KLASİKLERİ NEDEN OKURUZ?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Abdelfattah Kilito*

    Eskileri okumanın özelliği nedir?1Bu makale yazarın Fî cevvi mine’n-nedemi’l-fikrî (Entelektüel Pişmanlık Atmosferinde) (Milan: Editions Almutawassit, 2020) kitabından alınmıştır. Eskiler bizim dünyamıza ait değiller, huzur içinde uyuyorlar, onları uyandırmamızı da istemiyorlar. Bırakalım da ölüler gömsün ölülerini. Ama yargımızda bir anlığına tereddüt edebilir ve belki de onlarla kurulan iştirakten faydalar, kazançlar sağlanabileceğini varsayabiliriz. Yine de onlardan hemen yüz çevirip itiraf ediyoruz; okumalıyız onları, ama okumuyoruz. Esrarengiz bir özlem meselesi olarak kalıyor mesele.

    İşin garibi, onları okumasak da okumuş gibi yapıyor, sonlarını biliyormuş gibi davranıyoruz. Şahsen ben İlyada’yı okumadım ama özünü biliyorum; bu arada, Don Quijote romanını kim okuyor ki? Çoklarının bu roman hakkındaki bilgisi Gustave Doré’nin çizimlerinden veya ders kitaplarındaki kısa pasajlardan geliyor. “Klasik” denen kitapların büyük çoğunluğu için geçerli bu durum. Peki bu “klasik” adlandırması ne anlama geliyor? Italo Calvino on dört “klasik” tanımı sunuyor, en başta da şunu ifade ediyor: Klasik kitap, okurların hep “yeniden okuyorum” dedikleri ama asla “şu anda okuyorum” demedikleri kitaptır.

    Her türden edebiyatın zamansal özel bir dizisi ve aşamalarının kendine özgü bir terminolojisi olduğu bilindik bir durum. Basit bir örnek verirsek, Orta Çağ edebiyatı çalışan araştırmacıya Fransızcada “médiéviste” denir (Paul Zumthor da bu alanda çalışan seçkin araştırmacılardandır.) Peki bu adlandırmayı belirli bir döneme ait Arapça metinlerle ilgilenen bir araştırmacı için de kullanabilir miyiz; söz konusu araştırmacı ister Arap olsun ister olmasın fark etmez? “Orta Çağlar” terimi Arap tarihiyle uyuşmadığı, üstelik Arapça edebiyatın gelişimi hakkındaki bilgilerimizle bağdaşmadığı için bu bana fazlasıyla zorlama görünüyor. Her edebiyatta kendine ait bir dönemleme ve hiyerarşi söz konusudur; her edebiyatın klasik metinleri hatta klasik çağı vardır. Fransızca söz konusu olduğunda, iyi bilindiği üzere, en seçkin klasik çağ 17. yüzyıldır.

    Arap kültürüne gelince, ilk bakışta işler karmaşık görünüyor. Her şey bir yana, Arapçada “classique” kelimesinin taşıdığı anlamı andırabilecek bir kelime var mı? Arapçada klâsîk kelimesi bazen el-edebü’l-kadîme (“antik edebiyat”), el-edebü’l-klâsîkî (“klasik edebiyat”) denen şeye gönderme yapar. Bununla birlikte, söz konusu edebiyat külliyatına, onu modern edebiyattan ayırmak için, antik edebiyat denir genellikle. Her iki alanın da uzmanları vardır, sanki iki farklı edebiyatla, iki ayrı dünyayla karşı karşıyaymışız gibi. Oysa gerçek şu: Bunlardan biri anılınca hemen diğeri akla geliyor. Arapça edebiyat çoğu durumda, peşinden gelen şey üzerinden, yani modern edebiyat üzerinden değerlendiriliyor. Ya da tersine, tam da Italo Calvino’nun işaret ettiği gibi, klasik bir kitap “kendisini bizzat kendisiyle kıyaslayarak veya karşıt kılarak tanımlamaya mecbur bırakır bizi”. Hâl ne olursa olsun, klasik bir Arapça metin üzerinde çalışan biri mecburen metnin kökenini ve şeceresini gösterir; bu kişi ister Arap ister Fransız isterse Amerikalı olsun, hangi dilde yazarsa yazsın fark etmez.

    Arapça edebiyat babında mutlaka okunması gereken kitaplar nelerdir? İbn Haldûn’un Mukaddime’sinde bir cevap buluyoruz. İlmü’l-edeb hakkındaki tartışmasında İbn Haldûn üstatlarına gönderme yaparak şöyle diyor:

    “Bu dalın temelleri ve direkleri dört büyük derlemedir; İbn Kuteybe’nin Edebü’l-küttâb’ı, Müberred’in Kitâbü’l-kâmil’i, Câhız’ın el-Beyân ve’t-tebyîn’i ve Ebû Ali el-Kâlî el-Bağdâdî’nin Kitâbü’n-nevâdir’i. Anılan dört metnin dışındaki tüm metninler onlara tabidir ve onların dalları mesabesindedir”.

    Hiç kuşkusuz bu metinler okumadan geçilemeyecek ana metinlerdir. Yolun başındaki bir edebiyatçının bu metinlerden bihaber olması da hoş karşılanmaz, çünkü böyle biri söz konusu metinlere aşina olmak suretiyle Arap dili, edebiyatı, ve yazma sanatı hakkındaki bilgisini geliştirir ve ilkesel olarak, nitelikli veya en azından kötü olmayan metinler telif edebilecek yetkin bir yazar olur. Yeni başlayanlara, Arapça yazma hayalini kuranlara duyurulur!

    Necib Mahfuz Hânü’l-halîlî romanında böyle bir hevesliyi tasvir eder. Mahfuz, yazar olmaya heveslenmiş ve bu amacına erişmek için, İbn Haldûn’un andığı dört metni dikkatle okuyan birini resmeder. Peki, sonuç? Tüm gayretine rağmen bu hevesli yazmayı başaramamıştır. Bu örneği hesaba katarsak, İbn Haldûn’un üstatlarının ortaya koyduğu fikir yine de ilgi çekicidir. İbn Haldûn’un işaret ettiği bu dört seçkin eseri okuyan bir Arap okur var mı? Kendime gelince, Mahfuz’un aktardığı şahsın başarısızlığından ders çıkardım ve bu metinlerden sadece Câhız’ın el-Beyân ve’t-tebyîn’ini okudum. O hâlde ben eksik bir edebiyatçıyım kuşkusuz.

    Fakat bu bağlamda dikkate alınan başka noktalar da var. Belirli bir bölgede kanonlaşmış diyebileceğimiz, üstelik belirli bir dile ait ulusal kitapların dışında dünya çapında kitaplar vardır; bunların çoğu da çeviri üzerinden okunur. Bu kitaplar söz konusu olduğunda mecburen şöyle bir soru çıkar ortaya; peki bunları hangi çeviriden okumalıyız? Onlarla tanışma ihtiyacı hisseder hissetmez bu soru dikiliverir karşımıza hep. Zira klasik kitapların çok sayıda dilde yazıldığı, bizzat dil içi çevirilerinin de devam ettiği gayet iyi bilenen bir olgudur. Onlar durmadan çevrilir, uyarlanır ve bir anlamda yeniden tasarlanır.

    Kanonik Arapça metinlerin çevirmenlerinin bilindiğini kaydedelim, bu çevirmenlerin adlarını biliyoruz. Çevirmenin adı anılmayan bir çeviri eser aslında nadirattan; hatta neredeyse düşünülemez gibi. Böyle bir durum söz konusu olduğunda çevirmen adı sorgulamalara, kuşkulara ve tahminlere konu olur. İçlerinden birinin, “Klasik kitaplar çevirmenlerinin adı bilinen kitaplardır.” derken kastettiği budur. Elbette çevrilmemiş kitaplar da var, fakat çevrilmeseler dahi bu kitaplar kendi yerel bağlamlarında klasik olarak görülürler. Beri yandan bu durumda, yani kitaplar çevrilmemişse hiç değilse şârihleri bilinir. O hâlde klasikler, çevirmenleri veya şârihleri hatta belki de yayımcıları bilinen kitaplardır. Klasik metne genellikle bir şerh eşlik eder, üstelik bazı durumlarda sayfanın altındaki açıklamalar olmadan metni anlamak neredeyse imkânsızdır; Mu‘allakât’ta hâl böyledir mesela. Metnin klasik bir metin olarak telif edildiğini gösteren işaretlerden biri metnin tamamıyla harekelenmiş olmasıdır; üstelik bu durum yalnızca şiir telifleri için değil ayrıca Mukaddime’de olduğu gibi önde gelen nesirler için de geçerlidir.

    Bir kitabın hayati bir uğrağı, oldukça mühim bir dönüş noktasını işaret ettiğine kim karar veriyor; ardından metni seçip ayırarak onu edebiyat tarihine kim dâhil ediyor? Metnin müfredata girmesini kim karara bağlıyor? Tam da burada, pek de yeni olmayan (15. yy?) bir tarife, hoş olsa da değersiz görülebilecek bir tarife ulaşıyoruz; klasik kitap sınıfta [en classe], eğitim kurumlarında okutulan kitaptır.

    Bütün öğrenciler gibi ben de Arap edebiyatıyla önce ilkokulda karşılaştım. Edebî metinlerle bu karşılaşmanın aslında Arap diliyle, Arap edebiyatına özgü bir tarz olan fushâ aracılığıyla karşılaşma olduğunu vurgulamak önemli. Yazılı Arap dilini öğrenmeye başlar başlamaz edebiyat alanına zaten adım atmış bulunuyordum. Modern okullarda olduğu gibi geleneksel okullarda da öğrenci Arap dilini öğrenmeye harflerle başlar. Klasik metin fushâda yazılı, hocanın gözetiminde incelenen ve bazen de ezberlenmesi gereken metindir. Şiiri ezberden okumak geçmişte (belki bugün bile) sınavlarda talep edilen, hayli zorlu bir uygulamaydı.

    Ezberlediğim ilk beyitlerden biri Ebu’l-alâ el-Ma‘arrî’nin kendini övdüğü bir fahriyeye aitti:

    Elâ fî sebîli’l-mecdi mâ ene fâ‘ilü – ‘afâfün ve ikdâmün ve hazmün ve nâ’ilü
    [Beri bak! Yapıp ettiğimi şeref yolunda yapmadım mı?
    İffetimden, yiğitliğimden, kararlılık ve azmimden?]
    Aynı şiirde yine şöyle diyor şair:
    Ve kad sâra zikrî fi’l-bilâdi fe-men lehüm – bi-ihfâ’i şemsin zav’ühâ mütekâmilü
    [Adım sanım yayıldı her yanda
    Parıltısı noksansız güneşi kim saklayabilir, nerede?]

    Muhteşem, muazzam, büyük Ebu’l-alâ güneşle kıyaslıyor kendini; 4 yaşından beri kör olan Ebu’l-alâ… bu kadarını biliyorduk elbette, fakat bu dahiyane ve mahirane şiiri daha on beşinde yazdığından habersizdik. O sıralar 10-11 yaşlarındaydık, yıl 1956, Fas’ın bağımsızlığına kavuştuğu yıldı ve gelecek önümüzde serili, parlıyordu. Her birimiz müstesna bir kadere doğru yola koyulmuştuk ya da öyle olduğunu düşünüyorduk; tıpkı Ebu’l-alâ gibi. Bir şiirinde şöyle diyen o değil miydi:

    Ve innî ve in küntü’l-ahîra zamânühû – le-âtin bi-mâ lem testatı‘hü’l-evâ’ilü
    [Kendi çağının sonuna varmış olabilirim belki
    Ama müstakbelim, öncekilerin güç yetirmediği]

    Ne getireceğim diyordu şair? Tabii ki yeni bir poetika. Selefleri her şeyi söylememişti, söyleyemedikleri şeyler vardı hâlâ. Ebu’l-alâ onlara meydan okuyor ama aynı zamanda kendine de bir davet çıkarıyor; yeni bir sözle gelme imkânı. Peki, gerçekte ne oldu? Ebu’l-alâ sözünü yemedi, özgün bir şiir getirdi ve bir anlamda onları önceleyerek belki de aştı.

    Fakat biz, 10-11 yaşlarında öğrenciler bu parıldayan, çınlayan beyti nasıl anlayacaktık? Onu inşat ederken, bizlerin de seleflerimizin yapamadıklarını yapabileceğimize inanıyor muyduk; her ne kadar sonra gelsek, sonra gelenler olsak da? Galiba düşündük bunu, yoksa niye okulda olalım değil mi? Yine bu konuyla alakalı ama daha önemli bir soru; hocalarımız neden özellikle bu şiiri, şairin kendiyle övündüğü bu fahriyeyi seçmişti? Bu seçim tesadüf değildi muhtemelen. Hocalarımız çok büyük ihtimalle, peşinden gidilesi bir örnek sunmuşlardı bize.

    Sonra, yine aynı divandan bir başka beyit ezberlemiştik, şöyle başlıyordu:

    Gayru mecdin fî milletî ve‘tikâdî – nevhu bâkin ev terannümü şâdin
    [Din ve itikadımda şereften başka
    Ha sağu sağanların ağıtı ha şarkıcının terennümü!]

    Şairin sesi burada farklı, tonu da artık kendini beğenmiş ve şaşaalı değil melankolik ve acı, tabii tam kıvamında ironiyle birlikte. Zaman zaman iddia edilenin aksine Ebu’l-alâ aslında sert bir şair değil, bilakis oyuncu ve ince bir mizah anlayışına sahipti. Yine bu şiir de ataları, selefleri, ölüler hakkında. Yeryüzü sanki kocaman bir makber; “muazzam büyük mezarlarımız,” demek ki hiç fark etmeden cesetleri çiğniyoruz. O zaman tevazuyla yürümeyi öğrenmeliyiz. Ebu’l-alâ’nın dediği gibi:

    Haffifi’l-vat’e mâ ezunnü edîme’l- – arzı illâ min
    hâzihi’l-ecsâd
    Ve kabîhun binâ ve in kadüme’l- – ‘ahdü hevânü’l-âbâ’i ve’l-ecdâd
    [Yavaş bas yeryüzüne, şu cesetlerden ibaret gibi görünüyor gözüme
    Yakışmaz bize atayı babayı horlamak, geçip
    gitseler bile]

    Bizden önce gelenlere, atalarımıza sahip çıkmak borcumuzdur. Onları bir kenara atıp hor görmek bize yaramaz, daha ziyade onlarla uyum içinde yaşamalıyız. En büyük saygı da onları unutmamak, onlarla sohbeti kesmemektir. Bunu başarmak için, genç talebeler olarak bizlerin atalarımızın diline çalışmaya devam etmemiz gerekir, özellikle de dilimizi zar zor anlayacakları için. Gençler olarak bizler fushâ üzerine çalışarak ölülerimizi unutulmaktan korumuş ve hayatta kalmalarını sağlamış oluruz. Atalarımızla sohbet edebilmek için onların dillerini öğrenmeliyiz. Böylelikle onlar da sanki hâlâ yaşadıklarını tahayyül edecekler ve acıları, ıstırapları azalacak. Zira ölüler, Charles Baudelaire’in Les Fleurs du Mal’da [Kötülük Çiçekleri] dediğine güvenirsek, elem çekmektedir:

    Ah ölü, zavallı ölü, mustariptir büyük acıdan

    Geçmişin çocuklarına, hiçbir gerekçe olmadan, klasiğin ötesine geçen bir düşünce tarzı mı atfediyorum? Elbette. Ama, daha yakından bakarsak, bu tartışma o zamanlar bizim aklımıza gelmemiş miydi? Soruları, yüksek sesle sormaya cesaret edemeden, içten içe kendimize sormamış mıydık? Kahire ve Beyrut’ta, Arapça edebiyatın yenilenme girişimleri kulağımıza çalınmıştı, üstelik bizden öncekilerin hâline yönelik tartışmalar nicedir başlamıştı. Muhtelif tarihler geliyor aklıma. Bana kalırsa söylediğimi kanıtlayan tarih, Ahmed Fâris eş-Şidyâk’ın es-Sâk ‘ala’s-sâk’ını yayımladığı 1885 yılıdır. Metnin girişinde yazar, seci ile bağı tamamen kopardığını, ayrıca bedi sanatına ait süslemeleri ve belagat imgelerini de terk ettiğini bildirir. Harîrî ve Zemahşerî’nin sırlı üslubunu bırakarak, metnin ifadesi bağlamında “muhtemel bütün okurlara” yönelmiş bir yazı üslubunu savundu.

    Şidyâk Arap edebiyatını farklı bir yöne soktu. Edebiyat tarihinden öğrendiğimize göre, şair bir üsluba, geleneğe veya ekole karşı durduğu zaman şiirde yenilik meydana gelir. Bu bapta Ebû Temmâm ve Ebû Nüvas’ı hatırlatmak yeterli olacaktır. Genel olarak edebî canlılık, geleneklerin üstesinden gelme ve önceki söylemleri bastırma gücüne bağlıdır. Ebu’l-alâ el-Ma‘arrî’de durum ne peki? Hakikaten o biraz daha ileri gitti. Lüzûmü mâ lâ yelzem’de kadim seleflerinden farklılaşmakla kalmayıp kendinden bile farklılaştı. Geleneksel şiirin mevzularını ve ana öğelerini reddettiği gibi ilk divanı olan Sıktu’z-zend’den de yüz çevirdi.

    O hâlde biraz daha ileri gidip şöyle iddia edebiliriz; şiirde yenilik topyekûn şiirden apaçık kopuşla gerçekleşir. Mukaddime’deki şu tuhaf pasajdan çıkan budur: “Bu edebiyat sanatında, tanıdığımız üstatlardan çoğu Mütenebbî ile el-Ma‘arrî nazmının şiir dahi olmadığını, çünkü bu iki ismin Arap üsluplarının izinden yürümediklerini düşünüyor”. Şöyle devam ediyor İbn Haldûn: “Bu üstatlar, Arap dili üsluplarına göre örülmediği için Mütenebbî ve el-Ma‘arrî’nin şiirlerini ayıplıyorlar”. Ancak İbn Haldûn’un genelleme yapmadığını, tanıdığı hocaları arasında bu iki isim bağlamında bir fikir birliği olmadığını belirtmeliyiz. Kendisi sadece şunu iddia ediyor; dikkate değer sayıda hoca Mütenebbî ve el-Ma‘arrî nazmının şiirle hiçbir alakası olmadığını düşünüyor, çünkü bunlar Arap şiirinin bilindik yörüngelerinden sapmıştır. Bu yargının umulmadık sonucu şu; bu en büyük iki Arap şairi şair değildi. Oysa bu ikisi şiirden azade olmakla, öncekilerin yapamadığını yaptılar; şiiri aşarak daha önce eşi benzeri görülmemiş, adı konmamış, tuhaf bir sanata öncülük ettiler.

    Küçük talebelerimize dönelim. Bir varsayım olarak, Ebu’l-alâ’nın bizi seleflerimizden farklı olmaya açıktan davet ettiğini söylemiştim. Kim bu selefler peki? En başta analarımız, babalarımız. Elbette onları takdir eder, kendilerine hürmet gösterirdik, ama onların kopyaları olmamamız ve başka bir şeye erişmemiz gerektiğini, farklı olmamamız gerektiğini düşünürdük. Ne demek istiyorum yani? Bizler hakikaten farklıydık. Arap diline ilaveten bir de yabancı dil, atalarımız dedelerimiz şöyle dursun babalarımızın bile bilmediği Fransızcayı öğrenmiştik işte.

    O zamanlar, bu dildeki metinlere aşinaydık. Victor Hugo ve Théophile Gautier’nin şiirlerini incelerdik, dolayısıyla Arap edebiyatıyla Fransız edebiyatı arasında apaçık bir fark varmış gibi görünürdü bize. Birçok açıdan uzlaştırılamayacak iki şiir geleneğiyle karşı karşıyaydık. İlla gerekliyse, el-Ma‘arrî’nin ölülerden söz ettiği şiiri Fransızca tahayyül edilebilirdi, değil mi ki ölülerin acıları ortaktı… başka deyişle, bu şiirin çevirisi hoş ve makul olurdu, fakat el-Ma‘arrî’nin kendini övdüğü dizeler Fransızca düşünülemezdi. Fransız edebiyatının bakış açısıyla baktığımızda, genel olarak eski şiir türlerinin çoğu mevzu ve imajları bakımından bize vakti geçmiş ve yakışıksız görünüyordu. Öğretmenlerimiz zaman zaman, ürettikleri belli belirsiz bahanelere rağmen, mahcup oluyorlardı.

    O dönemde sürdürdüğümüz eğitim çalışmaları sayesinde iki farklı selef ailesinin, iki farklı klasik mefhumunun, iki edebiyat tarihinin karşısında buluverdik kendimizi; kendi geçmişimiz – veya kendi geçmişimiz olarak tasavvur ettiğimiz geçmiş – ve birden ortaya çıkıveren Avrupa geçmişi. Son olarak, bugünden ne haber? “Klasik” anlayışlarımız diğerinden etkilenmiyor mu? Arap edebiyatının konumu yabancı dile yaslanmıyor mu?

    * Prof. Dr., Fas Rabat V. Muhammed Üniversitesi.

    1 Bu makale yazarın Fî cevvi mine’n-nedemi’l-fikrî (Entelektüel Pişmanlık Atmosferinde) (Milan: Editions Almutawassit, 2020) kitabından alınmıştır.



    1 Bu makale yazarın Fî cevvi mine’n-nedemi’l-fikrî (Entelektüel Pişmanlık Atmosferinde) (Milan: Editions Almutawassit, 2020) kitabından alınmıştır.