POLİTİKA OLARAK ÇEVİRİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Barbara Cassin*

    Umberto Eco bir keresinde “Avrupa’nın dili çeviridir.” demişti. Ya felsefi ve politik bir bakış açısından, çeviri yalnızca Avrupa’nın dili değil, dünyanın diliyse?

    Çevrilemezler Sözlüğü’nden (Le Vocabulaire européen des philosophies: dictionnaire des intraduisibles) hareketle,1Cassin, Barbara, ed. 2004. Le vocabulaire européen des philosophies, dictionnaire des intraduisibles. Paris: Seuil. politik bakımdan Avrupalı bir tavrı irdeleyeceğim: Aynı anda hem küreselleşmeden hem de milliyetçi oyunlardan kaçmak nasıl mümkün olur? Gördüğüm kadarıyla, sözlüğün başka dillere çevirisinde ortaya çıkan yeni bağlamlar, meseleye dil ve politika arasındaki ilişki bakımından ışık tutuyor. Farklılıklarla başa çıkmayı bilen bir alan olarak çevirinin, sadece beşerî bilimler için değil, aynı zamanda çağdaş vatandaşlık kavramı için de nasıl iyi bir paradigma önerebileceğini göstermeyi umuyorum. Amacım, özetle, evrenseli karmaşık hâle getirmek.

    “Dilde” Felsefe Yapmak
    Çevrilemezler Sözlüğü’nün başta İngilizce olmak üzere diğer dillere çevirileri, hâlâ devam eden bir deneyim. Çeviri ve çevrilemezlik sorunsalı, çok dilli bir kolektif olarak “birlikte” düşünmemize ve çalışmamıza neden oluyor.

    “Çevrilemez” veya daha doğrusu, çevrilemezler (çoğul olmalıdır) ifadesi, diller arasındaki farklılıkları belirtir. Çevrilemez, kişinin çevirmediği şey değil, çevirmeyi bitirmediği şeydir; yani, Heideggerci tarzda kutsallaştırılmış bir şey değil, daha ziyade açık ve her zaman devam eden bir süreçtir. Böyle bir sözlükte çevirmenlerin çaresiz dipnotları metnin temelini oluşturur; süreç de esas olarak çevirmenin denemelerine dayanır.

    Örnek vermek gerekirse, sözlüğümüz belirli semptomlarla ilgilendi. Bazı sözcükler, yarı izole ve ancak zamanın belirli bir anındaki bir dile özgü çevrilemezliklere sahipti (örneğin: kairos, leggiadra, saudade, matter of fact, Beruf, difference gibi sözcükler …). Diğerleri, özellikle belirli dillere ait çift anlamlar gibi tutarsızlıklara dayanmaktadır.

    Bu bağlamda Benveniste bize, her ikisi de Fransızca liberté’ye (ve Türkçede de özgürlük kelimesine, e.n.) karşılık gelen İngilizce “freedom” ve “liberty” sözcükleri arasındaki farkı öğretti ve ayrıca Fransızcanın “sevgi” (love) ve “hoşlanma” (like) arasındaki farkı görmezden geldiğini hatırlattı. Aslında bu sözlükte, “hak-hukuk” (right/law) gibi, bugün, özellikle Avrupa parlamentosunda da tanık olduğumuz bazı anlaşmazlıkların nedeni olan uluslararası zorluklardan yola çıktık. Ama elbette, dilbilgisi ve sözdizimiyle ilgili başka zorlu gerçeklerle de uğraşmak zorunda kaldık: sözcük sırası, zaman kipleri, adların cinsiyeti, – esti, es gibt, il y a, there is, ser/estar gibi kelimelerle karşılanan ve Bask dilinde veya Çincede hiçbir kelimeyle karşılanmayan – “olmak” ve “varlık” sözcüklerinin mastar hâli ve fiilî kullanımı gibi…

    Böyle bir sürecin ilk etkisi, felsefenin alanının genişletilmesinin sınırlarını sorgulamak olmuştur. Felsefe nerede başlar ve nerede biter? “Günaydın”, “Good Morning” ya da “Bonjour” gibi sözcükler, khaire, vale, selam ve şalom gibi kavramlarla aynı değildir, bu ikincilerin her biri, neşe, sağlık veya barış isteyen farklı bir dünyaya kapı açar. Edebiyat ve karşılaştırmalı edebiyat da aynı şekilde sorgulanabilir. Böyle bir sorgulayıcı pratik, geleneksel disiplinleri ve karşılaştırmalı ya da melez olsalar da edebî türleri sarsar. Bu bağlamda felsefeyi salt kavramlarla değil, konuştuğumuz dildeki sözcüklerle yaptığımızı kabul etmeliyiz.

    Performans Olarak Çeviri
    Sözlüğün söylemsel düzeni, dillerin çoğulluğuna dalan “sofistik logoloji” diyebileceğim şeydir. “Logoloji” Novalis tarafından uydurulmuş bir kelimedir. Logolojik Fragmanlar’da dili dikkate almanın çok ironik ve onun deyimiyle “sofistçe” bir yolu olduğunu öğreniriz.2Novalis. 1983. “Monologue.” In German Aesthetic and Literary Criticism: The Romantic Ironists and Goethe, edited by Kathleen Wheeler, 92–93. Cambridge: Cambridge University Press. Logoloji ile kişi kelimelerden başlar. Artık Varlık demek yeterli değildir: Kişi, Varlığı her şeyden önce söylemenin saf bir etkisi olduğunun farkında olmalıdır. Bu “sofistçe”dir, çünkü sofistlerin -özellikle Gorgias’ın- Parmenides’i eleştirme şekli tam da budur: Gorgias’ın Varolmayan Üzerine İnceleme’si, Parmenides’in Doğa veya Varlık Üzerine Şiiri’nin, nasıl aslında söylerken Varlığı ürettiğini gösterir. Ontoloji, çok başarılı bir logolojiden başka bir şey değildir.

    Anahtar cümlemiz artık Heideggerci tarzda “Varlık vardır” gibi bir ifade değil, Humboldtçu tarzdadır: “Diller vardır”. Humboldt çeşitlilikten yola çıkar: “Dil, gerçekte yalnızca çokluk veya çeşitlilik olarak tezahür eder”. Dil, dillerin farklılığından başka bir şey değildir. Dil konuşmadır (İncil’deki “dillerde konuşma” ifadesini hatırlayın) ve her dil bir dünya görüşüyle, başka bir deyişle bir kültürle bağlantılıdır. Özellikle Humboldt ve Troubetskoy tarafından paylaşılan bir metafora göre, tanımı gereği “diğerlerinden biri” olan herhangi bir dil, boyutuna, nerede ve nasıl denize attığınıza bağlı olarak farklı balık türlerini yakalayan rengârenk bir ağa benzer. Bu balıklara dünya görüşü ya da Weltanschauung diyebiliriz.

    Derridacı “dekonstrüksiyon” buna oldukça yakındır. Derrida kendi yöntemini ve çalışmasını bu şekilde tanımlamayı seçmiştir: “Birden fazla dil”. Başka bir ifadeyle: “Dekonstrüksiyonu tek bir tanımla ifade etme riskine girmek zorunda olsaydım, özlü ve ekonomik bir parola hâlinde, basitçe ve abartmadan şöyle derdim: ‘birden fazla dil’”.3Derrida, Jacques. 1989. Memoires for Paul de Man. New York: Columbia University Press, 38.

    Lacancı söylemsellikle de bağlantı açıktır. Kısa ve net bir şekilde söylemek gerekirse, sofistçe ve Lacancı söylemlerin ikisi de Aristoteles karşıtıdır. Bir dizi pratiğe dikkat ederler: performans, gösterge ve eşseslilik. Bunun ilk kanıtı Lacan tarafından verilmiştir: “Psikanalist, günümüzün sofistidir, ancak başka bir statüdedir”.4Lacan, Jacques, Seminar XII, 12 May 1965.

    Ancak psikanalizde (özellikle Lacancı) olduğu kadar sofistlikte de, eşseslilik artık Aristoteles’te olduğu gibi dilin radikal kötülüğü anlamına gelmez. Tersine, eşseslilik ya da ikirciklilik, bir dile özgü olanı ortaya çıkarır, bir dilin “diğerleri arasında” bir başka dil olduğunu gösterir. Lacan bunu L’Etourdit adlı yapıtında kuramlaştırmıştır: “Diğer dillerin arasında bir dil, tarihinin onda bıraktığı ikircikliklerin bütününden başka bir şey değildir”.5Lacan, Jacques. 1973. “L’Etourdit.” Scilicet 4: 47.

    Bu iddia, neredeyse tüm sözlüğün saplantılı cümlesi hâline geldi. Aslında, başlıklarımızın-semptomlarımızın seçimi, özellikle eşsesliliğe dikkat etmekten kaynaklanmaktadır. Örneğin Rusçada, genellikle “hakikat” anlamıyla çevrilen Pravda (Pravda adlı ünlü gazeteyi hatırlayalım), öncelikle “adalet” anlamına gelir; İncil’deki Yunanca dikaiosune’nin üzerinde uzlaşılan çevirisidir. Bu bağlamda, Fransızcadan bakıldığında eşseslidir; diğer taraftan Fransızca “hakikat” (vérité) sözcüğü de Slavcanın bakış açısından eşseslidir, çünkü bu sözcük, adalet anlamına gelen pravda ile varlık ve kesinlik anlamına gelen istina kavramlarını birbiriyle çarpıştırır. Sözlüğün asıl itici gücü işte buradan kaynaklanıyor. Son olarak, Fransızcanın İngilizce tarafından “yersiz-yurtsuzlaştırılması” nedeniyle dikkatimi çeken ilginç müphemliklerden ve farklılıklardan bazılarını anımsatmama izin verin: “Aimer/love, like (sevgi, hoşlanma)”, “Sens/meaning, sensation, direction (anlam, his, duyumsama)”, ya da “Liberté/freedom, liberty (özgürlük)”.

    Yukarıda sözü edilen söylemsellik türü, Austin›in performatif kavramına çok yakındır. Logolojik etki, bir tür Austinci etkidir ve performans ile performatiflik arasında doğrudan bir bağlantı vardır. “Performans”, Platon’dan itibaren sofistçe söylemselliği karakterize eden epideixis kavramının en iyi çevirisidir. Sözcük aynı zamanda retorikte “övgü” veya “methiye” anlamına gelir; hitabi ve müzakereci olanın aksine epideiktik retoriğin teknik anlamını ifade eder ve günlük Yunancada “gösteri, performans” gibi anlamlara gelir. Gorgias’ın Helen’e Övgü metni, bir epideixis’in amacını nasıl gerçekleştirdiğinin tipik örneğidir. Tüm kadınların en suçlusu olan Truvalı Helen, Gorgias’ın övgüsünün gücüyle masum hâle gelir ve böylece ortaya çıkan “yeni Helen”, hem Euripides’in Helen’ini hem de Offenbach’ın La Belle Hélène’ini haber verir. Gorgias bu hamlesini çok iyi bir şekilde kuramlaştırır: “Söylem, beden parçalarının en küçüğü ve en az görüneni aracılığıyla, eylemlerin en ilahisini [apotelei] gerçekleştiren büyük bir egemendir [logos dunastês megas estin], çünkü söylemin, korkuya son verme, üzüntüyü bir kenara bırakma, neşe üretme, merhameti artırma gücü vardır”.6Gorgias, Encomium of Helen, 82B 11DK, §8.

    Dil bir performanstır. Gorgias, Helen’e Övgü’sünün sonunda şöyle der: “Başardım!” Gorgias’ın retoriği, suçlu Helen’i aklamayı başarmıştır. Konuştuğunuz zaman söylediklerimiz eyleme geçer, gerçekten sözcüklerle bir şeyler yaparsınız. Şimdiye kadarki en şaşırtıcı deneyimlerimden biri, Desmond Tutu’nun Güney Afrika’daki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu sona erdiğinde vardığı sonuçta, Gorgias’ın cümlesinin mükemmel bir eşdeğerini bulmaktı. Taahhüt şuydu: “İnsan yanlışlarını nasıl doğrulara dönüştürebiliriz.” Tutu şöyle diyordu:

    “Dile, bir eylem olarak değil, sadece söz olarak muamele etmek yaygın bir durumdur, bu görüşe göre dil, şiddeti azaltmada çok küçük bir rol oynar. Komisyon burada farklı bir bakış açısı benimsemek istiyor. Dil, söylem ve retorik bir şeyler yaparlar: toplumsal kategoriler oluşturur, emirler verir, bizi ikna eder, haklı çıkarır, açıklar, sebepler, mazeretler sunarlar. Gerçekliği inşa eder”.7Truth and Reconciliation Commission, 1998. III “Perpetrators”, §124, 294. http://www.justice.gov.za/trc/report/.

    Austin’in altını çizdiği gibi, performatifliğin, felsefi, yani Aristotelesçi dil düşüncesinin kabul edemediği ve bu nedenle ilgilenmediği bir söylemsellik türü olduğunu belirtelim. Aristoteles ile “bir şey hakkında konuşabilirsiniz” (felsefe içinde hakikati hedefleyerek) ya da “birisine konuşabilirsiniz” (ikna etmeyi amaçlayarak, retorik dâhilinde), ama hepsi bu kadar. Söylemselliğin üçüncü bir boyutu yoktur – ne doğru ne de yanlış olan dua bile, sonuçta tanrıları ikna etmek için yapılır.

    Austin’i çok kötülenmiş sofistlerle ilişkilendirmemin –ki bu Austin’in kesinlikle yapmadığı bir şey– nedeni, Austin’in kendi vardığı sonuçlardan dolayıdır. Kitabını şunun altını çizerek bitirir: “Şu iki eski saplantıyla oynamayı seviyorum: doğru/yanlış fetişi, ve değer/olgu fetişi”. Son dersinin son cümlesini de unutmamalıyız: “Bunu felsefede uygulama eğlencesini okurlarıma bırakıyorum”.8Austin, John L. 1962. How to Do Things with Words. Cambridge, MA: Harvard University Press, 151 ve 164. Bu bakımdan felsefe, evrensel denilen şeyle tekillerin çeşitliliği arasındaki bir gerilimdir ve çevirinin kendisi tam da bu nedenle bir performanstır.

    Politik Bir Tavır: Ne Globish Ne de Ontolojik Milliyetçilik
    Fransızca sözlüğün açıkça Avrupa temelli politik bir amacı vardı. Nasıl bir dilbilimsel-felsefi Avrupa veya dünya istiyoruz? Yanıt şu: İstemediğimiz iki şey var: “Globish” ve “ontolojik milliyetçilik”. “Globish”, IBM’in eski yöneticisi Jean-Paul Nerrière tarafından, anadili İngilizce olmayanların uluslararası –çoğu zaman anlaşılmadıkları için anadili İngilizce olanlardan daha başarılı şekilde– iş yapmak için benimsediği kısa ve özlü küresel İngilizceyi belirtmek için türetilen bir ifade. Sözlük bu anlamda bir tür “ne o, ne de o” hareketi. Tüm dünyada İngilizcenin her türlü uluslararası görüşmenin tek egemen dili olmasında şöyle bir tehlike var: Kendi dillerimiz “ahmak” birer lehçeye indirgenebilir ve böylece herhangi bir politik geçerliliği kalmayabilir. Fransızca, Almanca vb. diller yalnızca ülke içinde konuşmak için geçerli olur, hatta miras politikası yoluyla nesli tükenmekte olan türler olarak korunmaya çalışılır. Elbette, “uluslararası bir dile”, doğrudan iletişimin ortak diline ihtiyacımız var ve İngilizce, günümüzde açıkça İmparatorluğun ekonomik ve diplomatik dili. Ancak tarih boyunca kültürel nedenlerle Yunanca, politik nedenlerle Latince, kısa bir süre için Fransızca da böyle olmuştur ve yakın gelecekte örneğin bazı kâhinlere inanırsak Çince de böyle olabilir.

    Diğer taraftan global İngilizce olarak Globish’in yayılmasının bazı ilginç felsefi nedenleri de var. İmparatorluğun dili ile analitik felsefe arasında bir bağlantı kurmak imkânsız değildir. Önemli olan kelime değil kavram ise, o zaman Aristoteles benim Oxford’daki meslektaşım olabilirdi; çünkü bu görüşe göre kavramın hâkimiyeti bize, farklı dillerden ve zamandan bağımsız, evrensel olanın bir tür meleksi masumiyetini gösterir. Evrenselin bu masumiyetine, gündelik (ordinary) olanın militanlığı eşlik eder. İngilizce, bu bakımdan kendine özen gösteren gündelik konuşmanın mükemmel dilidir. İster ampirizm altında, ister dilsel dönüşten sonra gündelik dil felsefesi altında olsun, bu dil metafiziğin iddialarını söndürmüştür. Dillerin tarihine ve kalınlığına sıkışmış kıta felsefesini eciş bücüş hâle getiren ve Globish tarafından desteklenen “analitik İngilizce”nin gücü bundan kaynaklanmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, çevrilemezlik diye bir şey olamaz. Daha da kötüsü: bunun hiçbir faydası yoktur. Bu, Derrida tarafından yıllar önce karşılaştırmalı edebiyat bölümünde ortaya atılmış bir ifadeden başka bir şey değildir.

    Bu bağlamda Globish’in tehlikesi bana başka bir şey daha ifade ediyor. Bu olgu, günümüzde “bilgi ekonomisi” adlı yeni bir hastalıktan ayrı tutulamaz. Her yerde uzmanlık dili hâkim. Bizi içine hapseden bilgi temelli bir toplumun bitmeyen bir gözetimi altındayız. Brüksel’e yazılan her dosya, doküman İngilizce yazılmalı. Kendi dilimiz, yazarı ya da eseri olmayan bir dil hâline geldi, geriye kalan şey sadece başvuru dosyaları. Buradaki model, elbette, kalitenin yalnızca nicelikten başka bir şey ifade etmediği bir dünya yaratan Google ve algoritmalar yaratan arama motorlarının dili; bizler bunun içinde yaşamak zorundayız.

    Bunun tam tersi tarafındaki felaket senaryosu ise hermenötik ve kıta Avrupasıyla ilgili ve Alman Romantizmine kadar uzanan dillerin “dehası” sorunuyla bağlantılı. Heidegger’in her şeyi trajik bir biçimde özetleyen şu ifadesine ara sıra hep geri dönerim:

    “Yunan dili, Yunanca felsefi terminolojiyle yüklü olduğu için değil, temel yapısı ve oluşumu içinde felsefe yaptığı için bir felsefe dilidir. Bu, elbette farklı derecelerde her gerçek dil için geçerlidir. Bunun ne ölçüde böyle olduğu, dili konuşan ve onun içinde var olan insanların kökenlerinin derinliğine ve gücüne bağlıdır. Yalnızca Alman dili, Yunanca ile karşılaştırılabilecek derinliğe ve yaratıcı bir felsefi karaktere sahiptir”.9Heidegger, Martin. 2002. The Essence of Human Freedom. An Introduction to Philosophy. Translated by Ted Sadler. London: Continuum, 36.

    Buna göre dillerin hiyerarşisi, Varlık’a olan yakınlıklarına bağlıdır: Yunan dili ve Yunancadan daha çok Yunanca olan Almanca! Jean-Pierre Lefebvre’in “ontolojik milliyetçilik” dediği şey ise tam olarak budur.10Lefebvre, Jean-Pierre. 1990. “Philosophie et philologie: Les traductions des philosophes allemands.” içinde Encyclopædia universalis. Vol. 1, Symposium: Les enjeux. Paris: Encyclopaedia universalis, 1990. Sözlüğümüze ilişkin tüm çalışmalar, çevrilemez olanı kutsallaştırma eğilimine karşı çıkmaktadır.

    Çevrilemezler Sözlüğünün Farklı Çevirileri
    Bu Sözlük tam olarak hâkim olamadığım bir şey ve hiçbir şey beni bundan daha mutlu edemez. Çevrilemezler sözlüğünü çevirmenin zorluğunun doğası da tam bu. Böyle bir kitap olmuş bitmiş bir başarı değil, devam eden bir çalışma, bir tür enerji olarak görülebilir. Burada, Aristoteles’i izleyerek Humboldt’un ergon ve energeia arasında yaptığı ayrımı hatırlayabiliriz. Klasik bir sanat eseri ya da insan tekniğinin bir ürünü bir ergon’dur, ama dil bir energeia’dır, çünkü kendini sürekli olarak inşa eder. Humboldt, Kawi Diline Giriş kitabında, energeia’yı betimler: energeia, “söylenen herhangi bir sözcüğün tekil ediminin” bir açıklamasıdır, o hâlde dilin kendisi yalnızca “bu konuşulan sözcüğün bir edime yönelik bütünleştirici yansımasıdır” ve aynı zamanda “devam eden bir faaliyettir”, dahası çeviriler de “kalıcı eserlerden çok devam eden işlerden” ibarettir.11von Humboldt, Wilhelm. 1907. “Über die Verschiedenheiten des menschlichen Sprachbaues und seinen Einfluss auf die geistige Entwicklung des Menschengeschlechts [1836].” İçinde Gesammelte Schriften. vol VI. edited by A. Leitzmann et al. Berlin: Behr, 183-84. Konuşma edimleri, dil edimleri ve çeviri edimleri üç tür performanstır.
    Çevrilemezler Sözlüğü’ndeki her çeviri yeni bir öyküdür, ilk tavrın yorumlayıcı bir biçimde sahiplenilmesidir, yeni bir dile ve yeni bir kültürel çerçeveye uyarlanmış hâlidir. Orijinal Fransızcadaki niyet, her seferinde tamamen yeniden şekillendirilmiştir. Birkaç örnek vermek istiyorum.

    Sözlüğün Amerikan versiyonunda, klasik İngilizce ile global İngilizce arasında bir gerilim var. Çevrilemezler Sözlüğü, Globish’e karşı klasik İngilizceyi yeniden canlandırıyor. Kıta felsefesi terimlerinin, İngilizceye çoğunlukla “Fransız veya kıta felsefesi teorisi” etiketi altında çevrildiğini ve bunun karşısına, rasyonel evrenselliğe abartılı bir güven yerleştirerek zamansal ve kültürel farkları göz ardı eden analitik felsefe geleneğinin nasıl konulduğunu gösteriyor.

    Ukraynaca çeviri, felsefi bir dil olarak Ukraynacayı Rusça ile bir diyaloğa sokarak, gerilim hâlindeki bu iki ülke arasında birlikte çalışan bir filozoflar topluluğu yaratmanın yolunu arıyor. Dahası bu gerçekleşti, çünkü Kiev’de aynı yayıncı ilk Rusça ciltler yayınladı. Bu, mevcut çatışmaları aşan bir işbirliği olmanın yanı sıra, Avrupa tarafından, entellektüel biçimde en angaje barış çalışmasının bir örneği olarak tanınmayı ve desteklenmeyi hak ediyor.

    Sözlüğün politik bölümlerinin («İnsanlar», «Hukuk», «Kader” veya “Devlet” gibi bölümler) Arapça uyarlaması, bu kavramların Arapçadaki radikal farklılıkların altını çiziyor. Aynı zamanda kavramların gönderimde bulunduğu sınırları da yeniden çizmeye çalışıyor.

    Brezilya’daki Portekizce baskı, postkolonyal dil, dilsel “yamyamlık” ve Hint dilleriyle etkileşim sorunlarını ele alıyor. Somutçu şairlerden ödünç aldıkları bir kelime olan “intraducao” kavramını uyguluyorlar.

    İbranice baskı, kutsal dili felsefi dilden ve sıradan dilden ayıran boşluğa dair tartışmalı politik soruyu ele alıyor ve bu, İbranicenin mevcut durumunu, dilin tarihsel bir incelemesi bağlamında, İsrailleşme ve Amerikanlaştırmadan oluşan çifte sömürge gettosundan kurtulmak için bir fırsat sağlayabilir.

    Şurası açık ki, dil ve çeviriye yönelik felsefi bir araştırma, politik boyuttan ayrılamaz. Buğday ya da yağ politikasına alışkınız, ancak Paul Valéry’nin dediği gibi “zihnin politikasına” da ihtiyacımız var.

    Her çeviri bir maceradır ve söz konusu dile özgü yeni terimler ve ifadelerle uğraşır durur. Bu noktayı netleştirmek için yeni maddeler ekleyebiliriz. Örneğin Amerikan versiyonunda, Cinsiyet (Gender) ve Cinsiyet Belası (Gender Trouble), Arapça versiyonunda Şeriat, Portekizcede Intraducao, İbranicede Erev rav gibi yeni maddeler var. Bu son terim, hem Mısır’dan ayrılan Yahudileri takip edenleri, hem de radikal dinî söylem içerisinde içerideki düşmanı belirtir.

    Milliyetçi Bir Oyunu Nasıl Tekrarlamamalı?
    Paradigma Olarak Çeviri: Farklılıklara Dair Bir Üslup
    Farklılıklarla uğraştığımızda karşımıza çıkan tehlike, dışlayıcı tekillikleri alevlendirmek ve her türlü özcülüğü arttırmaktır. Hem dilbilim hem de dil açısından “milliyetçi” oyundan uzak duracağımızdan emin olabilir miyiz?

    Bir kez daha Derrida’dan alıntı yaparak cevap vermek istiyorum: “Benim tek bir dilim var, ama aynı zamanda bu dil bana ait değil. Tekil ve alevli bir tarih, bu evrensel yasanın, yani bir dilin sahibi olunamaz”. Onun tekil tarihi (Cezayir’de Arapça yabancı dil olarak öğretiliyordu; Derrida, 1944’teki Cremieux Kararnamesi’yle Fransız vatandaşlığını kaybeden genç bir “kara-ayak” Cezayirli Yahudiydi), bize bir dile “sahip olduğumuzu” bilmenin ilk koşulunun en azından iki dili anlamak olduğunu öğretiyor. Konuştuğumuz “dili” anlamak için en az iki dili bilmemiz veya öteki bir dile yaklaşmamız gerekir. Bir dile sahip olunmadığını söylemek, bir dil ile bir halk arasındaki bağı gevşetmek, dili “ulussuzlaştırmak” ve ulusal alanı aşmak –entre (arada) dediğim şeyi– açmak demektir.

    Postkolonyal mesele burada da söz konusu: Fransa’nın denizaşırı okullarındaki ders kitaplarında, “Atalarımız Galyalılar” gibi meşhur numaralar olmasına rağmen, Kateb Yacine, Fransız dilini “savaş ganimeti” olarak benimseyebilir ve el üstünde tutabilir.
    Hiçbir zaman “herhangi bir halka ait olduğunu” hissetmeyen Arendt, Almanya’yı değil, Almancayı “tek memleketi” olarak seçmişti – Amerika’da sürgündeyken, Almancanın zihninde nasıl yankılandığını yazmıştı (ama İngilizce!).

    Dolayısıyla, Derrida’nın “Birden fazla dil” ve “Bir dilin sahibi olunmaz” deyişleri, benim için çeviri hakkında yeterince doğru düşünmenin iki parolası.

    Çeviriye, aidôs, yani “saygı” kavramıyla başlıyor (tam olarak banliyölerimizin ve gettolarımızın aradığı şey). Benim gibi ama yine de benim gibi olmayan ötekinin bakışının farkında olmak, ötekini gözetmek meselesi: İlk bakışta ötekinin barbar olmadığına inanmak politikanın temelidir.

    Birden fazla! İnsan olmanın birden fazla yolu, birden fazla dil, birden fazla anlam, birden fazla çeviri ve birden fazla iyi çeviri. Her çeviri –her çevirmenin bildiği gibi– sizi birden fazla olasılıkla meşgul eder. Bunlar iyi veya kötü olabilir ve kesinlikle bazıları diğerlerinden daha iyidir. Bu nedenle Humboldt, bir metni kendimiz (yeniden) çevirdiğimizde, orijinal metindekinden başka bir şey öğrenmek ve başka bir metin deneyimi yaşamak için masamızda bir değil birden fazla çeviri bulundurmamızı tavsiye eder.

    Ne zaman çeviri yapsak, diller arasında gidip geliriz, şu ya da bu dilin özselliğini ortadan kaldırırız. Bu bağlamda mesele, sabit özler veya değişmez fikirler yerine boşluğu, “entre” dediğimiz şeyi göstermektir. Mesele, karşılıklı etkileşim, birbirini besleme ve Berman’ın ozan Jaufré Rudel’den ödünç aldığı ifadeyle kullanırsak, “uzaktaki için bir sığınak” yaratma meselesidir. Kısacası, iş başında olan energeiai ya da enerjiler vardır, yalnızca erga ya da olmuş bitmiş işler değil –Meschonnic’in bize hatırlattığı gibi, bir metnin söylediğini değil, onun yaptığını çevirmeliyiz. Bu bakımdan energeia bir tür operatör, tekil ya da özel, genel ya da evrensel arasında bir tür diyalektik olmayan menteşe işlevi görür; evrenseli karmaşıklaştırmamıza izin veren tutarlı bir göreliliğin operatörüdür.
    Hannah Arendt için çoğulluğun ve çeşitliliğin politikanın koşulları olduğunu hatırlayalım. Denktagebuch adlı kitabını hem sürgünüyle başa çıkmanın bir yolu hem de felsefi bir tavır olarak birkaç dilde yazmıştı:

    “Dillerin çoğulluğu: Tek bir dil olsaydı, belki de şeylerin özünden daha emin olurduk.

    Belirleyici olan şudur: (1) birçok dil vardır ve bunlar yalnızca kelime dağarcıklarıyla değil, aynı zamanda gramerleriyle, yani esas olarak düşünme tarzlarıyla da ayırt edilirler ve (2) tüm diller öğrenilebilir.

    Şeylerin temsilini desteklemek için orada bulunan nesneye ‘masa’ ya da İngilizce ‘table’ denilebileceği göz önüne alınırsa, bu durum, yaptığımız ve adlandırdığımız şeylerin hakiki özünden bir şeyi kaçırdığımızı gösterir. Dünyayı belirsiz kılan, duyular ve yanılsama potansiyelleri değil, daha ziyade, dil içinde ve her şeyden önce dillerle birlikte verilen anlamın ikircikliğidir.

    Yabancı dil öğrenmek mümkün olmasaydı, dünyanın bu tereddütlü ikircikliği ve bu dünyada yaşayan insanın güvensizliği doğal olarak var olmayacaktı; ancak bu durum bize, kendi dünya görüşümüzün dışında, ortak ve özdeş bir dünya söz konusu olduğunda, başka ‘uyuşmaların’ da olanaklı olduğunu gösterir. İşte bu nedenle evrensel dil bir saçmalıktır, ‘insanlık durumu’na terstir; ikircikliğin yapay biçimde tekdüzeleştirilmesi bundan kaynaklanır”.

    Bu “tereddütlü ikirciklik”, şeylerin özünden emin olmadığımız anlamına gelir ve aynı zamanda dünyayı “politikleştirir”.12Arendt, Hannah. 2003. Denktagebuch, Vol. 1: 1950–1973. München: Piper Verlag, 42-43.

    *Académie française üyesi, Felsefelerin Avrupalı Kelime Hazinesi: Çevrilemezler Sözlüğü editörü.



    1 Cassin, Barbara, ed. 2004. Le vocabulaire européen des philosophies, dictionnaire des intraduisibles. Paris: Seuil.
    2 Novalis. 1983. “Monologue.” In German Aesthetic and Literary Criticism: The Romantic Ironists and Goethe, edited by Kathleen Wheeler, 92–93. Cambridge: Cambridge University Press.
    3 Derrida, Jacques. 1989. Memoires for Paul de Man. New York: Columbia University Press, 38.
    4 Lacan, Jacques, Seminar XII, 12 May 1965.
    5 Lacan, Jacques. 1973. “L’Etourdit.” Scilicet 4: 47.
    6 Gorgias, Encomium of Helen, 82B 11DK, §8.
    7 Truth and Reconciliation Commission, 1998. III “Perpetrators”, §124, 294. http://www.justice.gov.za/trc/report/.
    8 Austin, John L. 1962. How to Do Things with Words. Cambridge, MA: Harvard University Press, 151 ve 164.
    9 Heidegger, Martin. 2002. The Essence of Human Freedom. An Introduction to Philosophy. Translated by Ted Sadler. London: Continuum, 36.
    10 Lefebvre, Jean-Pierre. 1990. “Philosophie et philologie: Les traductions des philosophes allemands.” içinde Encyclopædia universalis. Vol. 1, Symposium: Les enjeux. Paris: Encyclopaedia universalis, 1990.
    11 von Humboldt, Wilhelm. 1907. “Über die Verschiedenheiten des menschlichen Sprachbaues und seinen Einfluss auf die geistige Entwicklung des Menschengeschlechts [1836].” İçinde Gesammelte Schriften. vol VI. edited by A. Leitzmann et al. Berlin: Behr, 183-84.
    12 Arendt, Hannah. 2003. Denktagebuch, Vol. 1: 1950–1973. München: Piper Verlag, 42-43.