DÜNYANIN MEVCUT HÂLİ ÜZERİNE SORUŞTURMALAR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Françoise Dastur

    Pandemi yaklaşık bir yıldır tüm gezegeni kırıp geçirirken, şu an yaşadığımız dönemde felsefe ve filozoflar gerçekten bir rol oynayabilir mi diye merak edebiliriz. Heidegger, 1966 yılında Der Spiegel dergisine verdiği röportajda “Felsefe, dünyanın şimdiki hâlini değiştirecek doğrudan bir etki üretmeye yetkin değil.” diyordu ve bence haklıydı. Günümüzde, özellikle Fransa’da, filozof, her tür güncel konuda nihai söz söylemesi istenen bir uzman gibi tasavvur ediliyor. Philosophia kavramını bulan Platon’un anladığı hâliyle filozofu tamamen unuttuk; filozof, sorular soran kişidir, sofistler gibi bilgi dağıtan kişi değil. İlk filozof Sokrates, Atina’nın sokaklarını dolaşıyordu, gördüğü herkese sorular soruyordu, bundan para da istemiyordu, ondan otuz kırk yıl sonra kinik Diogenes, sadeliğiyle meşhur oldu ve güçlü insanları umursamadı. Günümüzde kendilerine “filozof” diyenler aslında felsefe “hocası” veya akademisyenler, ve bu hâliyle çok küçük bir “varlıklı” sınıfa mensuplar; dolayısıyla, insanların büyük çoğunluğunun yerine kendilerini pek koyamayacaklarının ve bu sebeple onların yerine nihai söz söyleyecek konumda olmadıklarının farkında olmalılar.

    Bu yüzden, günümüzde filozofun yapacağı tek şey, becerisi dâhilinde olan şeylere, yani soruşturmaya, amansızca soruşturmaya devam ederek, ama çözümlere sahip olduğuna insanları inandırmadan, bilinç uyanmasına dâhil olmaktır. Hint düşünce geleneğinde bu kavrayış iyi oturmuş; orada “bilgi ve bilgelik sevgisi” yok, hakikati görme (darsana) ve ona uyanma (bodhi) var. Dünyada ne olup bittiğini düşünmek için, meditasyon (dhyâna) yoluyla günlük meşgalelerden uzaklaşmak zorunludur; meditasyon dediğimizde Batı’da Descartes ve Husserl gibi büyük filozofların kelimeye kattığı anlamdan farklı bir şey canlanmalı gözümüzde, çünkü meditasyon kişinin kendi içinde bir boşluk yaratmasıdır, bilim insanıyla aynı kefeye konan Batılı filozofun genelde imtiyazı sayılan soyut entelektüel faaliyete kendini kaptırmak değil.

    Bu nedenle, filozoftan beklenmesi gereken şey, güncel olaylar hakkında buyurgan görüşler üretmesi değil, insanlığın mevcut durumunu tanımlayan şeyler üzerinde kapsamlı tefekkür etmektir. Bu tek başına farkındalık uyandıramaz, sadece ona eşlik eder, ya da onu teşvik eder, herkeste olmasa da eve kapanan dünya nüfusunun önemli bir kısmında sonuç böyle olmuştur. En azından Fransa’da, bazı entelektüeller ve filozoflar, “bireysel özgürlükler”i ihlal ediyor diye karşı çıkmış olsalar da karantina sırf olumsuz bir tecrübe değil, hatta tam tersi. Çünkü karantinanın ilk meziyeti, gezegenin doğal kaynaklarının sınırsız biçimde aşırı sömürülmesini kısa süreliğine askıya almaktır, ki günümüzde bu sömürme bütün kıtalarda azmış durumda ve yakın bir gelecekte bizi tehdit edecek ekolojik felaketin de esas sebebi. Dünyanın birçok bölgesinde sera etkisi ve kirliliğin önemli ölçüde düştüğünü ve insanlar karantinada olduğu için hayvan türlerinin boş bırakılmış alanlardan faydalandığını biliyoruz, biyolojik çeşitlilik artık neredeyse dünyanın her bölgesinde tehlikede olsa da karantinada hayvanlar en azından soluklandılar.

    İnsanlar, hareket özgürlüklerinin bu şekilde kısıtlandığını görmüş olsalar da karantina onlara başka bir özgürlük biçimine erişme fırsatı tanıdı: İnsanın kendiyle ve dünyayla daha sahici bir ilişki kurma fırsatı. Fakat hâlihazırda şiddetle devam eden pandemi, küreselleşmeyi de güçlü biçimde sorgulattı. 1960’lardan kalma ufuk açıcı bir çalışmayı filozofların tekrar okuması için belki bir fırsattır bu, Tek Boyutlu İnsan’dan bahsediyorum, yazarı Herbert Marcuse, önce Heidegger’in öğrencisiydi, sonra Amerikalı oldu. Marcuse, bu kitabında liberal sanayinin ürettiği tek bir referansa (tek boyut) insanlığımızın indirgenmesini eleştirir, o da zaten tüketim ve standart yaşam tarzlarıdır. Avrupa’da modern zamanların başlangıcının alameti olan sanayi devrimi, insanların çoğunu ücretli işe köle etti, hatta “meslekten” filozoflar da bugün bunun bir parçasıdır. Bu devrim, 20. yüzyıldaki reklamcılığın gelişiminin de kökeninde, hani fuzuli ihtiyaçların ve böylece doğan aşırı tüketimin mucidi reklamcılık; bunun yanında, antropolog David Graeber’in haklı biçimde Palavra Meslekler dediği şeyin de kökenindedir. Batı toplumlarında işçilerin ve çalışanların çoğunun mevcut durumu böyle, lüzumsuz ve hatta bazen zararlı faaliyetler yapıyorlar. Graeber, çalışanların geçirdiği bu şiddete “ruhani şiddet” diyor, çalışanların bazıları karantina esnasında bundan haberdar oluyorlar, böylece yaptıkları işin yararsız ve hatta zararlı olduğunun farkına varıyorlar. Fakat, gelişmiş toplumlarımızda, çalışma tam da toplumsal amacından kopup kendi başına bir amaç hâline geldiği için, Adorno ve Horkheimer’ın haklı biçimde “kültür endüstrisi” dediği şeyi geliştirmek zorunlu olmuştur. Bu sayede medeniyetimiz kitle turizmini, kültürün âdet hâline gelmesini ve standart eğlence formlarını teşvik etti. Bu boş zaman medeniyetinde, herkes kendine özgü seçimler yapmakta özgür olduğunu düşünür, fakat gerçekte, Marksist filozof Louis Althusser’in eski bir öğrencisi olan Fransız filozof Dominique Lecourt’un da haklı biçimde dediği gibi, “kitlesel bir bireysellik” var. Bu da “piyasa zorbalığı”nın ve ondan kaynaklanan basmakalıp bireysel davranışın bir sonucudur.

    Fakat, esas soruşturma konusu tam da kitle turizmiyle birlikte bu boş zaman medeniyetidir. Fransız şehir planlamacısı Paul Virilio, 1970’lerde hız tutkusu derken buna işaret ediyordu. İletişim teknolojilerinin yaygınlaşması, zamanın ve mekânın kısıtlanmasına, fikirlerin standartlaşmasına ve “dünyanın büzülmesi”ne yol açtı diye açıklıyordu bu durumu. Esasında, bilgi hızındaki yükseliş, günümüzde dili kullanma şeklimizi derinden dönüştürdü, dil basit bir iletişim aracına dönüştü, öyle ki temel rolünü yani düşünce ve diyaloğun ifadesi olma rolünü artık yerine getirmiyor. Bu bakımdan, karantina faydalı bir rol oynuyor olabilir; çünkü birçok birey, var olma biçimini dönüştürmek zorunda kaldı. Çünkü karantina, bazıları için mutlak bir yalnızlıkta yaşama ve orada zamanın uzunluğunu deneyimleme anlamına geldi, böylece günümüzün zamansallığından yani düzensiz ve aceleci bir zamansallıktan bambaşka bir zamansallık deneyimine döndüler, şimdiki zamanda gerçek manada yaşama imkânı buldular. Çünkü şimdiki zaman, artık olmayanla henüz olmayan arasındaki fani bir sınır çizgisi değil sadece, kendinde bütün geçmişi barındıran ve bütün geleceğe öncülük eden esaslı bir boyuttur. İşte bu sebeple, zaman düşünürü Husserl de haklı biçimde “canlı şimdiki zaman” diyordu ve onu “ölü” şimdiki zamandan ayrıştırıyordu; çünkü ölüsü, zaman hattından soyutlanarak kesip çıkarılmış bir andan ibaret olan bir atoma indirgenebilirdi. Bir başka büyük zaman düşünürü Heidegger’in de belirttiği üzere, şimdiki zamanda bütünüyle yaşamak, insanın dünyada kapladığı alana açılmak ve bunu tereddütsüz yüklenmektir. Budizm’deki geçicilik (anytia) düşüncesi de bunu öğretir; Budizm’e göre esas mesele, meditasyon dediğimiz odaklanma gayreti sayesinde zamanla tam özdeşleşme tecrübesini yaşamaktır.

    Karantina böylece Batı toplumunun temel niteliklerinden birini teşkil eden bireyselliği sorgulamaya yol açtı, bu toplumda otonomi ve bireysel çıkar değerleri hüküm sürer, geleneksel toplumlarda ise birey, mensup olduğu gruptan ayrışabilir değildir. Heidegger’in ısrarla vurguladığı üzere, Dasein yahut varoluş, baştan beri bir Mitsein yani başkalarıyla birlikte olmaktır, işte karantina da bunu tekrar keşfetmemizi mümkün kıldı, çünkü dayanışma ve karşılıklı yardımın dirilmesiyle eş tutuldu. Hâliyle, çağdaşlarımızın çoğunun anladığı üzere, karantina ve bunun yanında maske takma ve sosyal mesafe pratikleri, hem kişisel korunmayı hem de başkalarını korumayı hedefliyor. Bunun yanında, hastane hizmetlerinden tutun da evde bakım ve çöp toplama hizmetlerine kadar genelde ikincil derecede önemli olduğu düşünülen işlerin yeniden değerlendirilmesini ve yenilenmesini de sağladı, ki bunlar olmadan hiçbir insan topluluğu varlığını sürdüremez.

    Hız tutkusunun bütün formları ve standart eğlence sayesinde çağdaşlarımızın kaçmaya çalıştığı şey işte bize özgü olan bu derin kaygıdır, yani sonluluğumuzun ve ölümlülüğümüzün sorumluluğunu alma kaygısı; buna karşın, günümüzde Silikon Vadisi’nde geliştirilen transhümanizm ideolojisinin savunduğu şey, son model bilimsel ve teknolojik keşiflerin kullanımı sayesinde insanın fiziksel ve zihinsel yetilerini sınırsızca geliştirmek ve böylece insanlığı biyolojik sınırlarından azade kılmaktır. Bir başka deyişle “ölümün ölümü”: Fransız cerrah ve yazar Laurent Alexandre, kitabına bu ismi vermişti, ölümün yakın gelecekte öleceğini söylüyor, insan da böylece Tanrı seviyesine yükselecekmiş. Fakat günümüzde ölüm hayaleti aramızda kol geziyor. Herkes virüsün bulaşmasından korkuyor; öyle ki, ölümü düşünmemek için her şeyin yapıldığı bir toplumda ölüm bilinci geri dönüyor. Pandemi bize temeldeki ölümlülüğümüzü hatırlattı. Şu an başımıza gelen her şey, ne isek o olmaya gerçekten dönüşmemizi telkin etmeli; gezegenin efendileri olmaya yetkin olduğuna şimdiye dek inanmış şu akıllı hayvanlar değil sadece, aynı zamanda ölümlüler olduğumuzu düşündürmeli. Heidegger, insanın esasında ölüm “için” var olduğunu yani ölüme yazgılı olduğunu söylemiş bu filozof, bu suretle insanları ölümlü hâle gelmeye çağırmıştır, bu çağrı da ölümsüzlük yanılsamalarına kapılmaktan vazgeçmeyi ve yeryüzünde hakkıyla yaşayıp ona özen göstermeyi içerir. Bundan maksat sadece ölümle düşüncede yüzleşmek ve ölümün gözlerinin içine bakmak değil, ölümde bir kusur değil de aksine insan varoluşunun temelini görmektir. İşte buradan hareket edersek ölüm kaygısının yaşama sevinciyle asla uyuşmaz olmadığını anlayabiliriz.

    Böylece, derinlemesine sorgulanan şey, Yunanistan kökenli büyük Fransız düşünür Kostas Axelos’un 1960’larda dillendirdiği “gezegen düşüncesi” olur, bu düşünce de Avrupa’nın 16. yüzyıldan beri yaşadığı genişlemede kaynağını bulur, ne de olsa teknolojik gelişmeleri sayesinde Avrupa, tüm gezegeni sömürgeleştirmiştir. Mevcut pandemi nihayetinde gezegenin bu Avrupalılaştırılmasını esas mesele hâline getirmeye felsefeyi zorlayabilir mi? Belki o zaman Batılı filozoflara da bir tevazu dersi vermiş olur, çünkü Hegel’in ünlü cümlesi hakikatini hâlâ koruyor: “Minerva’nın baykuşu ancak karanlık çöktükten sonra uçar.”

    Referanslar
    David Graeber, Bullshit Jobs: A Theory, Londra, Penguin, 2018.
    Dominique Lecourt, L’Égoïsme. Faut-il vraiment penser aux autres?, Paris, Éditions Autrement, 2015.
    Edmund Husserl, On the Phenomenology of the Consciousness of Internal Time, Dordrecht, Kluwer Academic Publishers, 1991 (1917).
    Georg Wilhelm Friedrich Hegel, “Preface,” Elements of the Philosophy of Right, İngilizceye çeviren: H. B. Nisbet, Cambridge, Cambridge University Press, 1991.
    Herbert Marcuse, One-Dimensional Man: Studies in the Ideology of Advanced Industrial Society, Boston, Beacon Press, 1964.
    Kostas Axelos, Vers la pensée planétaire, Paris, Les Editions de Minuit, 1964.
    Laurent Alexandre, La Mort de la mort: comment la technomédecine va bouleverser l’humanité, Paris, Jean-Claude Lattès, 2011.
    Martin Heidegger, §68 “The Temporality of Disclosedness in General,” Being and Time, İngilizceye çeviren: Joan Stambaugh, gözden geçiren ve önsöz yazan: Dennis J. Schmidt, New York, State University of New York Press, 1996.
    Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Dialectic of Enlightenment, İngilizceye çeviren: Edmund Jephcott, Stanford, CA, Stanford University Press, 2002 (1947).
    Paul Virilio, Vitesse et Politique. Essai de dromologie, Paris, Galilée, 1977.