TARİHSEL HADİSE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: François Dosse*

    Hadisenin dört bir yandan “geri dönüş”üne şahitlik ediyoruz.1Editörün notu: Fransızca “événement” kelimesi Türkçede sadece “hadise” ile karşılanmayabilir, “vaka” ve “olay” sözcükleri de muhtemel çevirilerdir. Özellikle tarihî hadise bağlamında “vaka” kelimesi, vakayinameler ve vakanüvisler göz önüne alındığında … Continue reading Fransız Gallimard Yayınları bünyesinde “Fransa’yı Yaratan Günler” dizisinin yeniden doğuşu, bunun birçok belirtisinden sadece biri. Yapı, sabitler, uzun süre, hareketsiz tarih kavramları örgütleyici kaos, felaketler teorisi, acil durum, canlandırma, dönüşüm, yarık vs. kavramlarıyla yer değiştiriyor.

    Bu değişim sadece tarih disiplinini etkilemiyor. Beşerî bilimlerin hepsinde bu değişimi görebilirsiniz; bunun yanında, hadise üzerine yenilenmiş bir sorgulamaya yeniden tekabül eden yeni bir dikkat kesilme meşgalesine de tanık olursunuz. Bu sebeple, hadise kavramını farklı disiplinlerin bakışıyla sınamak, bu kavramın potansiyel verimliliğini ve bulgusal değerini ölçmek adına kıymetli görünüyor. Michel de Certeau’nun 1968 Mayıs Olayları hakkında dediği gibi, “Hadise olagelen şeydir.”2Michel de Certeau, La Prise de parole et autres écrits politiques, (1968), Paris, Seuil, 1994, s. 51.; bu da hadiseye yaklaşımımızda kaynaktan çıkışa doğru ya da sebeplerden izlere doğru bir yer değişimine neden olur.

    Buna karşın, beşerî bilimlerde hadisenin uzun zaman boyunca üstü örtülü kalmasından sonra görkemli “dönüşü”nün, 19. yüzyıl yöntemcilerinin tarihsel ekolünün kısıtlayıcı kavrayışıyla pek bir alakası yoktu. Hadiseden bize dönen ne oldu? Olgusal bir hadiseliğin basit bir geri dönüşüne mi şahitlik ediyorduk, yoksa hadise üzerine yeni bir bakış açısının doğuşuna mı? Hepsinden öte, hadisenin ne olduğu sorusunu kendimize sormuş muyduk?

    En başta, bu hadise [événement] kelimesi zaman içinde kendini nasıl tesis etmiş diye anlamak için birkaç sözlüğe bakmak yerinde olur. 15. yüzyıldan beri sözlüklerde rastladığımız bir kelime. O zamanlar çok geniş ve muğlak bir anlamı varmış, çünkü “başa gelen” her şey için kullanılıyor. Latince evenire kelimesinden geliyor; bu da “çıkmak”, “sonuçlanmak”, “neticelenmek”, “meydana gelmek” manaları taşıyor, dolayısıyla bir zuhur [avènement] anlamı var. Cicero’da kullanımı bir sürecin sonunu ya da sonucunu çağrıştırır. Aynı zamanda, hadise [événement] kelimesi eventum sözcüğünden gelir; ve eventus, kırılma mahiyetindeki bir fenomeni tarif eder, fakat pek kullanılmaz, tabii çoğul hâli hariç: eventa: “Hatta belki de bir sonuç fikrine sevindirici bir anlam katar.3Emmanuel Boisset, “Aperçu historique sur le mot Evénement”, Que m’arrive-t-il ? Littérature et événement, editörler: Emmanuel Boisset ve Philippe Corno, Rennes, Presses universitaires de Rennes, 2006, s. 18.” Günümüzden farklı biçimde, kelimenin Latince kavranışında beklenmedik ya da yeni bir şeyin ortaya çıkması anlamları yok. Yunan dünyasında kairos kelimesiyle birlikte hadise fikrinin bir öncülünü buluruz. Yunanlarda kairos kavramı, aion ve kronos kavramlarını birleştirme kabiliyetiydi; kaçırılmaması gereken vakitlice bir fırsatta bir eylemin gerçekleşmesine imkân sunuyordu. Kairos’u temsil eden tanrı bir delikanlıydı, perçemleri kalıncaydı, onu saçından tutmak için sinsi geçişini kollamak gerekiyordu. Böyle bir olayı başarmak da bilfiil hareket etmeye, ipleri eline alıp durumu idare etmeye, kökten bir değişime imkân sunuyordu. Kairos, tercümesi özellikle zor bir kelime. Hem kopuş hem açılım anlamları taşır, telos [amaç] kelimesine zıttır. İşte bu sinsi geçiş sayesinde, amaçsallık fikrinden kurtulabiliriz, kimliğini kendine has tekillikte bulabiliriz.

    17. yüzyılda akıbet manasındaki hadise gittikçe silindi ve geçip giden bir şeye, şöyle böyle önemi olan bir olguya, rutini bozan biraz sıra dışı yapıdaki bir şeye yerini bıraktı ki bu anlamı da o günden beri koruyor. Fakat bu anlam katmanlaşması, herhangi bir anlamdan ödünç alınacak birçok kullanımı da mümkün kıldı. Modern Fransızcaya kadar hadise kavramının üç seviyeli katmanlaşmasını görebiliriz. İlk seviyede, bir nedensellik formuna bağlıdır, ya bir akıbet ya da bir sonuç temin eder, ya da bunun gerçekleşmesinin imkân koşullarını tesis eder. Bu kullanım, tabir yerindeyse eski topraktır ve edebiyat sahasına havale edilir. İkinci anlamı bir ya da birçok insanla bir bağ tesis eder, ve insanın başına gelen şeye işaret eder, ya olumlu ya da olumsuz bir boyut kuşanır, “sevindirici bir hadise” ya da “elim bir hadise” ifadeleri de buradan gelir. Üçüncü anlamı da zamanın akışında beklenmedik bir kopuş fikridir.

    Yasaların olmasa da istikrarın ve sabitlerin kanıtlanması etrafında kendini tesis etmeye çalışan beşerî bilimler uzun zaman boyunca bir hadiseyi bozucu, umulmadık, gayet zayıf, ve bilimsel süreç namına indirgenmesi gereken bir unsur olarak tasavvur etti. Günümüzde ise durum tamamen farklı ve geri dönen hadise, ona tüm etkinliğini teslim edecek eşit derecede bilimsel bir bakışla irdeleniyor. Bir belirti ve anlamlı bir iz hâline gelen hadise, etimolojisinin de bizi çağırdığı üzere artık iki yönlü kavranıyor; hem sonuç ve başlangıç olarak hem de akıbet ve imkânların açılımı olarak. Hatta diyebiliriz ki “İmkân önceden var olmaz, hadise onu yaratır. Bir yaşam meselesi bu.”4Gilles Deleuze, Félix Guattari, “Mai 68 n’a pas eu lieu”, Les Nouvelles Littéraires, 3-9 Mayıs 1984, s. 75-76; sonradan yayınlandığı yer: Gilles Deleuze, Deux régimes de fous, Paris, Minuit, 2003, s. 216. diyen Deleuze’ün fikrine, her ne kadar bugüne dek hadisenin ön cephesinde ayrıcalık vermek daha alışıldık olsa da, bir belirişin sebebi gibi görünen nedensel tortuyu etkin kılmaya meyleder.

    Kenti tam kalbinden vuran canavar-hadise veya dünya-hadisesi ya da hatta bireyin sıradan yaşamını altüst eden mikro-hadise gittikçe daha fazla çözümsüz muamma ortaya koyar. Sfenks bilmeceleri gibidir bunlar, akılcılık kabiliyetini sorgulamak için çıkarlar, bunun yanında sadece anlamsızlığı değil, yeni mahiyetinde araya giren şeyin anlamını sindirme kabiliyetsizliğini de göstermeyi başarır; çünkü esasında hadisenin taşıdığı muamma, gıyabında yaşamını sürdürür. Raymond Aron, hadisenin modern anlamının kontrolden çıktığına dair 20. yüzyıla özgü bu kayış üzerinde ısrarla durmuştu: “Fransızca ‘hadise’ [événement] kavramı (Latince eventus kelimesinden gelir) ise meydana gelen şeyin öngörülemez ve tahmin edilemez sonucunu tarihsel bakımdan vurguladı.5Raymond Aron, Dimensions de la conscience historique, Paris, Plon, 1961, s. 155.” Sfenks, yahut hadise aynı zamanda Feniks’tir, asla gerçekten yitip gitmez. Birçok iz bırakır ve müteakip hadiselerle hayalî mevcudiyetini yeniden oynamak için durmadan geri döner, her seferinde yepyeni teşekkülleri teşvik eder. Bu manada, kesinlikle bitti denecek çok az hadise vardır, çünkü müteakip tekrar sahneleme için daima elverişlidirler. Hatta, tekil fenomenler için yenilenmiş bir ilgi, hadise kavramına yeni bir merkeziyet temin eder.

    Hadise yıkıcı olduğu için zamanı yeni biçimlemelere göre yeniden yapılandırır. Anlatıma, hikâyeye, izlere dikkat etmek bu öznel tarafı yani zamana dair bu kişisel ve bireysel kavrayışı değerlendirmeye davet eder: “Bir kişilik ve bir olay örgüsünü birleştiren bir anlatının hareketi içine girdiğinizde hadise kişiyi aşan tarafsızlığını kaybeder.” diyordu Paul Ricoeur.6Paul Ricoeur, Soi-même comme un autre, Paris, Seuil, 1990, s. 169. Hatta kimileri üçlü ilişkiyi gündeme getirerek biyografik hadiseyi izah edecek ideal bir tipik kavram bulmaya çalışırlar; Erving Goffman da öyle yapmıştı, hadisedeki faal-tanık mahiyetindeki özneyi tanımlayan Ben mevkisi, özneyi mağdur mevkisine yerleştiren rastgele bir tipte ve nesnel denen mercinin mevkisi ve başkalarıyla ilişkinin mevkisi arasındaki üçlü ilişkiyi ele almıştı.7Michèle Leclerc-Olive, Le dire de l’événement (biographique), Lille, Septentrion, 1997, s. 59.

    Didier Alexandre’ın vurguladığı gibi, “Hadise doğal, felaket ya da ufacık bir fenomen olabilir, ya da toplumu etkileyen toplumsal-tarihsel bir fenomen. Fakat bu hadise bir öznenin mevcudiyetinde yankılanmadığı sürece ve dolayısıyla özne ona dair bir anlayış geliştirmediği sürece saf bir fenomen olarak kalmaya devam eder.8Alexandre Didier, “Le parfait de l’événement”, editörler: Didier Alexandre, Madeleine Frédéric, Sabrina Parent, Michèle Touret, Que se passe-t-il ? Evénement, sciences humaines et littérature, Rennes, Presses universitaires de Rennes, 2004, s. 179.” Jorge-Luis Borges de hadisenin içkin boyutunu vurgular. Bütün eserlerinde psikolojik bir Benin üstünlüğünün yapısını bozmaya çalışır, çünkü Borges için bu Ben metafizik temellerden ve özgün gerçeklikten yoksundur: “Ben yok. Hayatın her hadisesi tek bir parçadan yapılır ve kendine yeter.9Jorge-Luis Borges, “Autour de l’ultraïsme”, Œuvres complètes, Paris, Gallimard, cilt 1, 1993, s. 856.” Borges, basit bir olgular silsilesi mahiyetinde anlaşılan zamana dair geleneksel kavrayışı sorgular ve bu reddiye tüm eserlerinde görülebilir: “Bütün olguların art arda geldiği yegâne zamanın varlığını reddediyorum.10A.g.e., s. 803.” Bu sayede Borges kendi namına Herakleitos’un ünlü kavrayışını sahiplenir, hani kimse aynı nehirde iki kez yıkanamazdı, çünkü nehrin akışı bile aynı değildi, zaman da öyle akardı. Hem fani hem ölümsüz zaman iki arada bir derede kalır, bıkmadan sorgulasak da ondan nihai bir cevap çıkaramayız. Hâliyle, Borges’e göre hadise, parlayan andır, tanımlanamaz; çokluğa işaret eder, bireyin çoğul parlamasına. İfade, görüneni aktarmaya yetmez. Bir başka taraftan, yani felsefi taraftan, Michel Foucault’nun tüm eserleri de bu muammayı yahut dönüşümü sorgulamaya yönelir. Borges de buradan köklü bir eleştiri çıkarır; basit silsile bağlamında ya da eşzamanlılık biçiminde geçmişi tarif eden tarihçilerin kullandığı geleneksel kavramları sorgular.

    Hadise son zamanlarda yeniden keşfedilen toplumsal evren için ayrıcalıklı bir unsur hâline geldi, hem de indirgeyici arketiplerden itibaren değil, genelleyici bir menzile sahip derslere dönüşebilme kabiliyeti olan tekilliklerden itibaren. Timothy Tackett, Kral 16. Louis’nin Varennes’e kaçış hadisesini sonrasında yaşanacak Korku politikasının rahmi olarak anlattığında olan şey bu. Hâliyle, Timothy Tackett’ın gösterdiği üzere, hadise, bilhassa çok geniş alana hızla yayılan heyecan boyutu sayesinde muazzam bir öneme sahiptir: “Bu öyle heyecan uyandıran bir hadiseydi ki insanlar acilen tanıklıklarını anlatma ve tecrübelerini paylaşma ihtiyacı duydular.11Timothy Tackett, Le Roi s’enfuit. Varennes et l’origine de la Terreur, Paris, La Découverte, 2004.” Bu sebeple, Fransız toplumunun farklı unsurlarının aktörleri nezdinde hadisenin kişisel tarafta içselleştirilmesini kavramak elzem olur, zira Devrimin sonraki süreci onların temsiline bağlıdır. Hadise burada kamuoyunun kolektif psikolojisini altüst etme kapasitesi ile tasavvur edilir. Bu kanıtlama sayesinde Timothy Tackett, o vakte kadar hüküm sürmüş teleolojik görüşlere bir ders verir, özellikle de François Furet’nin sunduğu okumalara, çünkü Furet için devrim korkuyu beraberinde getirir, tıpkı bulutların fırtınayı beraberinde getirdiği gibi. Rastlantısal ve hadise temelli kısmın yeniden inşa edilmesi, bağlama yalnızca önemsiz bir rol atfeden böyle bir okuma türünü kırar: “Kralın kaçış hikâyesi, bu kadar basit bir doğrusal nedensellik hipotezine karşı bizi uyarır. Devrimin rastlantısal ve öngörülmeyen doğasını tam zamanında bize hatırlatır.12A.g.e., s. 255.” Timothy Tackett’ın giriştiği hadise anlatımının tüm marifeti, betimlenen hadise ile sonuçları arasında basit ve mekanik bir nedensellik ilişkisi kurmaya çalışan bir tuzağa düşmemekte yatar. Bir başka deyişle, kaçışın kendisi hemen kaçınılmaz şekilde korku yaratmaz. Aslında 1791’de Kamu Güvenliği Komitesi hâlâ yoktu, ama nedensellikle değil öylece, “Bu bayağı kaçış, Varennes’e kaçış, tüm sonuçlarıyla birlikte, Fransa’daki toplumsal ve siyasi iklimi kökten değiştirdi.13A.g.e., s. 260.

    Hadisenin bıraktığı ize ve onun müteakip dönüşümlerine sunulan bu yeni ilgi çok esaslıdır ve kısa vadeli sanılan hadisevi ile uzun vadeli denen yapısal arasında bir seçim yapmaya dayanan fakirleştirici ve indirgeyici yanlış bir ikilemden kaçınmamıza imkân verir. Bu açıdan, hadise basit bir veri değildir, biriktirdikten sonra gerçekliğine şahit olmak yetmez, anlamın simgesel inşasının rahmi mahiyetinde toplumsal evrenin bütününe işaret eden bir kurgudur. İşte Claire Gantet de hadisenin nasıl düşe kalka tesis edildiğini böyle gösterdi, doğrusal olmayan bir tarzda kolektif hafıza onu ya kavrar ya da bir kenara bırakır, ama daima dönüştürür, 1648 tarihli Vestfalya Anlaşmasında olan şey de bu: “Hafıza, hadiseye kapılmak yerine hadiseyi işledi.14Claire Gantet, La paix de Wesphalie (1648). Une histoire sociale, XVIIe-XVIIIe siècle, Belin, 2001, s. 9.

    Yeniliğin tezahürü yahut başlangıç mahiyetindeki hadisenin münasebetsiz gücünü teyit etmek bizim zamanımıza tekabül eder. Demek ki kapalı ve tek taraflı bir anlamı içine hapsedilmeye indirgenmeyen hadisenin manası herhangi bir araştırma (bu araştırma istediği kadar titiz olabilir) ardına gizlenemez, böyle bir girişim imkânsız olur, kabul edilemez. Michel de Certeau’nun dediği gibi, muamma devam eder, ama bu araştırmadan vazgeçme anlamına gelmez; tam aksine, kibir paçavralarını bir tarafa bırakmayı ve hazır açıklamalardan ve kalıplardan kurtulmayı gerektirir.

    Braudel’in “ateşböcekleri” avladığı günler geride kaldı, ki kendisi hadisenin anlamsızlığına vurgu yapar ve hadiseyi köpük olarak görüp temizlenmesi gerektiğini düşünür. “Müfrit bir duman” der ve “sosyal bilimler hadiseden neredeyse dehşete kapılır.” diye de teyit eder. Haksız da değil. “Kısa zaman en kaprisli şeydir, sürelerin en aldatıcısıdır.15Fernand Braudel, “‘Histoire et sciences sociales’: la longue durée”, Annales. E.S.C., n° 4, Ekim-Aralık 1958, s. 725-753; sonradan yayınlandığı yer: Ecrits pour l’histoire, Paris, Flammarion, 1969, s. 746.” Öğrencisi Emmanuel Le Roy Ladurie’nin sadece hareketsiz tarihten bahsettiği günler de geride kaldı. “Ekol [Annales Ekolü], araştırdığı toplumların suretini yansıtır: Yavaşlık. Kendi süresini bizim yüzyılımızın uzun vadesiyle tanımlar… Yüzeyde geçen fenomenlere karşı da gayet kayıtsızdır.16Emmanuel Le Roy Ladurie, “L’histoire immobile”, Collège de France Açılış Dersi, 30 Kasım 1973; sonradan yayınlandığı yer: Le territoire de l’historien, 2. cilt, Paris, Gallimard, 1978, s. 14.

    Uzun vade modasına kapılanlara karşı olan tarihçiler arasında Pierre Nora 1972 gibi çok erken bir vakitte “Hadisenin Dönüşü17Pierre Nora, “Le retour de l’événement”, editörler: Jacques Le Goff ve Pierre Nora, Faire de l’histoire, 1. cilt, Paris, Gallimard, 1974, s. 210-228.” konusunu işledi (makale ilk kez Communications dergisinde yayınlandı, daha sonra 1974’te üç ciltlik Faire de l’histoire [Tarih Yapmak] eserine eklendi). “Pozitivist” tarihçilerin eski neslinden eski moda bir hava taşıyan bu “dönüş”ün medya aracılığıyla gerçekleştiğini söylüyordu. Var olmak algılanmaktır, bunu yapmak için de çeşitli medya unsurları, hadise üretimini tekelde denetleyene dek ustalaştılar. Pierre Nora, Dreyfus Meselesinde modern manadaki ilk hadiseyi görür, çünkü orada her şey medyaya bağlıdır. Kitle medyası mevzusu yahut şahit olduğumuz hadise hemen köpük gündeme dönüşüyor ve mevcut meselelere karşı hassasiyeti baştan yaratıyor, üstelik mevzuya bir tarihsellik görüntüsü veriyor. Bu çağdaş hadiselerin bazılarını işiterek algıladık (Mayıs 1968 protestoları, General de Gaulle’ün 30 Mayıs 1968 tarihli Konuşması) bazılarını da suretiyle (Prag işgali, Apollo’nun Ay’a inmesi, Tiananmen Meydanının zapt edilmesi). Dolaysızlık, hadiseyi çözmeyi kolaylaştırır çünkü birden gelip bize çarpar, ayrıca zorlaştırır çünkü aniden ortaya çıkar. Pierre Nora’ya göre bu tezatlı durum, hadiseye yönelik bir yapısöküm çalışması gerektirir, bu çalışmayı tarihçi yapmalıdır ki medyanın hadiseyi nasıl ürettiğini anlayabilsin.

    Paul Ricœur’e göre, hadisenin çözünmesi ve yücelmesi arasında bir dönüşüm gerçekleşir, bu da yorum-bilgisinden başlamaya bağlıdır. Hadise o zaman kurucu bir (Bastille Baskını) ya da yıkıcı bir (Auschwitz) anlatı kimliği kuran anlatı inşasının bütünleyici bir parçası olur. Dolayısıyla, geri dönen hadise, anlamı bizzat üretir. Gallimard Yayınları bünyesindeki “Fransa’yı Yaratan Otuz Gün” başlıklı klasik dizide 27 Temmuz 1214 tarihli Bouvines Muharebesi hadisesini yeniden anlatmaya çalışan Georges Duby, 1973’ten itibaren bu ispatlamayı kullanır. Sadece çarpışma gününü anlatmakla yetinmez, hadiseye de yüzünü döner; bize gösterdiği üzere, hadisenin anlamı sadece şanlı bir Pazar gününe indirgenemez, bu anlam ayrıca o anı kâh methedecek kâh unutulmaya mahkûm edecek kolektif bir hafızanın içindeki sonraki dönüşümlere bağlı olacaktır. İşte o zaman hadise, zihinsel temsillerin hareketli bir bütünü içinde bir hatıranın kaderi olur. O günü hadise olarak tesis eden şeyin bilhassa izleri üzerinden belirlendiğini gösterir: “İzler dışında hadise bir hiçtir.18Georges Duby, Le dimanche de Bouvines, Paris, Gallimard, 1973, s. 8.

    Hadiseler, söylemsel olsun olmasın sadece izlerinden saptanabilir. Tarihsel gerçekliği dil boyutuna indirgemeden, bir hadisenin tespiti ya da sabitleşmesi isimlendirilmesinden hareketle gerçekleşir. İşte bu sebeple dil ve hadise arasında çok temel bir bağ var, ki günümüzde etnometodoloji ve etkileşimcilik akımları ve pek tabii hermenötik yaklaşım bu bağı etraflıca dikkate alıyor ve sorunlaştırıyor. Bu akımların hepsi, tarihsel semantiğin temellerini atmaya yardımcı oluyor. Bu sayede eylem alanı dikkate alınıyor ve fizikselci ve nedenselci anlayışlarla bağ koparılıyor. Hikâye örgüsü, alakasız hadiseler arasında bağ kuran bir operatör rolü kuşanıyor ve fizikselci açıklamanın nedensel bağının yerine geçiyor. Tarihsel bilincin hermenötiği hadiseyi iki tarih-ötesi kategori arasındaki içsel bir gerilim içine yerleştiriyor; Koselleck’in işaret ettiği üzere, bu kategoriler, tecrübe alanı kategorisi ve beklenti ufku kategorisidir.19Reinhart Koselleck, Le Futur passé. Contribution à la sémantique des temps historiques, Paris, éd. EHESS, 2000.

    Hadiseviliğin izine ve mirasçılarına doğru bu şekilde kayışı, tarih disiplininin kendine gerçekten geri dönmesine neden oldu, ki buna hermenötik çevre ya da tarih-yazımsal bir dönüm noktası diyebiliriz. Bu yeni hareket, hadisenin kendisi ve mevcut konum arasındaki tarihçi yazımının zincirleme dönüşüm ve kayışlarında anlam değişimlerini izlemeye bizi davet eder. Tarihçi o zaman metin çerçevesinden hareketle hadisenin üretimi ve algısının farklı biçimleri hususunda kendini sorgular. Tarihçinin yazımı sayesinde mümkün olan bu yeni keşif, ulusal hafızayı yattığı yerden kaldırır ve hatta mevcut hafıza kuvvetini de pekiştirir. Tarih-yazım ve hafızanın yenilenmesi sayesinde tarihçiler bir geçmişi yâd etme işine girişirler ve beşerî bilimlerde mevcut düşünce ve yorum gayretine katkıda bulunurlar.

    Yapıları değerlendirme ve hadiseleri değerlendirme arasındaki sahte seçenekten çıkış girişimi, sosyal bilimlere şimdiye kadar ilham vermiş sahte yarıkları aşmaya imkân sunan entelektüel araçların keşfi sayesinde doğru yol olarak görünür. Özellikle de eylem alanıyla bağı dâhilinde tezahürün anlamı üzerine süregiden araştırmaları düşündüğümüzde… Amerikan pragmatist filozof Georges H. Mead’in eserlerinden bu minvalde fazlasıyla etkilenen Louis Quéré’nin çalışması için durum böyle.20G.-H. Mead, The Philosophy of the Present, Chicago, Chicago University Press, 1932; G.-H. Mead, “The Nature of the Past”, Selected Writing, Chicago, Chicago University Press, 1964, ss. 344-354. Eylemin zamanlaması ve düzenlemesi arasındaki bağı bu sayede kurabilmiştir. Mead’in gösterdiği üzere, geçmişin doğası bizzat var olmaz; aksine, şimdiyle kurduğu bağa sıkı sıkıya tabi kalır. Şimdinin belirişi daima yeni geçmişler ortaya çıkarır ve geçmişi şimdiye bağlı kılar. Geçmişin böyle göreceleştirilmesi ve geçmiş kurulurken şimdiye atfedilen öncelik, Mead için “merkezî bir kavramdan hareketle mümkün olur: Hadise kavramı.” Konumlanmış eylem mahiyetindeki hadisenin kendi etrafında zaman yapılanması cereyan eder. Hadise, onu önceleyen şeyle süreksizliği dâhilinde bile, geçmiş ve gelecek kavramları arasında ayrım ve düzenleme yapmaya zorlar bizi. Georges H. Mead’in pragmatik perspektifi, eylemin esas bir unsuru mahiyetinde bu zamansallığa bakmaya onu zorladı. Mead, tecrübe etmiş olduğumuz kadarıyla çocukluğumuzu hatırlamanın temsil ettiği şeyi örnek gösterir, yani şimdiki zamanımıza bağlı bir geçmiş değil de geleceğinden koparılmış bir geçmiş. Böyle bir şey sadece tuhaf bir ilgi uyandırır.

    Raymond Aron’un dediği gibi: “Geleceğin belirsizliğini geçmişe atfetmemiz gerek.” Böylesi bir kadercilikten çıkış hamlesi, tarihçiyi tekil durumlara geri döndürür, amaç da apriori bir belirlenimciliği varsaymadan o durumları açıklamaya çalışmaktır. Dolayısıyla, hadiseyi ortaya çıkarırken aynı zamanda o hadiseye bir anlam da veren bireylerin aracılık ettiği bu yeni düzenlemede hadise/durum çifti temel önem taşır. Eylem hâlindeki bu yeniden-inşa, ağırlık merkezini öznellikten öznellikler-arasına kaydırır, ve tarihsellik kavramını anlamada pragmatik dönemeç hakkında bir fikir edinmeye bizi davet eder.

    19. yüzyılla birlikte, tarih disiplini gerçekten profesyonel bir hâl aldı, kendine ait kural ve uygulamaları olan bir yöntem edindi, neye itibar edip neyi dikkate alacağına dair hususi tavırlar oluşturdu. Yöntemci dediğimiz Ekol tarihçileri, tarihi bir “bilimsel bilgi süreci” diye tanımlarlar, böylece edebiyattan kökten bir kopuşu ortaya koymayı arzularlar. İyi bir tarihçi çalışkanlığıyla, tevazusuyla ve tartışmasız bilimsel yargı kıstaslarıyla tanınır. 1876 yılında kurulmuş Revue historique [Tarih Dergisi] etrafında birleşen bu Ekol, tarihçinin işlevini olguları yöntemli bir şekilde tesis etmeyle tanımlar ve böylece, kaynakların hem içeriden hem dışarıdan eleştirisi vasıtasıyla, hadiseyi etkinliği içinde yeniden tesis etmeyi önceler.

    Michel de Certeau’nun “tarih yapmak” terimini ortaya attığı gibi, biz de hadisenin bir yapma ya da bir üretmenin parçası olduğunu düşünebiliriz. Hadisenin toplumsal inşası, toplumsal ve dolayısıyla tarihsel büyüklüğünün üretimi, vuku bulan şeyin belirsizliğini düşürme girişiminde yatar, çünkü biz bir değerler sistemi bağlamında o başa gelen şeye belirli bir önem atfetmeye çalışırız. Bu arayışın avantajı, bir yere, bir kuruma, toplumsal bir desteğe mensubiyettir ancak hadisenin simgesel tesisi gibi büyük bir kısmı kaçırır. Bir tarihçinin arşive girerken gerçekliğe doğrudan eriştiğini sanıp bunu fetiş hâline getirmesine benzer şekilde hadise karşısında bir büyülenme bağına kapılmaktan kaçınmak için analist belirli sayıda aygıttan yararlanır.

    Hadise yapmak çok farklı iki fenomen varsayar. Öncelikle, ve özellikle medyaya maruz modern toplumda, bir şok, bir travma, bir sarsıntı yaratır ve buradan da en başta bir afazi doğar. Hadisenin bu en görkemli birinci veçhesi, etkisini temin edip üstlenecek geniş bir dağıtımı varsayar. 11 Eylül 2001’de dünya çapında hissedilen şok, bu bağlamda bu tür bir şaşırtıcı fenomenin en iyi örneğini temsil eder.21Jacques Derrida ve Jürgen Habermas, Le “concept” du 11 septembre, Paris, Galilée, 2004. Aynı zamanda, büyük tarihî hadiseler de Nietzsche’nin dediği gibi çoğu zaman güvercinin ayağının üstünde, ürkekçe gelir; hissettirmeden bedene sızan ölümcül bir hastalık, ya da Mayflower hacılarının Massachusetts tarafına inmesi gibi, ya da daha kötüsü Bastille Baskını gibi ki 16. Louis’nin günlüğünde 14 Temmuz 1789 tarihi için bu konuda hiçbir yorum bulunmaz. Hadisenin özü gerçekten de onun izinde bulunur, akıbetinin çoklu yankılarında düz bir hatta takılmayıp ne hâline geliyorsa onda…

    * Tarihçi



    1 Editörün notu: Fransızca “événement” kelimesi Türkçede sadece “hadise” ile karşılanmayabilir, “vaka” ve “olay” sözcükleri de muhtemel çevirilerdir. Özellikle tarihî hadise bağlamında “vaka” kelimesi, vakayinameler ve vakanüvisler göz önüne alındığında “événement” kavramına iyi bir karşılık sunabilir. Bunun yanında “hadise” kelimesinin, “événement” ile anlatılan yenilik, yoktan oluş gibi anlamların imkânını kendinde barındırmaktadır. Fransızca kavramın sadece tarih yazımında değil, felsefi literatürde de yer etmesinden dolayı bu makalede “événement”, “hadise” olarak çevrilmiştir.
    2 Michel de Certeau, La Prise de parole et autres écrits politiques, (1968), Paris, Seuil, 1994, s. 51.
    3 Emmanuel Boisset, “Aperçu historique sur le mot Evénement”, Que m’arrive-t-il ? Littérature et événement, editörler: Emmanuel Boisset ve Philippe Corno, Rennes, Presses universitaires de Rennes, 2006, s. 18.
    4 Gilles Deleuze, Félix Guattari, “Mai 68 n’a pas eu lieu”, Les Nouvelles Littéraires, 3-9 Mayıs 1984, s. 75-76; sonradan yayınlandığı yer: Gilles Deleuze, Deux régimes de fous, Paris, Minuit, 2003, s. 216.
    5 Raymond Aron, Dimensions de la conscience historique, Paris, Plon, 1961, s. 155.
    6 Paul Ricoeur, Soi-même comme un autre, Paris, Seuil, 1990, s. 169.
    7 Michèle Leclerc-Olive, Le dire de l’événement (biographique), Lille, Septentrion, 1997, s. 59.
    8 Alexandre Didier, “Le parfait de l’événement”, editörler: Didier Alexandre, Madeleine Frédéric, Sabrina Parent, Michèle Touret, Que se passe-t-il ? Evénement, sciences humaines et littérature, Rennes, Presses universitaires de Rennes, 2004, s. 179.
    9 Jorge-Luis Borges, “Autour de l’ultraïsme”, Œuvres complètes, Paris, Gallimard, cilt 1, 1993, s. 856.
    10 A.g.e., s. 803.
    11 Timothy Tackett, Le Roi s’enfuit. Varennes et l’origine de la Terreur, Paris, La Découverte, 2004.
    12 A.g.e., s. 255.
    13 A.g.e., s. 260.
    14 Claire Gantet, La paix de Wesphalie (1648). Une histoire sociale, XVIIe-XVIIIe siècle, Belin, 2001, s. 9.
    15 Fernand Braudel, “‘Histoire et sciences sociales’: la longue durée”, Annales. E.S.C., n° 4, Ekim-Aralık 1958, s. 725-753; sonradan yayınlandığı yer: Ecrits pour l’histoire, Paris, Flammarion, 1969, s. 746.
    16 Emmanuel Le Roy Ladurie, “L’histoire immobile”, Collège de France Açılış Dersi, 30 Kasım 1973; sonradan yayınlandığı yer: Le territoire de l’historien, 2. cilt, Paris, Gallimard, 1978, s. 14.
    17 Pierre Nora, “Le retour de l’événement”, editörler: Jacques Le Goff ve Pierre Nora, Faire de l’histoire, 1. cilt, Paris, Gallimard, 1974, s. 210-228.
    18 Georges Duby, Le dimanche de Bouvines, Paris, Gallimard, 1973, s. 8.
    19 Reinhart Koselleck, Le Futur passé. Contribution à la sémantique des temps historiques, Paris, éd. EHESS, 2000.
    20 G.-H. Mead, The Philosophy of the Present, Chicago, Chicago University Press, 1932; G.-H. Mead, “The Nature of the Past”, Selected Writing, Chicago, Chicago University Press, 1964, ss. 344-354.
    21 Jacques Derrida ve Jürgen Habermas, Le “concept” du 11 septembre, Paris, Galilée, 2004.