ÇOK DUYUMLU ALGI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Keith A. Wilson*

    Gözlerinizi kapatın ve sonra parmağınızla burnunuzun ucuna dokunun. Basit, değil mi? Ama bunu nasıl yaptınız? Bilhassa, beş duyunun hangilerini kullandınız? Dokunma tabii ki devreye giriyor ancak sadece parmak ucunuzun burnunuzla temas ettiğini hissettiğinizde. Bunun öncesinde iç-algı [proprioception] diye bilinen ilave bir duyu kullanıyordunuz. Kaslarınızın içindeki özel alıcılar, siz göremeseniz bile ve başka nesnelerle temas hâlinde olmasanız bile, bedeninizin şekillenmesini hissetmenizi sağlar. (Kollarınızı gererek ve sallayarak bunun nasıl hissettirdiğine dair bir duyu oluşturabilirsiniz.)

    Aslında, iç-algı, standart beş duyunun —görme, duyma, dokunma, tatma ve koklama— ötesindeki duyu sunucularından sadece biridir, ona sahip olduğunuzu muhtemelen hissetmezsiniz bile. Denge de bir diğeridir. Karanlıkta dik durmayı nasıl beceririz ya da tek ayağımız üzerinde durmayı? Cevabı basit: Her kulağın içine yerleşmiş sıvı dolu minik yapıları kullanıp yerçekimi yönünü duyumlarız. Hareket ettiğimizde, sıvı hareketi, minik kıl hücrelerini beyne sinyal göndermeye zorlar, böylece durum ve yönelimimizi korumayı başarırız. İç-algı ve beden hareketlerimize dair farkındalık, yahut kinaesthesis, ile birlikte denge hissi, duruşumuzu hiç durmadan düzeltmemizi ve iyi ayarlamamızı sağlar ki düşmeyelim. Bunların hepsi de hiç çaba harcamadan devamlı gerçekleşir, bunun hakkında düşünmeyiz bile, belki de bu yüzden bu ilave duyuların varlığı genelde fark edilmez — en azından bu duyular yalpalayana kadar.

    Eğer iç kulak iltihaplanırsa, beden hareketsiz olduğunda bile, kıl hücreleri hatalı sinyaller göndermeye başlayabilir. Beyin o zaman bu sinyalleri hareketin işaretçisi olarak yorumlar, yanıltan dönme duyumları yahut vertigo üretir. Çok alkol tüketilince de benzer bir şey olur; beden hareketlerini kontrol etmeyi ve koordinasyonu zorlaştırır. Hareket duyuları seyahat hastalığına da sebep olabilir; örneğin, bir arabayla giderken hissettiğiniz hareketler, gördüğünüz çevrenin görece sabitliğiyle eşleşmez. Hatta beyin sabit harekete kendini ayarlamış olsa bile yanıltıcı hareket duyuları baki kalır. Uzun bir gemi yolculuğundan sonra, karaya çıkmış olsanız da, zemin sanki hâlâ hareket ediyor gibi gelebilir.

    Bu örneklerin de gösterdiği üzere, görme, duyma, dokunma, tatma ve koklama ile yapılan geleneksel sınıflamadan çok daha muhtelif ve çeşitlidir bizim duyularımız. Peki, iç-algı, denge ve kinaesthesis, diğerlerinin yanında ilave duyular olarak tasavvur edilmeli mi? Edilmeliyse gerçekte kaç duyumuz olduğunu nasıl anlayacağız?

    Duyular ve Duyu Organları
    Beş duyumuz olduğu fikri Aristoteles’e kadar geri gider, ne de olsa kendisi bu duyuları sistemli bir şekilde inceleyen ilk filozoflardan biriydi. Artık itibari [conventional] bir bilgi hâlini almış olsa da birçok bilim insanı ve filozof bu fikrin modası geçmiş ve geçersiz olduğunu söyleyecektir. Hakikaten de bu soruya çok farklı cevaplar vermişlerdir; bazıları sadece üç (algılayabileceğimiz fiziksel enerjinin farklı türlerinin sayısı), bazıları da 33 ya da daha fazla duyumuz olduğunu söyler. Belki de şaşırtıcı bir şekilde mesele tartışılmaya devam ediyor, çünkü neye “duyu” diyebileceğimiz henüz tam manasıyla açık değil. Örneğin, açlığı, susuzluğu ya da yorgunluğu dâhil etmeli miyiz? Peki ya ısı, basınç, doku ve acı? Bunlar normalde “dokunma” başlığı altında sınıflanır, ama kendi başlarına ayrı duyular olarak da görülebilirler. Nihayetinde, bir nesnenin sıcak olduğunu hissetmek için onun yüzeyine dokunmamız gerekmez. Örneğin, güneşin saçtığı kızılötesi ışımayı algıladığımızda onun sıcaklığını hissedebiliriz.

    Duyuları teşhis etmenin bir yolu, kullandıkları organlar vasıtasıyla olur: Görme gözleri kullanır, duyma kulakları, koklama burnu, vs. Dokunmaya bazı farklı duyulardan ziyade tek bir birleşik duyu olarak bakmamızın sebeplerinden biri, temas duyularının her bir farklı çeşidinin tek bir organ tarafından yani ten tarafından algılanmasıdır. Ama şimdi biliyoruz ki düşük ya da yüksek ısı, basınç, doku, acı ve kaşınma duyumları, tendeki farklı tür alıcıların harekete geçmesini gerektirir. Alıcı türlerine göre duyuları sayarsak o zaman beşten oldukça fazla çıkacaklardır. Denge durumunda bunun önemi ortaya çıkar; ilgili alıcılar kulak içinde bulunuyor olsa da, denge duymanın bir kısmı gibi görünmez, çünkü seslerin algılanmasıyla alakasızdır. Daha ziyade, yönelimi ve hızlanmayı algılayan vestibüler sistem, kulak içine yerleşiveren ilgili alıcıları kullanır.

    İnsanın görme yetisi ise dört farklı tür alıcı içerir: Bunlardan üçü, farklı renkleri algılıyor, dördüncüsü de tek renkli bir alıcı ve düşük ışıklı görmede kullanılıyor, gece vakti renkleri ayrı ayrı söylemek bu sebeple bu kadar zor olabiliyor. Bununla birlikte, görünür nesnelerin sadece rengine ve parlaklığına değil, aynı zamanda şekline, uzaklığına, dokusuna ve yönelimine de duyarlıyız. Hâliyle, dokunma gibi, görme de çok farklı özelliklere sahip bir algıyı içeriyor, her ne kadar her bir özelliğe has bir dış organ olmasa da. Aksine, sinir sistemimizin ve beynin işleyip sentezlediği görme bilgisi, retinamıza düşen ışığın kalıplarını temel alıp karmaşık görsel sahneleri anlamlandırmamızı sağlıyor. Aynı şekilde, duyma da kulak zarlarımıza ulaşan ince titreşimleri temel alır ve çok çeşitli sesleri tanıyıp ayırt etmemize imkân tanır. Psikolog Albert Bregman, kulak kanallarını bir gölün kenarına açılmış iki küçük kanala ve su dalgalarını da ses dalgalarına benzetir: Her bir kanalın ortasına bir mendil gerilmiş ve kanalın köşelerine kadar çekilmiş olsun. Gölün dalgaları kanalın içine girdikçe mendilleri oynatsın, siz de göl yüzeyi üzerinde dalgalanan nesnelerin türlerini, konumlarını ve hareketlerini sadece mendilin hareketlerine bakıp cevaplayın, yani görünürde imkânsız bir görev.

    Algının Nesnelliği
    Yukardaki örneklerin gösterdiği üzere, bir şeyi anlamlı kılmak istiyorsak duyum bilgisi için sırf alıcılıktan fazlası gerekiyor. Aristoteles’ten beri filozoflar, algılayabildikleri dünyadaki şeylerin türlerine göre duyuları sınıflamaya çalıştılar. Örneğin görme, elektromanyetik ışımanın bir formu olan görünür ışığı algılar. Duyma, havadaki ya da başka bir ortamdaki titreşimleri algılar, vs. şekil gibi bazı özellikler, iki ya da daha fazla duyu (bu durumda görme ve dokunma) aracılığıyla algılanır. Fakat, ortaya çıkan tecrübe, yani örneğin bir bardağı görmek ve hissetmek, çok farklıdır, ve bunları karıştırmak imkânsız olmasa da zordur. Bununla birlikte, duyu olarak tanımlanmak için, ortaya çıkan duyumlar, nesnel dünyanın bazı açılarının algısını sağlamalı. Böylece duyularımız tamamen öznel duygulardan ve teessürlerden ayrışır; örneğin sevinç ve hüzün, dünyayı bize doğrudan açan değil de dünyada ya da zihinlerimizde gerçekleşen şeylere cevap mahiyetinde nitelense daha iyi olur (Gerçi bu ikisini birbirine karıştırmaya da bazen meyyal oluyoruz).

    Duyu algısının nesnelliğini vurgulayan bir başka olgu da algı tecrübesinin birçok farklı şekilde bir nesnenin aynı özelliklerini sunmasıdır. Örneğin, madeni bir para, tepeden bakıldığında yuvarlak görünür ama belirli bir açıdan bakıldığında oval görünür. Ama, çevirdiğimizde, madeni para şekil değiştirmiş gibi görünmez. Daha ziyade, değişmiş görünen şey bizim paraya dair perspektifimizdir. Aynı şekilde beyaz bir kâğıt da tam gün ışığında bakıldığında ışığın farklı dalga boylarını yansıtır, ama akşamüzeri ya da yapay ışık altında bakıldığında daha sarımsı bir tonu vardır. Fakat her iki durumda da kâğıdın yüzeyi, değişen aydınlatma koşullarına rağmen, eşit oranda beyaz görünür. Bir nesnenin kendi değişmeden bizim o nesnenin özelliklerini farklı koşullar altında teşhis edip izleyebilmemize psikologlar algısal istikrar derler, ve birçoğuna göre bu, duyu algısını tanımlayan bir niteliktir.

    Modlar Arası ve Çok Duyumlu Algı
    Dolayısıyla, her duyuda (1) uygun bir duyu organı ya da alıcı türü, (2) dünyanın algılanan belirli bir tür şeyi ya da özelliği (3) farklı formda bir duyum ve (4) algısal istikrar ihtimali mi bulunur? Hemen hemen, ama tam değil. Şu örneğe bakın. Kalkıştan önce bir uçağın kabininin içinde oturuyorsunuz. Dümdüz bakıyorsunuz ve pencereden dışarıyı göremiyorsunuz çünkü sis var. Uçak alanda hareketsiz kaldığı sürece ya da kalkış için piste doğru ilerlemeye başladığında, kabin içeriden tamamen düz görünür ki öyledir zaten. Ancak, motorlara tam güç verildiğinde ve uçak hızlanmaya başladığında, tekerlekler henüz zemini terk etmeden, kabin yukarı doğru meyilli görünür. Kalktıktan sonra, yükselirken de kabin gerçekte olduğundan daha dik açıyla görünür. Böyle modlar arası bir yanılsamalar ihtimali, duyular arasına belirli bir hat çekilemeyeceğini söyler bize.

    Uçak yanılsamasının gerçekleşmesinin sebebi, dengeden sorumlu vestibüler sistemin yerçekimi ve hızlanma arasında ayrım yapamamasıdır, çünkü bunların ikisi de dengeyi tam manasıyla aynı şekilde etkiler. Daha fazla bilgi olmadığında — örneğin pencereden dışarı bakmak mümkün olmadığında — beyin uçağın hızlanmasını yanlış yorumlar ve yerçekimi yönünde bir değişim olduğunu sanır, nihayetinde görünürde bir eğim değişimi olur. Ancak, bu ve bunun gibi diğer durumlarda dikkat çeken şey, tek bir duyum modunda — ki bu durumda görme— bir tecrübenin başka bir “duyu”dan yani denge ve hızlanmadan gelen bilgiden etkilenmesidir. Hatta, yanılma unsuru olmasa bile, gözlerden aldığınız bilgi değişmemişse (hareketsiz oturduğunuzu ve dümdüz karşıya baktığınızı varsayalım) kabin içi, kalkış esnasında yukarı meylediyor gibi görünür. Hâliyle, vestibüler bilgideki bir değişimin sonucu olarak görsel bir fark tecrübe ederiz. Tam tersi bir yanılma da hareketsiz bir trende otururken bitişik platformdaki tren hareket ettiğinde yaşanır, çünkü ters yönde yanıltıcı bir hareket hissi yaratır. Burada, saf bir görsel değişim görünürde bir hareket hissine neden olur.

    Koku ya da koklama duyusu da başka ilginç bir örnektir. Koklama duyusu yalnızca koku almaya yani burun vasıtasıyla kokuları çekmeye yaramaz, aynı zamanda ağızla yemek ve içecekleri tatmaya yani lezzet algısına da yarar, ki biz bu fikre zaten alışığız. İşte bu sebeple soğuk aldığımızda ya da nezle olduğumuzda yemek ve içeceklerin tadı bozulur. Esasında tatma, az miktarda temel tattan oluşur: tatlı, ekşi, acı, tuzlu, lezzetli ve belki yağlı ve metalik (son ikisi hâlâ belirsizliğini koruyor). Bu temel tatların her biri, dil yüzeyindeki özel alıcılarla algılanır. Aslında, soğuk aldığımızda, bu temel tatların algısı tesirsiz kalır. Geniz yollarındaki hava akışının düşmesinden etkilenen, koklama yeteneğimizdir. Lezzet algısının temel bir unsuru koklamaya bağlı olduğundan, yemeklerdeki “tat” ya da daha ziyade lezzet çok fazla düşer.

    Bunu kendi başınıza deneyebilirsiniz: Burnunuzu kapatın ve sonra meyveli bir şekerleme çiğnemeye başlayın. Koklama unsuru olmadığında sadece tatlılığı tadarsınız, daha fazlasını değil, tıpkı soğuk aldığınızda olduğu gibi. Ama tekrar havanın dolaşmasına izin verdiğinizde bir lezzet patlaması olur ve tatlılığın portakal mı, çilek mi yoksa elma mı olduğunu size söyler. Fakat biz lezzeti koklamadan ziyade tatma duyusunun ürünü olarak düşünürüz. Bunun bir sebebi tattığımız şeylerin ağzımızda olması. İşte o zaman ilgili koku duyuları, kokuların algılandığı buruna değil de dokunma duyumuzla da hissettiğimiz yeme ve içme yerine “havale edilir” ya da bağlanır. Tatma ve koklama öyle iç içe geçer ki nihai lezzetin hangi unsurunun hangi duyu organından geldiği belli olmaz. “Sıcak” ve “soğuk” tatlardan sorumlu trigeminal sistem de dâhil olmak üzere başka duyu alıcılarından gelen bilgiyle birlikte çok duyumlu bir lezzet tecrübesi oluşur.

    O hâlde, koklama duyusu hem koku hem de tat algısını etkileyen ikili bir role sahip. Bu sebeple bazı filozoflar ve psikologlar bir değil iki koklama duyumuz olduğu sonucuna vardılar: biri koklamak diğeri tatmak için. Fakat bu sonuç bir karmaşa üzerine oturuyor. Uçak yanılsamasının gösterdiği üzere, görme tecrübeleri, dokunmak için birincil organ konumundaki gözlerden gelen bilginin yanında denge ve yönelimi ayarlayan vestibüler sisteme de bağlıdır. Aynı şekilde, lezzet tecrübesi de yalnızca tatmadan değil, dilden, burundan ve trigeminal sistemden gelen bilgiye bağlıdır. Bizim öylece “tat” dediğimiz şey aslında çok duyumlu görkemi dâhilinde bir lezzet algısıdır. Belli ki duyularımız ilk göründüklerinden çok daha karmaşıklar.

    Duyudan Tecrübeye
    İnsan duyumuna içkin çok duyumlu yapı, “duyu” derken kastettiğimiz şeyde önemli bir muğlaklık yaratır. Bir taraftan, duyuları fizyolojik mekanizma — gözler, kulaklar, vestibüler sistem, vs. — bağlamında düşünebiliriz; bu mekanizma, çeşitli türlerde çevresel uyaranları yani ışığı, sesi ve yerçekimi ile hızlanma güçlerini algılar. Diğer taraftan, duyum tecrübesinden ortaya çıkan türleri — görme, duyma, denge, vs. — hesaba katabiliriz, böylece çevremizde seyre çıkıp onla etkileşime geçebiliriz. Birçok durumda, bir duyu hakkında böyle iki farklı şekilde düşünme arasında birebir bir mütekabiliyet vardır — örneğin, kulaklarımızla işitiriz. Fakat, görme ve tat örneklerinin gösterdiği üzere, iki ya da daha çok fizyolojik duyum mekanizması ve ortaya çıkan tecrübe türleri arasında daha karmaşık bir ilişki var. Görme ve muhtemelen diğer bütün uzam hisleri kısmen dengeye bağlı, ve koklama da koku bilgisini kullanmanın sadece bir yolu. Tatma ve trigeminal duyularla müşterek lezzet algısı da bir başkası.

    Fizyolojik mekanizmalar ve duyum tecrübeleri arasındaki ayrımı ciddiye alırsak, ki bence almalıyız, kaç duyumuz var sorusu ikiye bölünebilir. Birincisi, farklı türde uyaranları algılamak için kaç tane fizyolojik mekanizmamız var? Gördüğümüz üzere, modern bilim ve yukarıda verilen örnekler, beşten çok daha fazla hatta belki onlarca olduğunu gösteriyor. İkincisi, bunlar kaç tane temelden farklı tecrübe türleri üretir? Burada cevap Aristoteles’in beş duyu bulunduğuna dair fikriyle çok daha uyumlu hâle geliyor, gerçi o zaman da iç-algı, denge ve beden farkındalığının diğer formlarının önemini göz ardı etmek gibi oluyor.

    Duyuları tespit etme ve onlar hakkında düşünmenin bu iki farklı yolu, birbiriyle çatışıyor gibi gözükmesin. Daha ziyade, her ikisi de bize içkin çok duyumlu tecrübeye dair kuşatıcı manzaranın önemli bir kısmını şekillendiriyor. Mekândaki konumumuz ve yönelimimizi hissetme yeteneğimiz de bunun en bariz göstergesi, çünkü diğer duyularımızın hepsi olmasa da çoğunun yaslandığı temeli muhtemelen bu yeteneğimiz şekillendiriyor. Görme, duyma ve dokunma yani fiziksel çevremizi seyre çıkmak ve keşfetmek için kullandığımız çok belirgin uzam duyularımıza ilaveten, tatma ve koklama yani kimyasal duyularımız bile şeylerin hâlihazırda nasıl olduklarını deneyimlememizi sağlar, böylece bizim mevcut konum ve yönelimimize somut göndermeler yaparlar. Dolayısıyla, lezzet algısı gibi yeni çok duyumlu tecrübe formlarına imkân vermek için birleşen tatma ve koklama gibi farklı duyum mekanizmaları arasında ilginç ilişkiler var ama bu ilişki bu duyularla sınırlı değil; denge, görme ve dokunma gibi duyular arasında da önemli ilişkiler var.

    İnsanın algı tecrübesinin çok duyumlu olması gerektiği belki de şaşırtıcı değil. Nihayetinde dünya bizim onu hissetme yeteneğimize göre bölünmüş değil. Tersine, bizim ona algı erişimimiz bölünmüş. Bununla birlikte, dünyayı karmaşık ve birleşik bir bütün olarak deneyimliyoruz, farklı duyularımızı hem tek tek hem birlikte mevzilendiriyoruz ki çevremizdeki ortamı keşfedip onla ilişki kuralım. Sonuçta, kaç tane duyumuz var sorusundan belki de daha ilginç sorular var: Bu duyular birbiriyle nasıl ilişki kuruyor, bildiğimiz ve zevk aldığımız dünyaya dair çok yönlü ve zengin bir tecrübe üretmek adına nasıl birleşip bütünleşiyorlar? Duyular yalıtılmış değil; aksine, karmaşık ve ilginç şekillerde beraber çalışıyorlar, ki bilim ve felsefe bu yolları yavaş yavaş keşfediyor.

    Gelecek sefer, yemek yemeye oturduğunuzda, bir seyahate çıktığınızda veya bir etkinlik ya da toplantıya katıldığınızda bir dakika durun ve hangi duyuları kullandığınızı düşünün bakalım. Cevap sizi şaşırtabilir.

    * Dr., Oslo Üniversitesi Felsefe, Klasikler, Sanat ve Fikirler Tarihi Bölümü.