonra kişi ne yaptığını bilemez hâle gelir ki buna veleh adı verilir. Kâsım b. Sellâm’a göre alaka kalpten ayrılmayan sevgi, cevâ gizli aşk, lev‘a aşk yangını, şeğaf sevginin kalbin zarına kadar ulaşmasıdır. Teteyyüm aşkına kul köle olmaktır. Tebl aşktan hasta olmak, tedlîh ise aşk sebebiyle aklın baştan gitmesidir.

    Görüldüğü gibi Arapçada aşk ve sevgi ile ilgili oldukça geniş bir söz dağarcığı bulunmaktadır. İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye (ö.751/1350), Ravzatu’l-muhibbîn adlı kitabında aşk ve muhabbetle ilgili altmış sözcük kullanıldığını söyler. Lisânüddin İbnü’l-Hatîb (ö. 776/1374-75) bunu Arapların hayatlarında ilgi gösterdikleri şeye çok isim vermeleriyle açıklar. Mesela kılıcın ve devenin Arapçada yüzlerce ismi ve türü vardır. Aralarında birtakım ince farklar bulunan sevgiyle ilgili sözcüklerin çeşitli kullanımlarına birlikte göz atalım.

    Arapçada sevmek anlamında en yaygın olarak kullanılan kelime, hatta bu anlamda kullanılan sözcüklerin en esaslısı hub/mahabbettir. Fîrûzâbâdî hub kelimesi için vidâd yani sevgi karşılığını verir. Ehabbe’l-ba‘îr devenin yere çökmesi, hastalanması ve iyi olana kadar yerinden ayrılmamasıdır. Bir görüşe göre seven aşka düştükten sonra sevdiğini düşünmeyi ve hayal etmeyi bırakamaz. Bir şair bu manayı şöyle dile getirir:

    وَقَفَ الهَوَى بِي حَيْثُ أنتَ فَلِيْسَ لِي * مُتَأخَّرٌ عنهُ وَلا مُتَقَدَّم

    Aşk beni senin olduğun yerde durdurdu. Artık oradan ne bir adım ileri ne bir adım geri atabiliyorum.

    Habbe tane anlamına gelir. Habbetü’l-kalb kalbin tam ortasıdır. Sevgi ve aşk da burada neşet ettiği için hub ismini almıştır. Süveydâü’l-kalb de aynı kullanılır. Habbe aynı zamanda çekirdek ve tohum demektir. Nasıl tohumlar bitkinin özü iseler, sevgi de hayatın özüdür.

    Hubb içine çok miktarda su alan büyük çömlek anlamına da gelir. İbnü’l-Hatîb, su dolu kabın içine başka bir şey alamayacağı gibi birisinin sevgisiyle dolu kalbin de başka bir sevgiliyi kabul edemeyeceğini söyler. İbnü’l-Kayyım ise muhabbetin dişin beyaz ve temiz olması anlamına gelen habeb kelimesinden gediği şeklindeki görüşü tercih eder. Başka bir görüş muhabbetin suyun büyük kısmı anlamına gelen hubâbu’l-mâ kelimesinden türediği şeklindedir. Çünkü kalbe yerleşince insanın gönlünü ve zihnini en çok meşgul eden şey sevgidir. Yağmur yağarken veya su kaynarken çıkan kabarcık anlamında kullanılan habâb kelimesinden türediği de söylenmiştir. Kalp de sevdiğinin hasretiyle kaynar ve kabarcıklar çıkarır. Bir şair bu manaya şöyle işaret eder:

    كأنَّ حبَّة قلبِي * على الغديرِ حبَابَة

    Sanki kalbimin ortası bir gölün üstündeki kabarcık.

    Kur’ân-ı Kerîm’de, hadislerde, mesellerde ve şiirlerde sevmekle ilgili olarak en çok kullanılan kelimeler bu kökten gelmektedir.

    Meveddet veya vüd kelimeleri, iyi bir şeyi ummak, arzulamak, istemek anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından el-Vedûd bu kökten türemiştir. el-Vedûd, İbnü’l-Enbârî’ye (ö. 328/940) göre kullarını seven, İbnü’l-Esîr’e göre ise dostları tarafından sevilen anlamındadır.

    Hevâ, aslında bir şeyin yüksekten aşağı doğru inmesi, düşmesi, bir tarafa doğru hareket edip boşalması gibi hareket ifade eden anlamlar taşır. Bu da sevgide olan meyille ilgili gözükmektedir. Aşk ve muhabbet insandaki bir meyildir ve onu sevdiğinin yoluna meylettirir. Kays b. el-Mülevvah bu manayı bir beytinde şöyle dile getirir:

    يَمِيلُ بِي الهَوَى فِي أَرْضِ لَيْلَى * فَأَشْكُوهاَ غَرَامِي وَالْتِهَابِي

    Aşk beni Leylâ’nın diyarına sürüklüyor, ben de sevgimi, içimdeki yangını oraya döküyorum.

    Aynı mana Türk edebiyatındaki şu beyitte de karşımıza çıkar:

    Hevâ-yı aşka uyup kûy-ı yâre dek gideriz
    Nesîm-i subha refîkiz bahâra dek gideriz

    [Aşkın hevâsına uyarak sevgilinin bulunduğu yere gideriz. Sabah rüzgârının yoldaşıyız sabaha dek gideriz.]
    Sözlüklerde hevânın, insanın bir şeyi sevmesi ve bu sevginin onun kalbine ve iradesine galebe çalması diye tanımlandığı görülür. İbn Sîde, “Hevâ aşktır.” demiştir. Bu kelime nefse izafe edildiğinde nefsin arzuları anlamına gelir. İnsanın içinde sevgilisine kavuşmak için duyduğu istek gizlenmez. İbnü’l-Fârız bu hakikati şöyle dillendirir:

    أُخْفي الْهَوَى وَمَدَامِعِي تُبْدِيه * وَأُمِيتُهُ وَصَبَابَتِي تُحْيِيهِ

    Aşk ve muhabbetimi gizlemeye çalışıyorum, ne var ki gözyaşlarım onu izhâr ve ifşâ ediyor. Onu yok etmeye çalışıyorum ama duyduğum arzu ve hasret onu yeniden diriltiyor.

    Azîz Mahmûd Hüdâyî de şu beyitlerinde aynı şeyi söyler:

    Aşk u meşk olmaz nihân anı bilir halk-ı cihân
    Âşık-ı bîçâreye mümkün müdür ihfâ-yı aşk

    Hevâ kökünden gelen hüvve büyük çukur anlamına gelir. Âşık olan kişi de hasret çukuruna düşmüştür.

    Aşk ve sevgiyle ilgili başka bir kelime olan alaka, bir şeye bağlanmak ve yapışmak manasından türemiştir. Sevginin bağı kalbe yerleşir ve âşığın her hâline sirayet eder. Küseyyir (ö. 105/723) şöyle der:

    ولَقَدْ أردتُ الصبرَ عنكِ فَعاقَنِي * علقٌ بقلبِي مِنْ هَوَاكَ قَدِيمُ

    Senin hasretinden teselli bulmak istedim ama kalbimde yapışıp kalan o kadim aşkın bana mani oldu.

    Seven ile sevilen arasındaki bağın ezelî olduğu pek çok şairin ve edibin dile getirdiği bir anlayıştır. Kays b. Züreyh’in (ö. 68/687) aşağıdaki beyti bu anlayışın bir yansımasıdır:

    تعَلَّق روحي روحَها قبل خلقِنا * ومن بعدِ ما كنَّا نطافًا وفي المهدِ

    Benim ruhum sevgilimin ruhuna biz daha yaratılmadan bağlanmıştır. Bu bağ biz anne karnındayken ve beşikteyken de devam etmiştir.

    Âşık ile maşuk arasında öyle bir bağ vardır ki, onlar birbirlerine uzak düşseler de gönülleri hep birdir. Âşık her daim maşukun huzurundadır. Bir şair şöyle der:

    خَيَالُك فِي عَيْنِي وَذِكْرُكَ فِي فَمِي * وَمَثْوَاكَ فِي قَلبِي فأيْنَ تغيبُ

    Hayalin gözümde, ismin dilimde, akıbetin kalbimde, nereye kaybolabilirsin ki artık?

    Arapçada garâm, aslında beli büken bir yük, borç, azap, helak, cefa gibi anlamlara gelse de insanın yakasını bırakmayan sevgi ve aşk anlamında da kullanılmaktadır. Râgıb el-Isfahânî’ye göre garâm, insanın başına gelen güçlük ve musibettir. Zeccâc’a göre azabın en çetin olanıdır. Garîm hem alacaklı hem de borçlu anlamına gelir. Kendisinden yakasını kurtaramadığı, bağlanıp kaldığı şey anlamına da gelir. Sâhib b. Abbâd (ö. 385/995) bu kelimenin sevgi ve aşk anlamında kullanılmasını helak olma ve beli bükme anlamına bağlar. Ama yine âşığa aşk acısı tatlı gelir. eş-Şâbbü’z-Zarîf (ö. 688/1289) bir beytinde bu manayı şöyle işler:

    حَدِيثُ غَرَامِي فِي هَوَاكَ قَدِيمُ * وَفَرْطُ عَذَابِي فِي هَوَاكَ نَعِيمُ

    Sevdan için çektiğim çilelerin hikâyesi pek kadîm, aşkın için azap çekmek benim cennetim.

    Divan edebiyatında aynı manaya pek çok beyitte rastlamak mümkündür:

    Âşıklara çün derd ü belâ zevk ü safâdır
    Yâ zevk ü sefâ derdine düşmek ne belâdır

    [Dert ve belalar âşıklar için zevktir. Zevk derdine düşmek için belanın ta kendisidir.]

    Garâm kelimesi Türkçe şiirlerde de kullanılmıştır. Yenişehirli Avnî şöyle der:

    Bir zerre yok ki kayd-ı mahabbette olmaya
    Âlem esîr-i pençe-i aşk u garâmdır

    [Sevgi bağıyla bağlı olmayan bir zerre bile yoktur. Bütün âlem aşk ve sevginin pençesinde esirdir.]

    Aşk anlamında kullanılan başka bir kelime olan hüyâm, aslında develeri tutan ve yön duyularını kaybedip sağa sola çarparak helak olmalarına neden olan bir hastalıktır. Başka bir görüşe göre susuzluğun son raddesidir. Âşıkların sonu da böyle olduğunda aşkın bir mertebesine hüyâm demişlerdir. Bir şeyi taşımak, onu üstlenmek gibi anlamlara gelen kelef kelimesi de sevginin mertebelerinden biri anlamında kullanılmıştır.

    Aşkın insanı sürüklediği bir diğer nokta dülûhtür. Delehe, aslında devenin her şeyi unutup sürüsündeki diğer develere, yavrusuna aldırmadan kendi hâline gitmesidir. Aşktan her şeyi unutan kişi için de bu kelime kullanılır. Bu da âşığın pervasızca, etrafında olanlardan müstağni hâlde yaşadığını gösterir.

    Arapçada aşk ve sevgi için kullanılan başka bir kelime sabâbettir. Bu kelime aslında suyu dökmek anlamına gelir. Kelimenin bu kök anlamına işaretle bir şair şöyle demiştir:

    أنا صبٌّ وماءُ عَيْنِي صُبّ * وأسيرُ من الضَّنَى بِقُيُود

    Ben âşığım, gözyaşlarım dökülür. Aşkın derdiyle zincirlere bağlı hâlde yürürüm.

    Bu kökten türeyen kelimelerin çoğunun anlamında yukarıdan aşağıya inmek ve meyletmek vardır. İbn Düreyd’e göre “Sabâbet, aşk ve muhabbetin rikkatidir.” Meyletme anlamına sahip olan ve aşk ve sevgi için kullanılan bir diğer kelime de sıbâ veya sabvettir.

    Aşk ve sevgi ile ilgili kelimelerden tebl aslında düşmanlık etmek, kin tutmak anlamına gelir. Yine bu kelime yok etmek, helak etmek anlamına da gelir. Tebele’d-dehru el-kavme “Zaman bir topluluğa felaketler getirdi.” demektir. Aşkın insanı hasta edip helak etmesi için de bu kelime kullanır. Ka‘b b. Züheyr, Hz. Peygamber Aleyhisselam’ın huzurunda okuduğu meşhur kasidesinin ilk beytinde bu kelimeyi kullanır:

    بَانَتْ سُعَادُ فَقَلْبِي الْيَوْمَ مَتْبُولُ

    Suâd ayrılıp gitti, kalbim bugün tarumar.

    Aşk ve muhabbetin bir derecesi de lev‘a, yani yangındır. Ferrâ aşk için kullanılan lev‘a kelimesinin kalbin aşkla yanması anlamına geldiğini söyler. Bâkî’nin şu beyti aşk ateşini hiçbir denizin söndüremeyeceğini anlatır:

    Bir harâret bağladum teb-i ışkıyla kim
    Sûzumu def eylemez nûş eylesem deryâyı ben

    [Aşk ateşiyle öyle yandım ki, denizi de içsem yangınımı söndüremem.]

    Atâyî, aşk ateşinin âşığı yakıp kül ettiğini ve küllerinin aşk çölünde kumlara karıştığını şöyle anlatır:

    Yakdı kül itdi tenüm âteş-i sûzân-ı aşk
    Eyledî hâkisterüm rîg-i beyâbân-ı aşk

    [Aşkın ateşi tenimi kül etti, küllerimi aşk çöllerinin kumları hâline çevirdi.]

    Yukarıda incelediklerimiz aşk ve muhabbetle ilgili kelimelerden sadece bazılarıdır. Edebiyatçılarla engin bir denize benzetilen sevgi ve aşk, dil sahiline vurduğunda bağrından daha nice inciler çıkarmış ve bu kıymetli inciler söz ustaları tarafından tarih boyunca işlenerek düşünce ve gönül dünyamızın en nadide örneklerinde kendilerine yer bulmuşlardır.

    *Dr. Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi