AFRİKA: BİR BAŞKA DEVLET FİKRİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Erik Gilbert*

    Yaklaşık on yıl kadar önce kendimi Belize’de bir arkeologla konuşurken buldum. Kısa süre önce, bir rehberin bana bir zamanlar 100.000’den fazla insana ev sahipliği yaptığını söylediği Caracol adlı bir Maya kentini ziyaret etmiştim. Rehberin söylediğine şüpheyle yaklaşmıştım, çünkü tüm Belize ulusunun o zamanki nüfusu 400.000’in altındaydı, bu nedenle buradaki birçok Maya kentinden yalnızca birinin bu kadar çok insana ev sahipliği yapabileceği fikri mantıksız görünüyordu. Şüphelerimi paylaşmasını bekleyerek bunu arkeoloğa söyledim. Arkeolog, rehberin tahminlerinin muhtemelen yanlış olduğu konusunda hemfikirdi, ama beni şaşırtacak şekilde, bu sayının çok yüksek değil, çok düşük olduğunu söyledi.

    Arkeolog şöyle dedi: “Belize’de kazdığın her çukurda bir Maya kalıntısına rastlarsın.” Ormanda yürürken, henüz kazılmamış bir alanı başka bir alanla bağlayan birçok eski geçitle karşılaştığını anlattı.

    Bana, Belize’deki Caracol gibi tanınan kentlerde birçok anıtsal yapı olduğunu, ama aynı zamanda başka bir sürü yerde de daha küçük kasaba ve çiftliklerin kalıntılarının bulunabileceğini söyledi. Birkaç yıl sonra, LIDAR’ın Mezoamerika araştırmaları bana arkeoloğun anlattıklarını doğruladı. Orta Amerika ormanları, uzun süredir şaşırtıcı miktarda yapının kalıntılarını gizliyordu.

    İlginç bir şekilde Mayalar, tüm bunları metal kullanmadan yapmıştı ve çoğu, metal aletlere erişimleri olsa bile kent kurucularına her zaman zorluklar çıkaran bir ortamda, yani yağmur ormanlarında gerçekleşmişti.

    Aslında, Amerika ve Avrasya’nın her yerinde, Neolitik döneme ait anıtsal yapılar inşa eden ve çevrelerini manipüle ettiği belli olan halklara dair izler vardır. Bıraktıkları bu izler, devlet ya da benzeri bir mekanizma aracılığıyla, kendi halklarını, normalde rahatsız edici veya anlamsız bulabilecekleri işler yapmaları için organize ettiklerini (ya da onları zorladıklarını) düşündürtmektedir.

    Illinois’de, düzinelerce küçük hendek, tümsek ve duvarın yanı sıra topraktan büyük bir höyüğün bulunduğu bir kompleks olan Kahokya kenti bulunur. Belli ki son derece hiyerarşik bir yönetime sahipti (kısa varlığı göz önüne alındığında muhtemelen sürdürülemez derecede hiyerarşikti). Kentte, hiyerarşinin kesin bir işareti olarak, düzenli biçimde insan kurban edildiğinin kanıtları vardır. Mississippi ve Ohio Nehri vadilerinin her yerinde höyükler vardır. Birçoğu küçüktür ve bir yönetimin parçası gibi görünmeyen insanlar tarafından yaratılmıştır (örneğin Ohio’daki Mound City ve Louisiana’daki Poverty Point). Diğer yandan, Kahokya kadar büyük olmasalar da, yine de küçük ama merkezî bir devlete ev sahipliği yapacak kadar büyük höyükler vardır. Arkansas’ta, merkezî bir tümseği olan, bir duvarı ve hendeğiyle bunu kanıtlayan Parkin bu kategoriye girer.

    Kolomb öncesi Amerika da, dünyanın en büyük şehirlerinden ve imparatorluklarından bazılarına ev sahipliği yapıyordu. Eski Meksika’nın başkenti Tenochtitlan, parlak döneminde dünyanın en büyük şehirlerinden biriydi. İnka’nın devasa imparatorluğu neredeyse Roma İmparatorluğu büyüklüğündeydi. Ne İnka ne de Meksika bu başarıları çevre açısından kolay koşullar altında başardı. Meksikalılar başkentlerini bir gölde inşa ettiler. İnka’nın genişleyen imparatorluğu And Dağları’ndaydı. Her iki toplumda da, Eski Dünya’da geleneksel yazı olarak tanınacak herhangi bir şey ya da bronz veya demir kullanımı yoktu.

    Arkeologla yaptığım konuşmamın bir noktasında, Afrikalıların ilk binyıldan beri demire erişimi olmalarına rağmen, Afrika’nın orman bölgelerinin, Mayaların Orta Amerika’da ürettikleri türden devletleri ve anıtsal yapıları asla üretmediğini belirttim. Batı Afrika sahil bölgesi (Sahel) gibi yaşama elverişli yerlerde bile, Afrika devletleri anıtsal mimari bakımından çok az şey ürettiler.

    Arkeolog söylediğime pek katılmadı. Zaman verilirse, arkeologların eninde sonunda Afrika ormanlarında da anıtsal yapılar bulacağını söyledi.

    Karşılaşmamızdan bu yana geçen on yıl içinde, arkeologların Afrika’da, Mezoamerika ve And Dağları’nın manzaralarını kaplayan tapınaklar ve geçitlerle karşılaştırılabilecek anıtsal yapılar bulacağına dair kehaneti henüz gerçekleşmedi.

    Elbette, Sahra altı Afrika olması gerektiğinden çok daha az arkeolojik ilgi görüyor ve bildiğim kadarıyla, Mayaların eserlerinin kapsamını ortaya çıkaran LIDAR araştırmalarıyla karşılaştırılabilecek bir şey Afrika’da denenmedi. LIDAR araştırmaları uçak gerektirir ve bu nedenle çok pahalıdır. Yani arkeoloğum hâlâ haklı olabilir. Ancak şu ana kadar, anıtsal mimariye ve onu üreten devlet türlerine dair kanıtlara Afrika’da pek rastlanmadı.

    Höyükler, taş anıtlar, megalitler sadece ormanlık bölgelerde değil, Sahra altı Afrika’da da ilginç bir şekilde yok. Anıtsal mimari son derece nadir. Her ders kitabında bir Sahelya camisi, Büyük Zimbabve’nin havadan çekilmiş bir fotoğrafı ve bazen bir Swahili camisinin veya aristokratın evinin kalıntıları yer alır, ancak fotoğraf editörlerinin üzerinde çalışabileceği şeylerin hepsi hemen hemen budur. Fotoğraflara eklenecek piramitler, zigguratlar, antik yollar, köprüler, tahkimatlar veya kaleler yoktur. Tümsek mezarlar, höyükler, Moailer, su kemerleri yok, kanallar da yoktur.

    Dünya tarihi kitaplarının ve hatta Afrika tarihi kitaplarının okurları bu farklılığın ele alındığını görmezler. Açıkçası, bu farkı açıklama girişimi de ortada yoktur. Daha ziyade, bu kitapların okuru, Afrika devletlerine ve imparatorluklarına sık sık atıflar görecektir, ancak bunların Avrasya’daki muadillerinden ne kadar farklı olduğu ortaya koyulmayacaktır. Dünya ya da Afrika üzerine tarih kitaplarının çoğu, Afrika tarihindeki devletlerin ve imparatorlukların ne kadar sıra dışı olduğuna değinmiyor. Bunun yerine ders ve genel tarih kitapları, Gana, Mali ve Songhay gibi devletlerin yükselişini gösterme eğilimindedir. (Burada parmak sallamıyorum; kendi çalışmam bile buna bir istisna değil.) Dahası, bunları Avrasya devletleri ve imparatorluklarına benzetme eğilimindeler ve Afrika ile Avrasya devletleri arasındaki bazı kritik farklılıkları fark etmekte başarısızlar.

    Bu eğilim iki şeyin sonucudur. Birincisi, tarihçiler dünyayı Avrasya tarihinin merceğinden görme eğilimindedir ve devletler ile imparatorluklar, Avrasya tarihinin temel analiz birimleridir. Bu yüzden Afrika’ya baktığımızda devletleri ve imparatorlukları arar ve onların “başarılarına” odaklanırız.

    Dolayısıyla, bunu yönlendiren şeylerden bazıları, bilinçdışı bilimsel alışkanlık ve eğilimdir. Ancak bazıları da, saygın Afrika tarihi çalışmalarının köklerinde yer alan, Afrika’nın geçmişinin nasıl betimleneceğine ilişkin tartışmadan kaynaklanıyor. Afrika tarihi, 1960’larda ve 70’lerde ABD ve İngiltere’de başlıca çalışma alanlarından biri olarak ortaya çıktığında, daha eski bir emperyal tarih ekolünün gölgesindeydi. 1960’ların sonlarına kadar, Afrika’nın geçmişi hakkında yazılanların çoğu, Afrika’daki Avrupa emperyalizmine odaklandı. Sonuçta, profesyonel tarihçiler işlerini yapmak için yazılı belgeleri kullanmaya alışkındı ve Afrika toplumları çok az yazılı belge üretmişti, bu nedenle tarihçiler kanıtların olduğu yere gitti ve Afrika’daki Avrupa imparatorluğunun tarihini yazmak için sömürge arşivlerini kullandı.

    Emperyal tarih nasıl mevcut Avrupa imparatorlukları bağlamında yazılmışsa, 60’larda ve 70’lerde ortaya çıkan yeni Afrika tarihi de sömürgesizleştirme [decolonization] bağlamında yazıldı. Dolayısıyla, Afrika tarihi uzmanları, geleneksel tarihsel kanıtların neredeyse hiç olmamasına karşın, yalnız Afrika’nın bir tarihini ortaya koymanın yollarını bulmaya çalışmıyorlar, aynı zamanda Afrikalıların Avrasya tarihiyle karşılaştırılabilir bir tarihe sahip olduğunu göstermeye çabalıyorlardı. Sonuç olarak, özellikle topluma hitaben yazdıklarında, bu tarihçiler Afrika’nın başarılarını sergilediler ve bu başarıları, geçmişteki Avrasya modelleriyle en yakından eşleşen başarı örnekleriyle karşılaştırarak seçtiler.

    Örneğin, alanın temel çalışmalarından biri Jan Vansina’nın Kingdoms of Savannah’ya (1966) bakalım. Şu anda Kongo olan yerde sömürge öncesi devletlerin hikâyesini anlatmak için sözlü tarihi – o zamanlar araştırma için radikal bir şekilde alışılmadık bir yaklaşım – kullandı. Vansina’nın çalışması o dönemde büyük bir keşifti. Afrikalıların kendi tarihleri ve bu tarihi korumak için kendi yolları olduğunu gösterdi. Ama aynı zamanda, Avrasya tarihinin temel analitik birimini, devleti de bir varsayılan olarak kullandı.

    Elbette, Afrika’nın başarılarına bu odaklanma, Avrupa’nın ilerleme konusundaki fikirleriyle uyumluydu ve o dönemin bağlamında anlamlıydı. Afrika üzerine çalışanlar, Afrikalıların aşağı olduğuna dair kolonyal varsayımları baltalamak istiyorlardı; sömürgeden bağımsızlaşma, Afrikalıların devletleri yönetme becerisi bağlamında özel bir ilgi kaynağı hâline getirdi. Bu nedenle, geçmişte devlet yaratmış ve yönetmiş olmaları, o zamanlar özellikle önemli görünüyordu.

    Devlete odaklanma ve Afrika devletlerini Avrasya devletlerine benzetme alışkanlığı, Afrika geçmişindeki devlet yönetimi, yönetişim ve sosyal organizasyonla ilgili en ilginç şeylerin bazılarını gizler. “Afrika’nın başarılarını” gösterme arzumuzun, yanlışlıkla Afrika’nın, devlet üretmede geç kalmış bir yer olarak temsil edilmesine yol açtığını ve üretilen devletlerin Avrasyalı emsallerinin gerisinde göründüğünü iddia ediyorum.

    Örneğin, Michael Gomez’in yeni kitabı African Dominion (2019), Afrika devletlerinin ve imparatorluklarının devletler ve devlet yönetimi hakkındaki dünya tarihi söylemine ait olduğunu göstermeye çalışıyor. Elbette bu konuda haklı, ama sandığı gibi değil çünkü Afrika devletleri Avrasya’daki muadilleriyle karşılaştırılabilirlerse de, yine de çok farklılar.

    Gomez’in odaklandığı Sahel bölgesi, elbette, her zaman ders kitaplarında yer alan Gana, Mali ve Songhai imparatorluklarına ev sahipliği yapıyor. (Gomez’in çalışması bu üç eyaletin çok ötesine uzanıyor). Sahel, coğrafi olarak ilk uygarlıkları ortaya çıkaran yerlere çok benziyor. Orada, tıpkı Mezopotamya, Nil Vadisi, İndus Vadisi ve Çin’deki Hwang Ho’da (Sarı Nehir) olduğu gibi, çöl bölgesi sınırında, kuru bir alanda akan büyük bir nehir vardır, yani Nijer. Nehir kanalının küçük akarsulara ve bataklıklara bölündüğü Nijer’in iç deltası, büyüklük ve görünüm bakımından ilk uygarlıkların ortaya çıktığı Dicle ve Fırat bölgesiyle karşılaştırılabilir. Bu yüzden Sahra altı Afrika’da ortaya çıkan ilk devletlerin Nijer çevresinde ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Peki Mezopotamya’daki ilk eyaletler neden MÖ 3000’den önce ortaya çıkarken Nijer’deki ilk eyaletler MS ilk bin yılda ortaya çıkıyor? Gana MS 800 civarında ortaya çıktığında, Mezopotamya’nın Ur, Uruk ve Babil şehirleri çoktan ortaya çıkmış, ortadan kalkmış ve unutulmuştu. Zhou ve Han hanedanlıkları da yükselmiş ve yıkılmıştı. Mayalar “çökmeye” hazırlanıyordu. Teotihuacan’da, Ay Piramidi çoktan bakıma muhtaç hâle geliyordu. Afrika devletleri hakkında kayda değer bir şey varsa, şüphesiz dünyanın geri kalanıyla karşılaştırıldığında onların geç gelmeleridir.

    Devletlerin oluşturulması, tarihsel başarının standart ölçütü olacaksa, Afrika’nın bu alandaki siciline verilecek yanıt “Müthiş bir başarı!” değil, daha ziyade, “Neden bu kadar az ve bu kadar geç devlet var?” sorusu olacaktır.
    Afrika devletlerinin Avrasya ülkelerinden (ve muhtemelen Amerika’dakilerden) farklı olduğu da bir gerçektir. Yazı, Avrasya’da devlet idaresinin temel araçlarından biridir. Yazı, Avrasya’daki devletlerle paralel olarak ortaya çıkmış ve ilk önce kayıt tutma için kullanılmış gibi görünüyor. Yazı, vergi tahsildarları için güçlü bir araçtır. Ancak hiçbir Afrika devleti (Habeşistan hariç) yerli bir yazı biçimi üretmedi ve hatta Arap alfabesinin yerel dillerde yazmak için ödünç alındığı yerlerde bile, yazı, devlet yönetiminin merkezî bir aracı olmamış gibi görünüyor. Doğu Afrika’nın Swahili bölgesinde, ikinci binyılın başlarına tarihlenen Arapça yazıtlar var. Yerel olarak üretilen sikkelerde Arapça kullanılmış. Swahili dilinde Arap alfabesi kullanılarak yazılmış uzun şiirler var, ancak yazı, vergi tahsilatlarının veya haraçların kaydını tutmak için kullanılmamış gibi görünüyor. Aynısı Batı Afrika Saheli için de geçerli. Dinî ve tıbbi metinler var. Hukuki metinler var. Timbuktu’da bir İslam kütüphanesi var. Ama Sahel krallıklarının alt sınıflardan vergi alma hizmetinde kullandığı belgelere dair bilgi ikincil literatürde yoktur.

    Avrasya’da yazının ortaya çıkışı, kabaca bronzun keşfiyle aynı zamana denk gelir (her ikisi de yaklaşık MÖ 3000). Bronz, Avrasya’da dönemin belirleyici teknolojisiydi, öyle ki o çağa, Bronz Çağı diyoruz. Bronz yapmak oldukça pahalıdır. Bu nedenle, Bronz Çağı toplumlarının çoğunda, kullanımı daha çok silah yapmakla sınırlıydı ve bunlar yalnızca seçkinlerin elindeydi. Bunlar, seçkinlerin metal silahlara sahip olduğu, çiftçilerin ise taş aletler kullanmaya devam ettiği toplumlardı. Sonuçta, insanlık tarihindeki en hiyerarşik ve eşitsiz toplumlardan bazıları ortaya çıktı. Seçkinlerin elindeki bu güç yoğunlaşmasının sonuçları, farklı sosyal sınıfların göreli boyutlarında görülebilir. Yakın zamanda yapılan bir araştırma, Miken elitlerinin alt sınıfların üyelerinden 6 cm daha uzun olduğunu buldu. Mısır firavunları köylülerden 9 cm daha uzundu. Mısırlılar ortalama olarak sadece 157 cm idi. Bu büyüklük farklılıkları, neredeyse kesinlikle, sosyal yelpazenin üst kısmındaki daha iyi beslenme ve sağlığın, yelpazenin alt kısmında ise yetersiz beslenme ve sağlıksızlığın bir sonucudur.

    Aynı şekilde, Tholos mezarları, Kiklop duvarları, piramitler ve Bronz Çağı’nın diğer dev anıtlarının inşasına izin veren politik ve ekonomik kurumlar, çoğu insan için büyük bir dezavantaj anlamına geliyordu. Bunları inşa etmek için gereken kaynakların ve emeğin yoğunlaşması, büyük ölçüde eşit olmayan bir toplum gerektiriyordu.

    Afrika, Avrasya’nın çoğundan daha geç bir dönemde de olsa bronza sahipti, ama Bronz Çağı Avrasya’sının tipik devlet oluşumlarına sahip değildi. Afrikalılar bronzu sanat yapmak için kullandılar (örneğin, şimdiki Nijerya’da olan Igbo Ukwuu’da, 9. yüzyıldan kalma bronz kaplar), ancak Bronz Çağı Avrasya’sının özelliği olan askerî aristokrasiler (ve kendini yücelten anıtlar) Afrika’da neredeyse hiç yoktur. Bir şekilde Afrikalıların, sözde devletin başındakilerinin sömürüsünü sınırlamanın yollarını bulmaları tarihsel bir başarısızlık değildir. Höyüklere ya da piramitlere taşınması gereken her çakıl yığını ya da taşın bedeli, bu çabayı kendisini veya çocuklarını beslemek için kullanmayı tercih edecek olan bir köylünün emeği ile ödendi.

    Afrikalıların devletin başındakilerinin çabalarını engelleyebilmesi veya sınırlayabilmesi, dünya için tarihsel öneme sahip bir başarıdır. Avrasya devletlerine kıyasla zayıf ve ademimerkeziyetçi görünen az sayıda devletin, hem de geç ortaya çıkması bir başarısızlık değil, tersine bu başarının bir sonucudur.

    Avrasya tarzı devletlere Afrika’nın sunduğu alternatifin kaos ve düzensizlik olmadığını belirtmekte fayda var. Sömürge öncesi Afrikalıların büyük çoğunluğu ya çok küçük eyaletlerde ya da devletsiz toplumlarda yaşıyordu. Yalnızca Afrika’ya özgü olmasa da, devletsiz toplumlar Afrika’da Avrasya’dakinden çok daha yaygındır. Bunlar tipik olarak formel yönetimler olmadan işleyen, oldukça eşitlikçi toplumlardır. Güneydoğu Nijerya’daki Igbo, muhtemelen en iyi bilinen devletsiz toplumdur, ancak bu tür toplumlar kıtanın her yerinde bulunur. Devletsiz toplumlar kendilerini mutabakat [consensus] aracılığıyla yönetirler. Genellikle sosyal ve ekonomik hiyerarşileri vardır, ancak bunlar genellikle miras alınamaz ve bireylerin başarısına, karizmasına ve liderliğine bağlıdır. Bu toplumların da kusurları var; çoğu köleliğin bazı formlarına izin verir ve çoğu, barışı korumak adına bireylerin ara sıra şiddet uygulamasını gerektirir.

    Devletsizliğin kusurları ne olursa olsun, Çin Seddi’nde çalışmak için askere alınan her işçinin veya bir Miken köylüsünün, çocuklarının sağlıklı büyümesini engelleyecek kadar hasadını vermek zorunda kalacağına, Afrika’daki devletsiz yaşamı tercih edeceğine bahse girerim.

    Avrasya’ya bakıp devletin önemine dair üretilen fikirleri Afrika’ya zorla uydurmayı bırakmanın zamanı geldi. Tarih, hangi bölgenin en çok başarıyı sergilediğini göreceğimiz bir yarış olmamalı. Afrika’nın ilk devletlerini, Afrikalıların da Avrasya’nın servet ve işgücü sömürüsüne uyduklarına dair bir kanıt olarak sunmaya bir son vermek gerekiyor. Afrikalıların gerçek başarısı, devletten mümkün olduğu kadar uzak durmak ve ortaya çıktığında onu sınırlamakta yatıyor. Höyüklerin, piramitlerin veya su kemerlerinin olmaması utanç verici değil, daha eşitlikçi bir toplumun işaretidir. Bu gurur duyulacak bir şey.

    Her şeyden önce, Afrika’da MÖ 4. binyılda ve daha sonra, Asya’daki nehir vadilerinde ortaya çıkan devlet türleriyle karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktur. Yüksek derecede sömürücü ilk devletlerin ortaya çıkış yerlerine hızlıca baktığımızda, birkaç ortak nokta belirir: Temiz suyu olan bir nehir vadisine sahip kuru bir tabiat, Mezopotamya, Mısır, İndus ve Sarı Nehir’in ortak özelliğidir. Bu yerler zorunlu olarak dünyanın ilk devletleri değildir, ancak belirli bir devlet türünün ilki hep bunlarda görülmüştür: Halklarını, imar yapıları inşa etmeye zorlamak için kayıt altında tutarak onları mecbur bırakma.

    Bu devletlere ilk “medeniyetler” adını veriyoruz ve bunların ortaya çıkışlarını bir refleks olarak ilerlemenin işareti olarak değerlendiriyoruz.

    * Profesör, Arkansas Üniversitesi, Tarih Bölümü