DEĞİŞENLER VE DEĞİŞMEYENLER

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Vedat Ozan

    Paçuli, nane ile akraba bir bitki. Çalı şeklinde büyüyor, uçuk pembe renkli çiçekler açıyor. Asya’nın tropik iklimi haiz bölgelerinde, en çok da Endonezya’da yetişiyor. Nemli, doğrudan güneş ışığı almayan sıcak iklimi bulduğunda bayağı bir serpiliyor ama serpiliyor demem göz korkutmasın, taş çatlasın bir metre civarı bir yüksekliğe erişebiliyor. Susuz kaldığında biraz direnip boynunu büküyor, yağan ilk yağmurda da hiçbir şey olmamış gibi kendine geliyor, bu nedenle de “dayanıklı” denilebilen bitkiler arasında yer alıyor.

    Bizde zaman zaman “tefarik” diye de adlandırılan bu bol ve yeşil yapraklı bitkinin ismi ise Tamilceden geliyor ve anlamı da “yeşil yaprak” (paçai yeşil, ellai yaprak) zaten. Hindistan’ın güneyinde çok uzun zamandır mevcut, ilk kullananlar ise ismi de veren Tamiller oluyorlar. Keskin kokusu ve ilginç kimyasal yapısı yüzyıllar önce fark edilen bitkiyi ilaç niyetine, yaprakları infüze ederek, yani bir nevi çay gibi kaynatarak tedavi maksadıyla kullanıyorlar.

    Carl von Linne’nin sistemleştirdiği, bitki ve hayvanları sınıflandırmaya yarayan ikili isim sisteminde (binominal nomenklatura) Pogostemon cablin olarak bilinen paçulinin daha toprağa bağlıyken çevreden kuvvetle hissedilen hoş, ağaçsı, topraksı, nemli ve güçlü bir kokusu var. Bu kokudan sebep zaten, koku endüstrisi de yoğun ilgi gösteriyor bitkiye ve buhar damıtması yaparak elde edilen özyağının hem ederi hem de müşterisi bayağı çok oluyor. Dönem dönem yaşanan fevkalade tabiat olayları, mesela sel veya fırtına gibi beklenmedik felaketler yetiştiği bölgelere zarar verdiğinde dünya borsalarındaki fiyatı birden patlayıveriyor. Örneğin 2004 yılında Açe’de yaşanan tsunami felaketi bir zamanlar dünya paçuli ihtiyacının neredeyse % 70’ini tek başına karşılayan bu bölgenin nüfus, yapılaşma ve bitki örtüsünü öylesine vurmuştu ki yıllar boyunca dünya pazarlarında arz tıkandı, talep karşılıksız kaldı, fiyatlar da normal olarak uçtu, gitti.

    Pek çok çiçek ve bitkinin toplandıktan hemen sonra damıtma işlemine sokulması gerekirken paçulide durum biraz farklı; yapraklar önce kurutuluyor, sonra kuru yapraklardan damıtma gerçekleştiriliyor. Elde edilen yağın kimyasal yapısının ana bileşenlerini cermakren, paçulol ve norpaçulenol gibi moleküller oluşturuyor. Paçuli kokusunun zenginliğini veren ve cazip hâle getiren ise bu bileşenler içinde yer alan ve “paçuli alkolü” de tabir edilen paçulol. Ziraatı yapılan bütün bölgeler arasında öne çıkan Açe’de yetişen bitkinin daha çok rağbet görmesinin, “Açe paçulisi”nin neredeyse bir marka hâline gelmesinin sebebi de zaten oradaki bitkilerin daha yaprak hâlindeyken dahi paçulol içeriğinin %30, hatta onun da üzerine çıkan hatırı sayılır bir oranda yer alması.

    Paçulinin içindeki paçulol’un esas işlevi ve bitkideki varlık sebebi biz insanlara hoş kokmak değil elbette. Başka, daha önemli bir fonksiyonu var ve bizler esasen o fonksiyonun yan etkisi veya tali hasılatı olarak duyumsanan kokusuna meftun hâle gelmişiz. Yetiştiği bölgede kendisine zarar veren uçucu böceklere veya tam tersi, toprak altından tehdit eden termitlere karşı savunma görevini üstleniyor, bitkiyi onların saldırılarından koruyor. Bu nedenle bölge halkı kadim zamanlardan beri paçuliyi sineksavar veya böceksavar olarak kullanıyor. Kimi zaman tütsüsünü yakıyorlar, kimi zaman bizim naftalin kullanmamıza benzer hâllerde bu özelliğinden istifade ediyorlar.

    Ticari hayatın bugünkü kadar hızlı olmadığı, malların kervanlarla günler, hatta aylar boyu seyahat ettiği dönemlerde belli bazı imalat emtiası hammaddelerinin yetiştiği bölgelerle eşleşiyorlar. İpek nerede yetişiyorsa ipek kumaşçılığı da orada gelişiyor. Pamuk ziraatı nerelerde varsa pamuk dokumacılığı da oralarda ana geçim kaynağı hâline geliyor. Üretim yerelde hammadde teminine bağlı iken bitmiş malların hareketlerinde elbette bir kısıt söz konusu değil. Yani Japonya’daki ipek kumaş, doğru aracıyı bulması hâlinde, kendini Hollanda veya İngiltere’de bir malikânenin giyinme odasında bulabiliyor. Ne var ki bu yolculuklar bugünkü gibi süratli ve mahfuz şartlar altında değil, zor hava koşullarında, aşırı soğuk veya aşırı sıcaklarda günlerce haftalarca yapılan seferler sonucunda gerçekleşiyorlar.

    Karadan veya deniz yolu ile yapılan bu sevkiyatlarda elbette pek çok tehlike var. Mal kıymetliyse kervan baskına uğrayabilir veya gemiye korsan saldırabilir. Haydi, bunun önlemini kendi savunma ekibinizi kurarak, silahlanarak aldınız diyelim, insan dışı saldırılara karşı ne yapacaksınız? Bir soylu veya zenginin evinde kullanılmak üzere yola çıkmış o nadide doku ve renklerdeki ipekler, kaşmirler, incecik pamuklular, güveden ve diğer haşerattan nasıl korunacaklar?

    Soyluların ve zenginlerin kokusu
    Bahsedilen kıymetli hammaddelerin yetiştiği, o hammaddelerle kumaşların dokunduğu bölgelere yakın yerde konumlanmış paçuli tarlaları, işte bu soruna çözüm oluyorlar. Mallar yola çıkmadan önce bu tip haşerata karşı etkisi bilinen paçuli yapraklarına sarılıyor kumaşlar. Yaprak boyu küçük kaldığında ise kumaşların istiflendikleri sandıkların içine üçer-beşer atılıyorlar. Tabii ki o zamanlar paçulol nedir, kimyasal yapısı nasıl ve nelerden oluşur, bunlar bilinmiyor, ama görünen köy de kılavuz istemez, paçuli yaprağının olduğu yere bu tip haşerat yanaşamıyor. Bu sayede tüccar malını koruyor, müşteri sağlam kumaşa kavuşuyor.

    Ne var ki paçuli yapraklarının da dâhil edildiği bu yolculuk, nakledilen malların üzerinde bir küçük iz bırakıyor: kumaşlara sinen paçuli kokusu. Kolayla da çıkmıyor bu koku; ayrılmaz bir parça, bir nevi mütemmim cüz gibi yapışıyor, kalıyor kumaşa. O kumaştan ne dikilirse dikilsin, dikilen neyi örterse örtsün veya kim tarafından giyilirse giyilsin, dışa doğru difüze eden paçuli kokusu da ona dair algının bir parçası hâline geliyor.

    Zamanla bu kokunun duyumsandığı kumaşların ithal mal olduğu söylenmeden anlaşılır hâle geliyor, paçuli kokusu da ithal olan, yani erişimi ve ulaşımı zor olanın, ayrıcalıklı lüksün temsilcisi oluveriyor. Oraya ait olmayanın, hep egzotik bir anlam taşıyan Doğu’nun simgesi oluveriyor. Bu olgu yaygınlaştıkça paçuli kokmayan kumaşın otantikliğine, gerçekten ithal edilmiş kumaş olduğuna alıcıları ikna etmek zorlaşıyor. Öyle ki, yerel kumaş üreticileri kendi kumaşlarını paçuli kokutmaya, böylece de alıcılarda “lüks”e dair bir izlenim yaratarak kârlarını arttırmanın yollarını aramaya başlıyorlar.

    Eh, yaprakların kumaş gibi Hint’ten, Çin’den ayrı sevk edilecek hâli yok, astarı yüzünden pahalıya gelir; akıllara hemen aynı kokuyu çok daha az yükle verebilecek olan özyağ geliyor. Kumaşların üzerine sinen kokusundan sonra paçuli bu sefer de demir kazanlarda damıtılarak özyağ formunda Avrupa kentlerindeki zengin esans üreticilerinin mal çeşitleri arasında yer almaya başlıyor. Hedef kumaşları kokulandırmak olsa da elbette onun ile sınırlı kalmıyor, ilginç koku profili nedeniyle parfümörlerin atölyelerine giriyor ve nihayetinde paçuli dönemin parfümleri içinde tercih edilen bir içerik maddesi olarak yer bulmaya başlıyor.

    Soylular ve zenginler pek rağbet ediyorlar, pek bir itibar görüyor paçuli parfümleri, ta ki koku profilinin çekim gücü hiç akla getirilmeyen bir alıcı kitlesi bulana, hayat kadınları tarafından fark edilene kadar. Yapay aydınlatma ve sistemli sokak ışıklandırmasının yaygınlaşmadığı dönemlerde bu meslek erbabı kendini belli edebilmek için görsellik dışında uyarıcılara ihtiyaç duyuyor. Müşteriyi bağır bağır çağıracak hâlleri de yok, ama koku öyle mi, yakına geldiğinizde burun tarafından sessizce fark ediliveriyor. Farklı coğrafyalarda farklı kokular öne çıkıyor bu maksatla. Bir dönem misk, bir dönem neroli ile bu ihtiyacı karşılıyorlar ve sonunda sıra paçuliye geliyor. Şimdi belki diyeceksiniz ki, “Eh kullanırlarsa kullansınlar, o yaşam tarzı bizden uzak olduğu sürece ne sorun olabilir?” Gelin görün ki öyle olmuyor işte. Neden? Anlatayım.

    “Düşük hayat formlarının parfümü”
    Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde veya bizce bilinen kısa ismiyle Oscar Wilde İrlandalı bir şair ve oyun yazarı. Kısa, ama süresiyle ters orantılı hareketlilikte bir yaşam süren Wilde, 46 yaşında ölüyor. 46 yıl içinde ileriki nesillere pek çok yazılı eser bırakıyor. Bunların içinde belki de en ünlüsü 36 yaşındayken kaleme aldığı Dorian Gray’in Portresi isimli roman oluyor. Etik yargılar ve insanın kendini beğenme psişesi üzerine bir felsefi tartışma olarak da yorumlanabilecek bu roman ilk başta kitap olarak değil, dergi tefrikası olarak yayınlanıyor. Çok tepki çekiyor, üzerine tartışmalar kopuyor. Lippincot’s Monthly Magazine isimli dergide 1890 yılında yayımlanan ilk metin daha sonra gelen tepki ve eleştiriler de göz önüne alınarak biraz değiştiriliyor ve ancak öyle bir kitap olabilecek uzunluğa getiriliyor. Bir yıl sonra da kitap olarak piyasaya çıkıyor. Oyun yazarı ve şair olarak bilinen Wilde’ın tek romanı da bu oluyor zaten.

    Dergide 13 bölüm olarak yayımlanan Dorian Gray’in Portresi aslında yazarın gönderdiği metinden 500 kelime sansürlenerek basılıyor, yani kitaba dönüşürken yaşadığı değişikliklerin öncesinde de bir düzeltme söz konusu. Fazlaca sansasyonel içeriği nedeniyle bir nebze olsun toplumsal normlara uyabilmek için sürekli müdahaleler yapılan bu metindeki sayısız düzeltmeden bir tanesinin de paçuli ile ilgili olduğunu öğrenmek, sanıyorum ki sizleri şaşırtmayacaktır.

    Editör, metinde bir kadın karakterin kullandığı paçuli parfümüne “Bu kokudan bahsetmek ahlaki olarak uygun düşmez, bu koku düşük hayat formlarının parfümüdür.” gerekçesiyle itiraz ediyor ve metinde geçen “… yağmurda kalmış bir cennetkuşuna benzeyen karısı hızla kapıdan çıkıp arkasında hafif bir paçuli esansı kokusu bırakarak gittikten sonra kapıyı kapattı.” cümlesi kitapta “… yağmurda kalmış bir cennetkuşuna benzeyen karısı hızla kapıdan çıkıp arkasında hafif bir frangipani esansı kokusu bırakarak gittikten sonra kapıyı kapattı.” olarak değiştiriliyor.

    Frangipani yani Plumeria rubra, paçuli ile mukayese edildiğinde çok daha tatlı kokan, bizde “Hint Mabet Ağacı”, Kıbrıs’ta ise “fitne çiçeği” diye bilinen hoş kokulu bir çiçek. İsmini, söylentiye göre bu çiçek kullanarak yapılmış bir eldiven kokulandırma parfümüyle özdeşleşen Romalı bir soylu aileden, Frangipani’lerden alıyor. Uzatmayayım, bizim işimiz Frangipani çiçeği veya aynı isimli Romalı ailenin Vatikan ile Kutsal Roma Germen İmparatorluğu arasındaki iktidar mücadelelerinde aldığı rolleri incelemek değil, bu çiçeğin koku ve isim olarak üzerinde oluşmuş menfi anlam nedeniyle paçuliyi edebiyat tarihinin önemli kitaplarından birinin ilk baskısından nasıl kesip çıkartarak yerine geçtiği ile ilgili.

    “Çiçek çocuklar” ve “tefarik”
    Ama bitmedi macera elbette, daha devam edeceğiz. Tarihte uzun bir sıçrama yapıp 1960’ların sonuna, hatta az daha yakına, 1970’lerin San Francisco’suna geldiğimizde bir kez daha karşımıza çıkıyor paçuli. Bu kez dönemin yaygın akımı olan “çiçek çocuklar”, yani hippie’lerin içtikleri esrar kokusunu bastırmak, madde kullanımlarını gizlemek için yaktıkları paçuli tütsüleri ile karşılaşıyoruz. Esrarın, yani kenevirin yakıldığında dumanıyla beraber ortama saldığı kendine has kokunun suç olan bu eylemi gizlemeyi imkânsız kılması, kullanıcıları farklı tedbirler aramaya itiyor. Koku duyusu görselliğe benzemiyor zira, halının altına süpürüp saklayamıyorsunuz; kaçınılmaz bir uyaran olarak havada kalıyor, gizlenemiyor.

    Bahsedilen durumlarda en sık başvurulan tedbir ise güçlü kokusu nedeniyle paçuli tütsüleri yakmak, farklı bir kokuyla baskılamak. Ne var ki bu uygulama o kadar yaygınlaşıyor ki insanlar (ve elbette polisler) esrar kokusunu değil de paçuli kokusunu duyduklarında orada az önce ne işler çevrildiğini hemen anlamaya başlıyorlar. Tabii ki bununla sınırlı kalmıyor paçuli kokusunun duyumsandığı nüfus. Vietnam savaşının ABD kamuoyunda sebep olduğu infialle harekete geçen ve yeniden Doğu’yu keşfe çıkan genç Amerikalı nesil, bu keşfi fiilen ve fiziken yapamasa dahi Doğulu olan şeylere temayül göstererek, kıyafet, müzik ve sair kültürel unsurlarda o yana doğru gitmeye çalışarak gerçekleştirme çabası içine giriyor. Paçuli de meyledilen Doğu’nun simgelerinden biri oluyor bu dönemde ve etiketinin üzerindeki “oryantal” ibaresi biraz daha belirginleşiyor.

    Gene tekrar edelim, elimizde bir bitki var, yani kaynak sabit, ama şu kadarcık bir metinde dört birbirine zıt kullanımına şahit olduk. Haşerat ilacı ile başladı, lüks hayatı temsil eden parfüme dönüştü, oradan da ahlaken sorgulanan bir koku hâline gelip buna yönelik algısı nedeniyle yazılı bir eserde sansüre uğradı. Ve nihayet oryantal bir koku imgesine dönüştü. Emin olun bu örneklerin sayısını arttırmakta hiç zorlanmayız. Üstelik bunu mahallî örnekler üzerinden de yapabiliriz. Çok merak edenler paçulinin zaman zaman bizde kullanılan ismi olan “tefarik” kelimesini arama motoruna girip gelen sonuçlara bakabilirler, eminim farklı anlam yüklenen sayfalar ile karşılaşacaklardır.

    Benim işim, hangi kullanımın doğru olduğunu söylemek değil. Zaten görüyoruz ki farklı zamanlarda ve farklı kültürlerde aynı organ, yani koklama organımız tek bir kokuyu farklı farklı şekillerde algılayabiliyor. Bunlardan birine doğru veya yanlış diyebilmek için de bahsedilen kültürlerin ya içinden ya da dışından yani sabit olmayan bir bağlam silsilesiyle bakmamız gerekiyor. Bu söylediğim biraz karışık gelmiş olabilir, müsaadeniz olursa ne dediğimi, nasıl koku aldığımızı izah ederek açıklamaya çalışayım.

    Neden bu kadar hayati?
    Efendim, koku elle tutulamıyor, gözle görülemiyor, kulakla işitilemiyor. Gelin görün ki diğer duyularımıza bu sinyalleri vermiyor olması kokuyu sanılanın aksine soyut bir duyu yapmıyor. Bilakis, koku alma hâlimiz son derece somut birtakım işlemlerin doğru sıra ile birbirini takip etmesi sonucu gerçekleşiyor. Öncelikle ilk gerek şu ki ortamda uçucu koku moleküllerinin mevcut olması lazım. Kokuyor dediğimiz her şey moleküllerden oluşuyor zira. Biz her ne kadar kokuları “tek bir şey” gibiymişlercesine düşünsek de gerçek böyle değil. Gül dediğimizde mesela tek bir isim telaffuz ediyoruz belki ama o ismin kimyasal muhteviyatı 550 farklı molekülden oluşuyor. Çilek dediğimizde 350 molekül, kavrulmuş kahve dediğimizde 900 küsur molekülün belirli bir oranda bir araya gelmesini kastediyoruz.

    Bu moleküller illa ki uçucu olmak durumundalar (uçucu olmayanlara “sabit” ismi veriliyor, “kayısı çekirdeği yağı” gibi sabit yağ örneklerinde olduğu gibi) ve burun içi veya ağız içi sıvılarımızda da çözülebilmeliler, yoksa koku anlamında bir şey ifade etmiyorlar. Hülasa, molekül yoksa koku yok ama biz kokuların moleküler yapılarına aşina değiliz. Gül örneğinden devam edersek fenil etil alkol veya geraniyol’ü bilmiyoruz, oluşturdukları toplamı, yani gül kokusunu biliyoruz. Bu molekül isimleri sizi ürkütmesin, her an her yerde varlar, mesela paçulinin içinde yer alan paçulol de böyle bir uçucu koku molekülü.

    İkinci gerek olarak o uçucu koku molekülünü burnumuzun iç-üst yüzeyinde yer alan reseptörlere taşıyacak hava akımının kesintisiz olarak mevcut olması lazım. Nezle, polip, deviasyon gibi problemler mesela, bu hava akımında kesintilere yol açıyorlar. Bu kesintiler moleküllerin reseptörlerle buluşmasını engelliyor. Bu durumda da koku alma olayımız gerçekleşememiş oluyor. Üstelik bu hava ile molekülün buruna taşınma olayı en hayati işlevimizle eşleşiyor, zira biz nefes aldıkça ve verdikçe oluşan hava akımları sadece koku almamıza yaramıyor, hayatımızı da o şekilde sürdürüyoruz. Dolayısıyla her nefes almamız pratik anlamda ortamdaki kokuyu duyumsamamız manasına geliyor ve günde yaklaşık 23.000 kere koklama yapıyoruz.

    Keza bundan sebep “kaçınılmaz bir uyaran” tabirini kullandım az önce. Göz kapamaya ya da kulak tıkamaya benzemiyor çünkü, nefessiz kalıveriyorsunuz koku uyarısından kaçmak istediğinizde. “Acaba ne önemi var ki bu kadar hayati bir şeyle, solumayla eşleşmiş koku duyumuz?” diye düşündüğümüzde ise daha önce farkında olmadığımız bir dünya çıkıyor karşımıza. Tehlikeden kaçabilmekten tutun yiyeceğe erişebilmeye, doğru biyolojik eşleşme yapabilmekten mutfakta yanan yemeği fark etmeye kadar pek çok alanda aslında pek farkında olmadığımız, hatta yeri geldiğinde yok saydığımız koku duyusunun başrole oturmuş olduğunu görüyoruz.

    Evet, gelelim üçüncü gereğe: Reseptörlerimizin kendilerine ulaşan koku moleküllerini bir nevi elektrik sinyali gibi ilettikleri ilgili beyin bölgesinin herhangi bir sorun olmadan çalışabilmesi. Burası çok önemli, çünkü, eğer varsa, sanılanın aksine soyutluğun, elle tutulamama veya gözle görülememede değil, esas burada oluşabilme şansı var. Koku duyumuzun beynimizde işlendiği bölgeye limbik sistem diyoruz ve çok bileşenli bir alandan bahsediyoruz. Limbik sistem sadece koku duyumuza gelen sinyalleri işlemiyor, aynı zamanda duygularımız ve hafızamız da burada işleniyor. Bu nedenle bir kokunun hafızadaki ilk kaydı nasıl bir duygu ile beraber kayıt altına alındıysa, o kayıt ve duygu eşleşmesi neredeyse ömrümüz boyunca (sert bir travma yaşanmaması hâlinde) bizimle beraber yaşıyor.

    Burun değil beyin
    Bütün duyular gibi kokuda da gelen uyarıyı “biz” yorumluyoruz; “bizim beynimiz”. Bu anlamda gelen kokuya dair kafamızda oluşturduğumuz kişisel değerlendirme işlemi beynimizin o uyarıyı hangi bağlam içinde karşıladığı ile ilgili oluyor. Bir başka deyişle kokuların üzerlerinde sabit etiketler mevcut değil, o etiketleri biz yazıp takıyoruz onlara. Bundan sebep zaten, aynı paçuli, üstelik aynı koku alma mekanizmaları içinde, ama farklı zaman ve kültürlerde birbirine zıt anlamlara bürünebiliyor.

    Çok ayaklı bir yapı olan algının bütüncüllüğünü düşündüğümüzde tam da bu noktada kokuyu aslında burnumuzla değil beynimizle alıyoruz diyebiliriz. Söz konusu koku olduğunda, kişisel veya toplumsal, onlara dair yargılarımız kültürel oluyorlar, biyolojik değil. Sabit değiller, değişiyorlar. Tat gibi değil kokular, “Şekerli şeyleri seveceğiz, bitter acı şeylerden uzak duracağız.” gibi önceden yüklenmiş anlamlar taşımıyorlar.

    Aslında bunu anlayabilmek için illa paçuli gibi nispeten istisnai bir örneğe müracaat etmek gerekmiyor. Çok daha basit şeyler de bize kokunun içinde algılandığı bağlamın değerlendirmemiz üzerindeki etki ve önemini anlatmaya yetebiliyor. Gündelik hayattan basit bir örnek verelim o zaman ve diyelim ki, karnımız acıktı, işi de uzatmak istemiyoruz, alelacele bir makarna pişireceğiz. Temelde karnımızı doyurmaya niyetlenmemize rağmen yediğimizden alacağımız keyfi de devre dışında bırakmak istemiyor, bu makarnanın üzerine bir domates sosu da güzel gider diye düşünüyoruz. İtalyanların hamur işi sosları meşhurdur diyerek onların tarzında bir domates sosu yapmaya meylettiğimizde işin içine kaçınılmaz olarak sarımsak da girecek. Sarımsağı domates sosunu yapacağımız kaba koymadan önce mutfak tezgâhı veya kesme tahtasının üzerinde bıçağın tersiyle bastırarak çıtlattığımızda hemen duyumsanan karakteristik kokusu ağzımızı sulandırıyor (Bu da gayet normal, zira karnımızın aç olduğu dönemlerde duyumsadığımız yiyecek kokuları vücut kimyamızı değiştiriyor, hazım ve yutak sıvılarımızı hareketlendirerek bizi gelmesi muhtemel öğüne hazırlıyorlar). Vücudumuzun ihtiyacı olan besini temin etmenin ötesine geçip alacağımız keyifli lezzeti tahayyül etmeye başlıyoruz. Bu an itibarıyla artık o ezilmiş sarımsağın kokusu yemeğimizin içerik malzemesi olmanın ötesine geçmiş, bizim için bir haz kaynağına dönüşmüş durumda.

    Ne var ki eğer biz sarımsak yemediysek, aynı sarımsağın kokusunu başka bir ortamdayken en yakınımız, en sevdiğimiz dahi olsa, birisinin ağzında, nefesinde duyumsamak istemiyoruz. İtici geliyor, gayri iradi olarak yüzümüzü buruşturuyoruz. Diyelim ki makarnayı öğlen saatinde yaptık, nefesteki kokuyu da akşam saati sohbet ederken eşimizin, ebeveyn veya çocuğumuzun nefesinde hissettik. Aynı baş sarımsağın dişleri, aynı insanın burnu ve algı mekanizmaları. Ne değişiyor da hoşlanmak ile hoşlanmamak arasındaki bu zıt yolculuğu yapıveriyoruz? Değişen tek şey kokunun bize sunulduğu bağlam oluyor. Bu manada sarımsak zihnimizde yemekle eşleşiyor ama yakın bir insanın nefes kokusuyla asla eşleşmiyor.

    Paçuliden uzun bir giriş yaptık, koku algısının nasıl çalıştığına değinerek sarımsağa kadar geldik. Örnekler sayısız, bakış açıları da onlardan az kalmıyor. Belki de artık daha fazla vaktinizi almadan yazıyı bir ana fikre bağlamakta, son sözü sosyal antropolog Kate Fox’a bırakmakta ve kaleme aldığı The Smell Report’un (Koku Raporu) giriş cümlesini buraya aktarmakta fayda var:

    “Koku, sadece biyolojik ve psikolojik bir deneyim değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir olgudur.”