DERVİŞ SOFRASI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Hasan Sevil*

    İslamiyet din olarak, diğer inanç sistemlerinde olduğu gibi, yeme-içme hususunda birtakım ölçüler tayin etmiştir. Söz konusu ölçüler Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinden veya hadis-i şeriflerden çıkarılmıştır. Yenilip, içilmesi yasak olan hayvanların etleri ve mayalanma sonucu alkolleşen içeceklerin durumu, dinin temel kaynaklarının koyduğu temel çerçeveye göre hukukçular tarafından ele alınarak bir sistem içerisine oturtulmuştur. Şâri-i Mübin (açık kural koyucu) bu iki kaynakta açıkça veya kapalı olarak belirtilen kurallar, hukukçular (fakihler) tarafından belirli bir metodoloji kullanılarak derlenmiştir. Karşılaşılan yeni durumlarda da bu metodoloji çerçevesinde yeri geldiğinde kıyas ve din bilginlerinin tamamı veya ekseriyetinin görüşü esas alınarak, her hususta olduğu gibi, yeme-içme hususunda da birtakım kurallar tespit edilmiştir. Başından itibaren tespit edilen bu kurallar geçmişte olduğu gibi bugün de Müslümanların tamamı için bağlayıcı durumdadır.

    Yine İslamiyet’te bir şeyin yenilip içilmesi helal olsa bile belirli zaman dilimlerinde yeme içmeye tamamen sınırlama veya yasak getirildiği gibi, yine temel iki kaynağın ölçüleri içerisinde bu hususta tüketim miktarında aşırıya kaçma ve yersiz tüketimden uzak durma teşvik edilmiştir.

    Elbette dervişliği bir yol olarak seçen Müslümanlar herkesten ziyade bu kurallara bağlı olmak durumundadır. Bütün davranışlarında Kur’ân-ı Kerîm ve Hazreti Peygamberin sünnetine bağlı olmayı şiar edinen bu zümre, emir ve yasaklara bağlılığı şiar edinmeleri hasebiyle dinin bu iki kaynağının dışındaki tavsiye ve teşvikleri de kendi hayatlarında uygulamaya gayret göstermişlerdir. Tarikatların bir kurum olarak ortaya çıkışından önceki tasavvuf anlayışında bu husus daha ziyade öne çıkmıştır. Arzu ve isteklerle mücadeleden ibaret olan “büyük cihat” esnasında sufiler yiyecek ve içecek miktarını sadece ibadetlerini yerine getirebilmeleri için gerekli olan enerjiyi temin edecek miktara kadar indirgemişlerdir.

    İnsan bedeninin ihtiyacı olan gıda konusunda bu denli keskin bir tavır almak, insanın yaratılış gayesine, yani kulluk ve yaratıcıyı bilme amacına bağlanabilir. Ancak tasavvuf kişiler etrafında sistemleşip, teşkilatlanmaya başladıktan sonra birçok hususta olduğu gibi bu hususta da belirli tavsiyeler ve seleften örnekler alınarak kurallar ortaya çıkmaya başlamıştır.

    İlk dönem tasavvuf erbabı tarafından kaleme alınan Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî’nin el-Lüma’ı, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb’u, Ebû’n-Necîb es-Sühreverdî’nin Âdâbu’l-Mürîdîn’i gibi klasik eserlerde tarikat öncesi zahitlerin tuttuğu yol övülmüş, yeme-içme hususunda gösterdikleri hassasiyetlerin örnek alınmasıyla birlikte yiyeceğin miktarından daha çok nasıl yenileceği meselesi öne çıkmaya başlamıştır. Elbette bu durumda dinin temel kaynaklarının ortaya koyduğu ölçüler hiçbir zaman göz ardı edilmemiştir. Nitekim bu nevi eserler incelendiğinde başta Kur’ân-ı Kerîm ayetleri olmak üzere, pek çok konuda, Allah Resulünün sünnetinin de sıkça referans olarak gösterildiğine şahit olmaktayız. Elbette Selef-i Sâlihînin kendi hayatlarında uyguladıkları kıstaslar da sonradan gelenler için bir numune teşkil etmiştir. Dervişlik yolu irfan mesleğidir ve irfanı olan kimseye, bir şeyi bütün teferruatıyla anlatmak yersizdir. Bunun için erken dönem tasavvuf eserleri, mevzuları ele alış biçimlerinde bu tavrı yansıtmaktadır. Bu kitaplarda yeme-içme meselelerinde ya bir hadiseyle ilişkili olarak Kur’ân-ı Kerîm ayeti veya bazen de bir hadis-i şerif zikredilmiştir, ya da seleften bir kişinin menkıbesi anlatılarak yetinilmiştir. Bundan bir sonuç ya da kural çıkarma hususu tamamen okuyucunun (dervişin) irfanına bırakılmıştır. Bu nevi eserlerde yeme-içme mevzusu bazen farklı konuların arasına veya menkıbelerin arasına serpiştirilirken, bazen de doğrudan bir veya birden fazla başlık altında müstakil olarak ele alınmıştır.

    Teşekkül döneminin ilk eserlerini kaleme alan yazarlar, bu eserleri sadece kendi yolunun saliklerine hitaben yazmak yerine daha bütüncül bir yaklaşımla ya dervişliği tercih eden bütün saliklere ya da çerçeveyi daha geniş tutarak İslam toplumunun bütününe yönelik yazmışlardır. Teşekkül döneminin ardından, zamanla bu nevi eserler tarikat mensuplarının ileri gelenlerinin kendi yolunu tercih eden müritlere yönelik eserler olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak bu dönemde de sufiler, genele hitap eden bütüncül eserler yazmaya devam etmişlerdir. Bu zamana kadar yazılan eserler, daha sonra ortaya çıkacak olan uygulamadaki kurallara ve sonraki kitapların bu konuda daha net çizgiler çizmesine de zemin hazırlamıştır. Nitekim dervişlik zatında bir disiplin altına girmeyi de gerektirmektedir.

    Hemen her türde tasavvufi eserin bir şekilde yeme-içme hususuna temas etmesinin yanında, Tarîkatnâme ve benzer türdeki eserlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, yeme-içmenin kuralları ve sofra adabı müstakil olarak yazılır ve uygulanır hâle gelmiştir. Bu tür kitaplar için şu örnekler akla gelebilir: Bayramiyye’den Bolulu Himmet Efendi’den Âdâb-ı Hurde-i Tarikat, Halvetiyye’den Yiğitbaşı Velî namıyla meşhur Ahmet Şemseddin Marmaravî’den Hurde-i Tarikat, Halvetiyye’nin kollarından birisi olan Hıfniyye tarikine mensup Mısırlı mutasavvıf Şeyh Muhammed el-Münîr es-Semennûdî’den Tuhfetü’s-Sâlikîn ve Delâilü’s-Sâirîn li menheci’l-Mukarrabîn ve Uşşâkiyye’den Şeyh Abdullah Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Abdurrahmân Sâmî-yi Uşşâkî’ye ait olan Tufetü’l-Uşşâkıyye gibi kitaplar. Zikredilen eserler incelendiğinde konu ele alınırken başta Şâri-i Mübin olmak üzere, tasavvufun klasik kaynaklarından yararlanıldığı açıkça görülebilmektedir. Bundan böyle müritlerin bireysel yaşamlarında ve tekkelerde kurulan sofralarda bir kurallar silsilesi, bir hiyerarşi ve bir disiplin göze çarpacaktır. Artık “bir lokma”nın yenilmesi de, “bir hırka”nın giyilmesi de belirlenmiş bir adaba göre gerçekleştirilecektir. Buraya kadar yazdıklarımız incelendiğinde aslında bunun başından itibaren böyle olduğu ancak zamanla estetik ve kültürel birtakım ögelerin ilave edilmiş olduğu da anlaşılacaktır.

    Zamanla oluşan terminolojinin yanı sıra tekkeler daha düzenli bir hâl almış kurumsallaşmanın sonucu olarak bir hiyerarşiye göre birtakım görevler ve bu görevleri ifa edecek kişiler özel ve sembolik ifadelerle isimlendirilir olmuştur. Sofraya “somat” veya “sofra-i Ali”, yemeğe “lokma”, sofrayı kurup kaldıran ve yemek düzenini idare eden veya sofraya hizmet eden kişilere “somatçı”, tekke içerisinde dervişlerin terbiyesiyle meşgul olan kişiye de “aşçı” veya “ser-tabbah” denilmiştir. Tekke içerisinde içecek dağıtılması görevini yerine getirecek kişi de “sâki” olarak isimlendirilmiştir. Yemek öncesi ve sonrası yerine getirilecek vazifeler ve kurum içerisindeki diğer görevlileri tek tek saymak mümkün ise de bizim konumuzun kapsamı dışındadır. Tekkede neyin nasıl yapılacağı, kimin neyi yapıp yapmayacağı yukarıda belirtilen kaynaklardan alınarak Tarîkatnâmelerde yer almıştır. Ancak bu tür eserler uygulamaya kaynaklık eden delili pek zikretmeden pratiği adap veya usul olarak isimlendirme yoluna gitmiştir. Sofrada uyulması gereken adap ve usul sofrada oturma düzeninden yemeğin nasıl servis edileceğine, nasıl başlanıp nasıl bitirileceği ve hatta kaşığın nasıl ve nereye konulacağına kadar belirli kurallara bağlanmıştır. Ancak bu kuralları İslam’ın koymuş olduğu genel kaideler dışında algılamamak gerekir. Mesela, nitekim bilindiği gibi yemeğe her Müslüman besmeleyle başlar ve yemeği “el-hamdü lillâh” diyerek bitirir. Dervişler de öyle yapar. Ancak dervişler bunu daha estetik bir hâle getirerek yemeğin sonrasında koro hâlinde Allah’a hamdı ifade eden bir de ilahi okurlar.

    Konuyu bir örnekle daha zenginleştirmek gerekirse ilk dönem tasavvuf klasiklerinden yakın dönem kitaplarına kadar pek çok eserde karşılaştığımız bir rivayette, Hazreti Peygamber’in “Yiyeceklerinizi zikir ve salatla tüketin.” diye buyurduğu aktarılmıştır. Buradan kastedilenin namaz olduğu anlaşılabilir. Ancak tasavvufi yorumda, dua manasına da gelen salatın yanı sıra hadiste zikrin ayrı bir lafız olarak anılmış olması, yemeğin hemen ardından yapılacak bir edebin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Nitekim yemeğin hemen ardından dervişler sofra başından kalkmadan zikretmeyi bir edep hâline getirmişlerdir. Uygulamada az önce bahsetmiş olduğumuz koro hâlinde okunan (cumhur) ilahinin ardından başlayan bu zikir “kelime-i tevhit” ve “lafza-i celâl” (Allah) ile tamamlanır. Pek uzun tutulmayan bu zikrin yapılması dervişlerin Hazreti Peygamber’in sünnetine uyma konusunda göstermiş oldukları hassasiyete bir örnek teşkil etmesi açısından oldukça önemli bir uygulamadır.

    Şunu da belirtmek gerekir ki; sufiler yemekten önce ve sonrasında Hazreti Peygamberin sünnetine ittibâen ellerini yıkamaya ve yemeğe besmeleyle başlamak gibi açıkça belirtilmiş hususlara herhangi bir yorum getirmeden uyarlar. Belirtilen ilk hadis-i şerife, el yıkama ve besmeleyle başlamada olduğu gibi doğrudan anlaşılan anlamı yüklemişler ve bunu yemeğin hemen sonrasında yapılacak zikir olarak pratiğe dökmüşlerdir. Bununla birlikte tekkelerde ayin günlerinde zaten zikir yapılacağından dolayı zikir merasiminden önce kurulan sofralarda bu pratiğin uygulanmadığına da rastlanır. Kısaca söylemek gerekirse derviş sofrasında uyulacak olan şey Allah ve Resulünün emirleri, yaratılmışlara şefkat ve kul hakkına riayet olarak özetlenebilir. Bundan dolayı dervişân tekke içinde yahut tekke dışında yemek yediği vakit kimsenin hakkını ihlal etmeden ve insanları rahatsız etmeden yemeğini yemeye azami özen gösteren kişi durumundadır.

    Tekkelerde oluşan sofra adabının dışında bazı tekkelerde o tekkeye mahsus birtakım yemek çeşitleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca yemeğin sunum şekli ya da yemeğin yapılış ve malzemelerinde o tekkeye mahsus hususiyetler de vardır. Nitekim tekkelerde, mevlid-i şerif merasimin gerçekleştiği gün veya geceye göre ikramda değişkenlik görüldüğü bilinmektedir. Bunun en spesifik örneği Miraç kandilindeki süt ve Muharrem’de Âşûrâ gününde okunan mevlit ve merasimde ikram edilen kırmızı renkli içecektir. Bu içeceklerin her ikisinin de sembolik anlamlarının mevcudiyeti anlaşılabilir bir husustur. Tekkelere mahsus yemeklerin en belirgin olanı da Kâdirî yolunun bir şubesi olan ve Eşrefzâde Abdullah-ı Rûmî tarafından tesis edilen Eşrefîlere mahsus çorbadır. Hazreti Pîr’in bir menkıbesine dayanan bu köfteli çorba bu tarikata ait tekkelerde bir merasimle birlikte ikram edilirdi. Eşrefîliğin bir kolu olan İsmail Rûmî hazretlerinin dergâhında, bu çorbanın yanı sıra Muharrem’de kaymaklı aşure pişirmek de âdet olmuştur. Bir başka örnek de Üsküdar Özbekler Tekkesinin pilavıdır. Özellikle Muharrem ayında pişirilen aşure ikram edilmeden evvel, tekkede bulunan dervişlere ve misafirlere sanki Orta Asya’da imiş gibi Özbek pilavıyla birlikte kâselerle yeşil çay ve meyve servisi yapılır. Ardından da aşure yenilip akabinde dua edilirdi. Tekkelerde pişirilen aşure sadece orada yenilmekle kalmaz diğer tekkelere ve hatta Osmanlı sarayına kadar belli başlı kimselere özel kaplar içerisinde hediye olarak gönderilirdi.

    Özel aşure kaplarının yanı sıra dervişler yeme içmeyle ilgili başka birtakım gereçleri kullanmayı da âdet edinmişler ve hatta bunların bir kısmına özel isimler de vermişlerdir. Bunlardan en öne çıkanı yuvarlak deriden yapılan ve gerektiğinde bir kese şeklini alabilen “Sofra-i Ali”dir. Bunun yanı sıra Mevlevîler sadece “matbah-ı şerif”te (mutfak) kullanılmak üzere yine deriden imal edilmiş “elifî somat” (düz sofra) bulundururlardı. Elifî somat genellikle mutfak çalışanları tarafından kullanılırken, Sofra-i Ali tekkenin diğer odalarında kurulacak kalabalık sofralarda ya da seferde kullanılırdı. Pratik uygulama ve çözümleri seven dervişler, eşya taşımak için bir keseye dönüşebilen bu sofrayı sefer sırasında yanlarında bulundururlar, yemek için gerektiği zaman da serip kullanırlardı. Elbette bu sofraların dışında ayaklı ahşap ve sini sofralar da tekkelerde kullanılmış ve hatta son dönemde ahşap sofradan başka sofra kullanılmaz olmuştur. Dervişlerin seyahat sırasında yanlarında taşıdıkları ve gerektiğinde yiyecek koymak için kullandıkları bir diğer malzeme ise metal veya hindistancevizinden imal edilen “keşkül”lerdir. Keşkül seyahatte gerekli durumlarda yiyecek toplamak için kullanılır, ancak insanlardan açıkça bir şey istenmez Allah için bir şey anlamına gelen “şey’en lillâh” denilmekle yetinilirdi. Dervişlikte kimseden bir şey istememek bir usul olduğu için bu kadarcık bir söz söylemekle yetinilir ve ötesi kişilerin irfanına bırakılırdı. Toplanan yiyecek veya bunun karşılığı olan para keşkülde birikir ve ancak o gün için yenecek miktar kadar bir şey toplanır, asla ertesi gün için bir şey biriktirilmezdi. Buradaki uygulamadan da anlaşılacağı üzere aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun derviş zümreleri arasında, zühdün izleri hiçbir zaman kaybolmamış, dervişler bu konuda gerekli hassasiyeti daima sergilemişlerdir. Seyyah dervişlerin yanlarında taşıdığı ve maalesef günümüzde pek örneğine rastlayamadığımız bir başka gereç de su matarasıdır. iki örneğine rastladığımız bu matara, sukabağından imal edilmiş ve orta kısmından bir deri paçasıyla taşımaya yarayan dört deriye raptedilerek sabitlenmiş bir su kabıdır. Bir örneği Edirne Selimiye Camisi bünyesindeki vakıflar Müzesinde bulunan bu mataranın ikinci örneği Özbekistan’ın Buhara şehrindeki İşan Kala Müzesindedir.

    Karşılaştıkları her durumu ya Allah’ın bir ikramı veya bir imtihanı olarak değerlendiren sufiler hiçbir şeyi kendilerinden veya kendilerinin olarak görmezler. Bu itibarla yenen yemek, açılan sofra sadece Allah’ı anmaya ve O’nu tefekkür etmeye bir vesiledir. Bunun için klasik tasavvufi metinlerden günümüze kadar yazılan eserlerde bu husus özellikle vurgulanmıştır. “Sofra Âlî’nin” demekle dikkat çekilmek istenen de budur. Açılan sofra, konulan yemek sadece yüce olan Allah’ındır. Bu nedenle sofraya davet olunmaz bunun yerine misafirlerin çekinmeden sofraya oturmaları için “Sofra Âlî’nin” demekle yetinilir. Seferde olsun, hazerde olsun derviş bu bilinçle hareket etmek durumundadır ve öyle de yapar.

    Görüldüğü üzere yeme içme hususu öteden beri sufilerin özellikle üzerinde durdukları ve hayatlarında uygulamaya çalıştıkları bir irfan sofrasına dönüşmüştür. Kulluğu estetikle şekillendiren dervişlerin yaptıkları bir dua ile konuyu hitama erdirelim:

    El-hamdü lillâh zâdehullâh alâ berekâtillâh, nimet’i Celîl, berekât-ı Halîl, şefaât-i Rasûl, selâmet-i hâzirûn ve selâmet-i gâibûn ve selâmet-i ihvân-i tarikat ve selâmet-i cem’î-i ümmet-i Muhammed, pîrân-ı evliyâullâh bi-şefâatihim ecmaîn ve sırrı Hazret-i Pîr el-Fatiha

    *Araştırmacı, yazar