ETE KEMİĞE BÜRÜNDÜ, YUNUS DİYE GÖRÜNDÜ… TASAVVUF MUSİKİSİNİN YUNUS’U

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Yalçın Çetinkaya

    Yunus Emre’nin şiirlerini yüzyıllardır hafızalara kazıyan, hayatın içerisine bu denli yerleştiren, dillerde dolaştıran sebeplerden bir tanesi; her beytin, her kelimenin, her ifadenin her hâlde insanın fıtratına işlenmiş “ilahi” vasıflara dokunuyor ve harekete geçiriyor olması ve böylece okuyan herkeste bir karşılık bulmasıdır.

    Bektaşi geleneği ile birlikte bazı mutasavvıflar Yunus’un “ümmi” olduğundan bahseder. 700 yıldır şiirleriyle yaşayan, hikmet dolu ve ilahi aşkın yansıdığı şiirleriyle insanları -âdeta- eğiten, öğreten Yunus Emre’nin okuma yazma bilip bilmediğinin hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. Bu güçlü ve etkili şiir dilinin sahibinin şiir söyleme sanatına vukûfiyeti onun mükemmel bir “hikmet eğitimi” aldığını yeterince ortaya koymaktadır. Hem bu şiirler öyle sıradan şiirler değildir. Zamana mütehammil, her dinden, milletten ve toplumun her kesiminden insana hitap edebilen, öğretici, eğitici, her yüreğe ulaşabilen şiirlerdir.

    Yunus Emre’nin arı duru Türkçe ile yazdığı şiirleri, samimi bir hak âşığının yüreğinden çıkmış ifadelerdir ve okuyanın da yüreğine ulaşır. Yunus’un şiiri ilahi aşkın ve hikmet sevgisinin, arayışının şiiridir. İlahi aşkın dışa vurumu, kelama dökülmesidir. Şiirinde Allah aşkı ve Peygamber sevgisi vardır. Sade bir anlatım ve okuyan herkesin rahatlıkla anlayabileceği durulukta Türkçesi ile Yunus Emre’nin şiirleri, -âdeta- hikmetin şiire dökülmüş hâlidir. Zaten Yunus’un dilinden dökülen beyitler, onun hikmet ile ünsiyetinin ifadesidir.

    Şeştar çaldığı rivayet edilen Tapduk Emre’nin müridi Sarıhöyüklü derviş Yunus’un gözü, Hacı Bektâş-ı Velî’nin buğday yerine vermeyi teklif ettiği “nefes”i reddetmesi ile açılır, aklı başına gelir, gaflet uykusundan uyanır ve buğdayı iade edip “nefes”i ister. Ancak iş işten geçmiş ve “nefes” Tapduk Emre’ye verilmiştir. Yunus da Hacı Bektâş-ı Velî’nin “Nefesten nasibin artık Tapduk’tadır, ‘nefes’ istiyorsan Tapduk Emre’nin kapısına var.” tavsiyesi üzerine Tapduk Emre’nin dergâhına varır. Varış o varış…

    Tapduk Emre’nin dergâhı, Yunus’un “nefes”lendiği ve canına can kattığı, “Yunus Emre” olduğu mekândır. “Ham” olarak girdiği Tapduk kapısından pişmiş, olgunlaşmış olarak çıkar. Kırk yıl boyunca eğri bir odunun bile girmesine gönlünün razı olmadığı, “Bu kapıdan içeriye eğri odun dahi giremez.” dediği dergâh ve Tapduk, Yunus’u kemale erdirir.

    Bu kemale eriş ile Yunus -âdeta- beden kabına sığmaz ve içindeki ilahi aşk coşkusu onu yollara düşürür. Diyar diyar dolaştırır, Anadolu’nun irfan esintili topraklarını aşıp Azerbaycan topraklarına kadar götürür. Yunus’un attığı her adım, gördüğü her belde, tanıdığı her insan, kalbindeki ilahi aşkı daha da inceltir ve onu kendinden geçirir, cezbeye sürükler. Bu cezbe hâli onun dilinden şiir olarak dökülür. Fakat bu dökülüş, sıradan bir sözün dökülüşü gibi bir dökülüş değildir. O şiiri süsleyen ve tamamlayan nağme ile birlikte bir dökülüştür. Bu nağmeli dökülüştür ki dinleyenin de onu kolayca hıfz ve tekrar etmesini mümkün kılar. Çünkü tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’in güzel sesler ile süslenmesi gibi Yunus’un şiirinin de güzel ses ve nağme ile süslenmesi, o şiirin sadece hafızalara kolayca yerleşmesini değil, aynı zamanda etki gücünü ve kalıcılığını da artırır. Onun dilinden dökülen şiirler bütün Anadolu yüreklerini besler ve kendinden sonra da Eşrefoğlu Rûmî gibi, Hacı Bayrâm-ı Velî gibi, Niyâzî-i Mısrî gibi şahsiyetleri de etkiler.

    Yunus Emre şiirlerinde, gezdiği köyleri, beldeleri, tanıdığı ve içinde yaşadığı kültürleri, insanların yaşama şekillerini bir dervişin nazarıyla anlatmış ve böylece bu şiirler birer “şiir” olmakla kalmamış, aynı zamanda Müslüman bir toplumun gündelik hayat tarzına dair anlatımlar bulabileceğimiz birer “vesika” niteliğine bürünmüş. Yunus Emre’nin üç bin şiir yazdığı rivayet olunmaktadır. Bu rivayete göre Molla Kâsım bu üç bin şiiri şeriata uygun bulmadığı için bin tanesini ateşe atıp yakar, bin tanesini suya atıp imha eder, bin tanesini de okurken içlerinden birinde;

    “Derviş Yunus sözü eğri büğrü söyleme
    Seni sığaya çeken bir Molla Kâsım gelir”

    beytine rastlayınca duraklar, yaptıklarından nedamet duyar ve Yunus’un gerçekten veli bir kul olduğuna ikna olur, böylece bu bin şiir de Molla Kâsım tarafından imha edilmekten kurtularak günümüze ulaşır. Yine bu rivayete göre Molla Kâsım’ın yaktığı ve suya attığı şiirler aslında yok olmamıştır, yaktığı bin şiir gökte melekler, suya attığı bin şiir de balıklar tarafından sürekli okunmaktadır. İmha edilmekten kurtulan bin şiir ise bugün insanlar tarafından okunmaya devam edilmektedir.

    Yunus’un şiirinin musiki ile bütünleşmesi
    Musikimizin özü ve bestekârımızın ilham kaynağı tasavvuftur. Klasik Osmanlı şarkılarında, tasavvufun derin etkisini görebiliriz. Osmanlı kültürünün büyük şair ve bestekârlarının çoğunun yetiştikleri mekânlar, dergâhlar; mevlevihaneler, tekkeler ve zaviyelerdir, bu şair ve bestekârlar, tasavvuf düşüncesi, terbiyesi, adabı ile yetişmiş kimselerdir ve bu mekânlarda öğrendikleri, eserlerine yansımıştır. Esas olarak, musikimizin mütemmim cüzü olan şiirin tasavvuf ile olan derin münasebeti, tasavvufi düşünce ve anlayışın musikimize de yansımasına sebep olmuştur. Tasavvufun gayesi, hikmet ve ilahi aşk mertebesine ulaşabilmektir. Derviş bir şairin şiirinin konusu ilahi aşktır. Bestekâr da eserinde şiirde ifadesini bulan ilahi aşkı, nağmeleriyle tamamlar.

    Dergâhlarda zikr, hak âşıklarının zikridir ve bu zikre Yunus’un şiirlerine yapılan besteler ile başlanır, bu besteler ile zikrin zirvesine çıkılır, vecde ulaşılır. Yunus’un şiirleri “ilahi” adı verilen form ile icra edilir. İlahi, Allah’a ait olan, Allah’tan gelen anlamını muhtevidir. Allah’tan gelen, varlığı, anlaşılması ve uygulanması insan fıtratına uygun ve basit olandır lakin basit olmasına rağmen mükemmeldir ve güzeldir. Dinî/tasavvufi musikide bir form olan ilahi, “genellikle” nim sofyan, sofyan, semâvî gibi küçük ve kolay uygulanabilir usullerle (bunun yanında yürük semai, düyek, aksak, evsat, nim evsat, evfer, durak evferi ve devr-i kebîr gibi usullerle de bestelenir) bestelenen, güzel, akılda kalıcı, musiki eğitimi almayanların da rahatlıkla ve kolayca icra edebilecekleri kadar basit eserlerdir. Ancak bu basit gibi görünen veya tanımlanabilen formlarda, âdeta bir “hendese-i savt (ses mühendisliği)” örneğine rastlamak da mümkündür. Aslında bir musiki eserinin güzel ve akılda kalıcı olması, onun aynı zamanda nitelikli bir ses mühendisliği örneğine sahip olduğunu da göstermektedir. Yunus’un şiirleri de böyledir. Basittir, kolay anlaşılır ve aktarılır niteliktedir ama derinliklidir. Onun için de dinî/tasavvufi musikinin en basit ama dengeli, kolay icra edilir ve en “popüler” formu olan ilahi ile bütünleşmiştir. Yunus’un herhangi bir şiiri bir-iki defa okunduktan sonra şiiri okuyan kişi bestekâr olmasa bile onu giderek güzel bir nağme ile okumaya -âdeta- teşvik eder. Yunus’un şiirlerini bir nağme ile okuduğu rivayet edilir. Bu kesin bir bilgi olmasa da şiirlerindeki ahengi ve ritmik yapıyı düşündüğünüzde, kendi şiirlerini söylerken bile Yunus’un şiirini güzel bir nağme ile süslemiş olacağını hissedebilirsiniz.

    Yunus Emre’nin pek çok şiiri, ilahi formunda bestelenerek dergâhlarda zikr esnasında icra edilmiştir. Bu ilahiler sadece dergâh zikrlerinde değil, birtakım meclislerde, ev toplantılarında, mevlitlerde, düğün derneklerde de icra edilmiştir. Prof. Dr. Gülçin Yahya Kaçar, “Yunus Emre ve Türk Tasavvuf Musikisi” adlı makalesinde Yunus’un farklı bestekârlar tarafından 15 farklı usul ve 42 farklı makamda bestelenmiş 255 ilahiyi listelemiştir. (Arşivlere intikal etmemiş bestelerin varlığı da göz önüne alındığında bu sayının 255’in çok üzerinde olduğu söylenebilir). Bu çalışmada, Yunus’un aynı şiirinin farklı bestekârlar tarafından farklı makam ve usullerde bestelenmiş olduğu da görülmektedir. Mesela “Şol cennetin ırmakları” adlı şiiri Hicaz, Segâh ve Hüseynî makamlarında bestelenmiştir. Bu şiir, Münir Nureddin Selçuk tarafından Segâh makamında ve yürük semai usulünde bestelenmiştir. “Şûrîde vü şeydâ kılan” adlı şiiri, Segâh, Uşşak, Hicaz, Nevâ, Rast, Evc, Sabâ, Hicaz Hümâyûn, Muhayyer ve Çargâh makamlarında olmak üzere on farklı besteci tarafından bestelenmiştir.

    Yunus’un şiirlerine yapılan bestelerin önemli bir kısmının bestecisi belli değildir. Ekserisi Türk musikisi eserlerinin notaya kaydedilmediği ve hafızadan hafızaya aktarıldığı dönemlere ait olan bu ilahilerin bestecileri her ne kadar belli olmasa da musikimizin gerek tekke ehli, gerek enderun mensubu büyük bestecileri tarafından bestelendiğini söylemek mümkündür. Bestelenen bu ilahilerin tamamının da dergâh ritüellerinde kullanılmış olduklarına dair bir şüphe bulunmamaktadır. İstanbul ve Anadolu’nun farklı tarikatlarına ait tekke ve dergâhların birbirinden farklı zikr tarzları olsa da, ortak oldukları en önemli şey, Yunus şiirlerine yapılmış olan ilahileri icra ediyor olmalarıdır. Yunus Emre’nin şiirlerinin musiki ile bütünleşmesi, şiirin etki gücünü ve akılda kalıcılığını, hafızaya kolayca yerleşmesini mümkün hâle getirmektedir.

    “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir”
    Yunus Emre, zamanını aşmış bir şahsiyettir. Anadolu tasavvufi geleneğinin olgunlaştırdığı Yunus Emre’nin şiirlerinde nasihat, eğiticilik ve öğreticilik yanında, eleştiri üslubuna da sıkça rastlamak mümkündür. Bu üslup, Yunus Emre’nin şiirlerine has bir özellik olmaktan başka, Anadolu’nun sözlü kültürünün de en önemli unsurlarından biri olmuştur. Yunus, anlatmak istediğini birkaç mısrada eğitici ve geliştirici, düşünmeye sevk edici bir üslup ile “kısaca” anlatmakta ve okuyucuyu birkaç mısrada uçsuz bucaksız bir ummanın kıyılarına getirmektedir. Mevlânâ ile sohbetinde; “Mesnevî’yi sen mi yazdın?” diye sorar. Hz. Mevlânâ “Evet, ben yazdım.” diye cevap verince, “Çok uzun yazmışsın, ben olsam ‘Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm’ derdim.” şeklinde karşılık verir. Anadolu’nun sözlü geleneğinin bu iki büyük ustasının sohbeti bile, Yunus’un derinliğinin anlaşılmasını sağlar. İkisi de halkın diliyle konuşmaktadır. Ama Yunus, mana derinliği yüksek ifadeleriyle sayfalar dolusu yazmak suretiyle anlatılacak hikmetli bir bilgiyi bir cümleye sığdırabilmektedir. Bu üsluba Yunus Emre’nin bütün şiirlerinde rastlamak mümkündür. İlim ehline âdeta ders verdiği ve ilahi formunda bestelenen şu şiiri de Yunus’un ifade gücünü ve birkaç mısraya sığdırdığı “hikmetli bilgi”sini göstermesi bakımından anlamlıdır:

    “İlim ilim bilmektir
    İlim kendin bilmektir
    Sen kendini bilmezsin
    Bu nice okumaktır

    Okumaktan murat ne
    Kişi Hak’kı bilmektir
    Çün okudun bilmezsin
    Ha bir kuru ekmektir

    Okudum bildim deme
    Çok taat kıldım deme
    Eğer Hak bilmez isen
    Abes yere gelmektir

    Dört kitabın manası
    Bellidir bir elifte
    Sen elifi bilmezsin
    Bu nice okumaktır

    Yunus Emre der hoca
    İstersen var bin hacca
    Hepisinden iyice
    Bir gönüle girmektir”

    Yunus Emre’nin bu ve bunun gibi pek çok güzel, öğretici, eğitici ve nasihat ihtiva eden şiiri, musiki ile daha çok dinleyenin kulağına gitmiş ve yaygınlaşmasını sağlamıştır.

    Yunus Emre Oratoryosu: Derviş Yunus gitmiş Aziz Yunus gelmiş
    Yunus Emre, şiirleriyle musiki kültürümüzün toprağına hayat vermiş bir derviş, bir gönül ehlidir. Türkiye’deki müzik devriminin ortaya çıkardığı ve Rus Beşleri’nden mülhem “Türk Beşleri” mensubu Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre oratoryosu üzerinde de durmak gerekmektedir.

    Avrupa müziğinde kilisenin dışında çok ciddi ve anlamlı arayışlar vuku bulmuştur ve bu arayışlar Avrupa müzik tarihinin akışını değiştiren arayışlar olmuştur. Operanın da aslında bu arayışların sonucu olarak doğmuş bir tür olduğunu söyleyebiliriz. Opera, 16. yüzyılda doğmuş bir formdur ve Avrupa’nın her alanda yeniden yapılandırılması gerektiğine inananlardan oluşan “Camerata” adlı grubun, İtalya’da Giovanni Bardi isimli aristokratın sarayında toplanarak, Avrupa’nın yeni müziğinin nasıl olması gerektiğini belirlemeleriyle ortaya çıkmıştır. Bardi ve arkadaşları, Avrupa’da çöküşün hızlandığını ve bir yenilenmenin şart olduğunu düşünürken birçok alanda yenileşmeyi önerir ve müzikte de bir yenileşmenin gerekli olduğuna karar verir. Avrupa müziğinin o günkü düzeyinin korunması ama bu müziğin, Euripides ve Sophokles’in klasik tragedyalarındaki korolarından mülhem, antik Yunan yüksek düzeydeki tiyatrosu ile kaynaştırılarak yeni bir form elde edilmesi ve bunun da yeni Avrupa’nın müziği olması gerektiği konusunda fikir birliğine varılır ve bu fikir birliği operayı doğurur. Yani Opera, bir tasarım müziğidir ve Antik Yunan’ın tiyatrosu ile 16. yüzyıl Avrupa müziğinin izdivacından doğmuştur. Bu müzik türü önce “Drama per musica” olarak isimlendirilir. Jacopo Peri tarafından müzikleri yazılan “Daphne” adlı ilk opera eseri 1597’de sahnelenmiştir.

    Avrupa’da yüzyıllar boyunca müziğe şekil verenler, din adamları olmuşlardır. Ancak özellikle Ars Nova (yeni sanat) döneminden sonra ve Rönesans ile birlikte Kilise dışında da çok önemli müzisyenler yetişmeye başlamış ve ortaya çıkan eserler, Kilise’yi müziğin tasarlanıp uygulandığı bir mekân olmaktan büyük ölçüde çıkarmıştır. Opera, o dönem Avrupa’sında halk arasında çok büyük bir ilgi görür, salonlar dolar taşar. Operaya halkın gösterdiği bu ilgi, Kilise’nin dikkatini çeker ve operayla rekabet edebilecek ve operadan doğan bir form olarak oratoryoyu geliştirirler. Oratoryoyu operadan ayıran en önemli fark, “dünyevi” olayları anlatan çok popüler forma karşı, dinî muhteviyata sahip olmasıdır. Oratoryo, operanın yükselişi ile birlikte düşüşe geçen ilgiyi tekrar toparlamak için Kilise tarafından geliştirilen ya da operadan esinlenilerek on altıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkarılan bir formdur. Tıpkı operadaki gibi teatral unsurlar ön plandadır. Ama operadaki seküler hayata dair oyunların yerini, konusu Kilise öğretisi olan dinî muhteviyat almıştır. Bir anlamda, opera ile oratoryo arasında dinî ve dindışı olmaları gibi bir fark vardır. Opera tamamen dindışı konuları, oratoryo ise, operanın bir benzeri olmasına rağmen dinî konuları ihtiva eder. Haydn’ın “Yaratılış” oratoryosu gibi.

    Oratoryo, operanın kilise tarafından kutsal metinlerle donatılmış, kutsalın söyletildiği bir form hâline dönüştürülmüş, deyim yerindeyse operanın kilise tarafından imana getirilmiş şeklidir ve daha sonraki yıllarda değişime uğramış olsa bile lirik, epik ve dramatik türleri olan bir kilise formudur. Aziz Filippo Neri tarafından 1563 yılında kurulmuş olan Oratorium Tarikatı’nın, oratoryonun ortaya çıkmasında katkısı olduğu bilinir.

    Türk besteciler de, Avrupa müzik tarihi içerisinde doğup gelişmiş olan oratoryo formunda besteler yapmaktan geri durmadılar. Mesela Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya pek hevesli “Türk Beşleri”nden Ahmet Adnan Saygun 1946 yılında, metni Yunus Emre’nin şiirleri olan bir Yunus Emre Oratoryosu, Fazıl Say Nazım Hikmet Oratoryosu ve Nevit Kodallı’nın, Cahit Külebi’nin uzun bir şiiri üzerine bestelediği Atatürk Oratoryosu, Türk tarzı oratoryonun önemli örnekleri arasındadır. Üzücü olan şudur: Yunus Emre Oratoryosu’nda bizim fakir Derviş Yunus’umuz gitmiş, yerine Aziz (Saint) Yunus gelmiştir. Ne gülünç fakat ne vahim bir durumdur! Yüzyıllardır tasavvuf musikisine şiirleriyle ruh katan Yunus Emre’nin herhâlde ruhuna azap edilmiş olsa gerektir.