GÖRMEK İÇİN DOKUNMAK MI GEREK? MOLYNEUX VE LOCKE ARASINDAKİ MEKTUPLAŞMA VE BİTMEYEN TARTIŞMA
Yazar: Adem Beyaz*
Doğuştan kör biri görme yetisi kazanınca ne olur? Sadece dokunarak bildiği nesneleri görünce tanıyabilir mi? 17. yüzyılda William Molyneux’nun (1656-1698) başlattığı bu tartışma felsefe dünyasını yüz yıl boyunca doğrudan meşgul etti. Algı ile bilgi üzerine ve özellikle de dokunma ve görmeyi birleştiren bağ üzerine araştırmaları teşvik etti ve günümüzde bile etkisi devam ediyor.
İrlandalı politikacı ve yazar William Molyneux, 7 Temmuz 1688 günü İngiliz filozof John Locke’a (1623-1704) bir mektup yazar ve kör doğan kişi hakkındaki sorunu ilk kez ortaya koyar:
Anlama Yetisi Üzerine Felsefi Bir Deneme’nin Yazarına Sunulmuş Bir Sorun
Doğuştan kör birinin ellerine az çok aynı büyüklükte bir küre ve bir küp koyalım. Hangisine küre hangisine küp deneceği ona öğretilmiş ya da söylenmiş olsun, çünkü dokunma yetisi sayesinde bunları kolayca ayırt edebilir. Sonra iki nesneyi de onun elinden alalım ve masanın üstüne koyalım. Ardından görme yetisi kazandığını varsayalım. Küreye ve küpe dokunmadan önce onları sadece görerek hangisinin küp hangisinin küre olduğunu söyleyebilir mi? Yine, onlara erişme yetisi olsa da elini uzatmadan, sadece görerek 5 metre mi yoksa 500 metre mi uzakta olduklarını söyleyebilir mi?
Mezkûr Risalenin Âlim ve Mahir Müellifi Bu Sorunu Dikkate Değer Bulup Cevaplamayı Arzu Ederse Ona Çok İtibar Eden Kişiye İstediği Vakit Erişebilir
Bendeniz
William Molyneux
High Ormonds Gate, Dublin, İrlanda
Molyneux, kendi devrinin meşhur yöneticilerinden biriydi, sadece idare alanında değil, bilimsel sahalarda da yeni şeyler öğrenmeye gayet iştahlıydı. Optik konusuna özellikle meraklıydı. Londra Kraliyet Cemiyetinin kardeş kurumu olan Dublin Felsefe Cemiyetinde ay yanılsaması ve çift görme sorunu üzerine konferanslar vermişti. 1692 yılında yayınlanan Dioptrica Nova eseri, İngilizcede optik üzerine yazılan ilk kapsamlı metindir.
Molyneux’nun gündeme getirdiği sorunlar ve çalışmaları sırf bir meraktan ibaret değildi. Optik biliminde devrim niteliğinde bilimsel gelişmeler yaşanmıştı. 1600 civarında teleskop ve mikroskop zaten icat edilmişti, bunun yanında Kepler, Snellius, Descartes, Huygens ve Newton gibi büyük isimlerin keşifleri de o zamanki entelektüel ortamın ne kadar canlı olduğunu anlatmaya yeter.
Böyle bir atmosfer, Molyneux’nun bu tarz sorunlara yönelmesi için hem elverişli hem de yeter sebepti, ancak Locke’a yönelttiği sorunun arkasında kişisel bir sebep de olabilir, çünkü evliliğinin ilk yılında karısının maalesef kör olması belki de onu görme teorileriyle daha çok ilgilenmeye itti.
Molyneux’nun bu sorunu dile getirmesinin doğrudan sebebi, mektubunun başında andığı Anlama Yetisi Üzerine Felsefi Bir Deneme isimli risalenin yayınlanmasıydı. Bu deneme 1688 yılının Şubat ayında Fransızca basılmıştı: Essai Philosophique concernant l’Entendement. Locke’un 1690 yılında Londra’da yayınlanacak İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme eserinin önceden yayınlanmış bir özetiydi. Alt başlığı ise şöyleydi: “Bazı bilgilerimizin kapsamı ve o bilgilere nasıl eriştiğimizi gösteren, henüz yayınlanmamış İngilizce bir kitabın hülasası.”
Aristoteles’in izinden giden Locke, duyuların sadece biri vasıtasıyla elde edilebilecek idealarla, birkaç duyum vasıtasıyla elde edilebilecek idealar arasında bir fark ortaya koyar. Bu ayrıma göre renk idealarını yalnızca gözle, ses idealarını ise yalnızca kulakla elde ederiz. Demek ki “Eğer kişi duyulardan birinden mahrumsa bu duyuma mensup ideaya da asla sahip olamayacak. Sağır veya körler vasıtasıyla bu durumu açıkça görebiliriz.” Buna karşın, uzay ve şekli kapsayan diğer idealar da birden fazla duyum sayesinde elde edilir. Yani “Hareket, durağanlık, uzam ve şekiller gibi zihnimize gelen başka idealar da var ki onlar için de birden fazla duyuya muhtacız, görme ve dokunma gibi.” Molyneux’nun mektubunda ortaya koyduğu sorun tam da bu idealarla alakalıydı.
Doğuştan kör olup sonradan görme yetisi kazanan biri pek tabii ilk görüşte renkleri ismiyle ayırt edemezdi. Renkleri hiç görmediği için biri ona söylemediği takdirde gördüğü şeyin mavi mi kırmızı mı olduğunu bilemezdi. Ama kör olsa da dokunma yetisi sayesinde bir küre ve bir küp arasındaki farkı kesinlikle öğrenmiş olmalıydı. Şekilleri kavramalı ve hem küre hem de küp nesnelerinin niteliklerini bilmeliydi. Molyneux, mektubunda ortaya koyduğu sorunu tartışmaya değer bulup Locke’a açmıştı çünkü yukarıda bahsettiğimiz üzere Locke dolaylı da olsa Molyneux’nun sorusuna olumsuz cevap veriyor gibi görünüyordu.
Bilmediğimiz nedenlerden dolayı Locke, Molyneux’nun 7 Temmuz 1688 tarihli mektubuna hiç cevap vermedi. Fakat birkaç yıl sonra iki isim arasında dostane bir mektuplaşma başladı. Bu alışveriş, Molyneux’nun Dioptrica Nova eserindeki Kraliyet Cemiyetine ithafında Locke’u övmesinin bir sonucudur:
Felsefenin bu alanındaki [Mantık] büyük gelişmeleri herkesten fazla Locke’a borçluyuz; İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme eserinde, kabul gören hataları düzeltip bize daha derin hakikatler sundu, bilme sürecinde insan zihninin doğrultusunu gözetip bu hakikatleri deneyim ve gözlemle tesis etti. Bir tür delilik çeşnisiyle insan beynini zehirleyen metafizik saçmalıkları tahtından indirdi.
Molyneux, çalışmasının bir kopyasını Locke’a göndermişti. Locke, kendi hakkındaki sözleri görünce pek tabii çok mutlu oldu. Bundan sonraki mektuplaşmalar genelde Deneme’nin geliştirilmesiyle alakalıydı. 2 Mart 1693 tarihli mektupta Molyneux tekrar kör doğan kişi hakkındaki sorusunu Locke’a sordu, ancak bu kez sorunun içeriği biraz değişmişti, mesafeyle alakalı kısmı çıkarmıştı, belki de nesneleri tanıma sorusuna düzgün cevap verilirse mesafe sorusunun ortadan kalkacağını düşünmüştü.
Deneme eserinde bu soruya bir kısım ayırıp ayırmayacağını soruyordu. 28 Mart 1693 tarihli mektubunda Locke memnuniyetle olumlu cevap verdi: “Ortaya koyduğunuz harika sorun, tüm dünyaya ilan edilmeyi hak ediyor.” Deneme’nin ikinci baskısında (1694) Locke, bugüne kadar Molyneux problemi olarak bilinen problemi eserine dâhil etti (II.9.8) ve geniş bir okur kitlesine sundu:
Kör doğmuş ve şimdi yetişkin olan bir kişi farz edelim, aynı metalden yapılmış ve neredeyse aynı büyüklükte olan küp ve küreyi dokunma yetisiyle ayırt etmek ona öğretilmiş olsun, yani dokununca hangisinin küp hangisinin küre olduğunu anlasın. Küp ve küreyi bir masa üzerine koyalım ve onun gözlerini açalım. Sadece görme yetisiyle, küp ve küreye dokunmadan, hangisinin küp hangisinin küre olduğunu ayırt edip söyleyebilir mi?
Locke şöyle devam eder:
Soruyu soran zeki ve ihtiyatlı kişi “Hayır” der “Çünkü bir küp ve bir küre onun dokunma yetisini etkileyip ona bir tecrübe kazandırmış olsa da görme yetisi bir etki yaratıp henüz bir tecrübe kazandırmış değil; ya da küpün çıkıntılarını eliyle deneyimlemiş olabilir, ama bu aynı çıkıntıların denk biçimde göze görüneceği anlamına gelmez.” Bu marifetli adamla tamamen hemfikirim, henüz yüzünü görme mutluluğuna erişmemiş olsam da ona arkadaşım demekten de gurur duyuyorum. Bence de bu kör adam, sadece görme yetisiyle yetinirse, hangisinin küp hangisinin küre olduğunu ilk bakışta kati surette söyleyemeyecek, ama tabii onlara dokunduğunda, bu yeti sayesinde şekillerini ayırt edip ne olduklarını hatasız söyleyebilecek. İşte okurlarıma bu örneği vermek istedim ki tecrübeye, gelişime ve kazanılan fikirlere ne kadar minnettar olduğumuzu anlasın, her ne kadar onları çok fazla kullanmadığını düşünse de. Bu beyefendi sözlerine şunu da ekliyor “Kitabım vesilesiyle bu soruyu birçok zeki adama yönelttim ama doğru olduğunu düşündüğüm cevabı en başta neredeyse hiç alamadım, ta ki gerekçelerimi dinleyip ikna olana kadar.”
Bu problem tabii ki soruya aynı “Hayır” cevabını veren Molyneux ve Locke ile kapanmadı. Adanın karşı tarafı da bu sorunla ilgilendi. Locke’un Deneme kitabını alıp satır satır eleştiren, Yeni Deneme adlı kitabıyla İngiliz filozofa tek tek reddiye yazan ve âdeta onla “uğraşan” Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) de bu soruya cevap verir. Rasyonalist Leibniz, kör kişinin tefekkürünü kullanarak küpü tanıyabileceğini söyler:
Bu soru bana gayet ilginç geldi. Bu konu üzerinde biraz düşünmem gerekebilirdi, ama hemen cevap vermemi istediğiniz için risk alıp şöyle derdim; eğer kör adam gördüğü şekillerin küp ve küre olduğunu biliyorsa onları teşhis edebilecek ve onlara dokunmadan birinin küp diğerininse küre olduğunu söyleyebilecek (II, IX, 8).
Molyneux’nun bu soruyu yönelttiği zeki adamlar gibi Leibniz de ilk bakışta hemen “yanlış” cevabı veriyor. Bakalım Molyneux ve onun hayran olduğu Locke’u dinleyince fikirleri değişecek mi?
Bu vakada bana kuşkusuz gibi görünen şey şu ki görme yetisi kazanan adam, dokunma yetisiyle zaten sahip olduğu duyu bilgisine akıl ilkelerini uygulayarak iki şekli birbirinden ayırt eder. Durumun tuhaflığına kapılıp ve sonra sersemleyip olay mahallinde hemencecik girişeceği tuhaf çıkarımlardan bahsetmiyorum. Benim görüşümün dayandığı olgu şu: Küreyi ele aldığımızda kürenin yüzeyinde ayırt edilebilir noktalar yok, çünkü orada her şey tek biçimli ve köşesiz, ama küpte sekiz köşe var ve her biri diğerinden ayırt edilebilir. Şekilleri böyle ayırt etme yöntemi olmasaydı, kör biri dokunarak temel geometri bilgisi öğrenemezdi. Ama görüyoruz ki körler geometri öğrenebiliyorlar, ve doğal geometrinin temel bilgisine daima sahipler, ayrıca geometri genelde dokunma yetisini kullanmadan sadece görme yetisiyle öğrenilir, kötürüm ya da dokunma yetisinden mahrum biri de zaten böyle yapar ve yapmalıdır. Bu iki geometri, yani körün ve kötürümün geometrisi bir araya gelip uzlaşmalı ve ortak imgeleri olmasa bile nihayetinde aynı fikirler üzerine yaslanmalı.
Esas sorumuza “Hayır” cevabı veren isimler arasında İrlandalı filozof George Berkeley (1685-1753) de bulunur. Yeni Bir Görme Teorisine Dair Deneme adlı eserinde Berkeley, Locke’un ve Molyneux’nun cevaplarının ardındaki fikirleri geliştirmekle kalmaz, onları daha radikal hâle getirir (Berkeley’nin epistemoloji alanındaki diğer eserlerinde de bunun yankıları görünür). Felsefe Yorumları eserinin 32. Paragrafında “Molyneux’nun kör adamı ilk bakışta küp ya da kürenin cisim olduklarını anlamak bir yana uzamlı olduklarını bile anlamayacaktır.” Radikal fikirleri ise Görme Teorisi eserinin 41. Paragrafında bulunur:
Şimdiye kadar söylediklerimizden açık bir şekilde çıkarılacak sonuç şu ki kör doğup sonradan görme yetisi kazanan biri, başlangıçta görme vasıtasıyla mesafeye dair hiçbir fikri olmayacaktır; güneş, yıldızlar, en uzaktaki nesneler kadar en yakındaki nesneler, hepsi ona gözünde ya da daha doğrusu zihnindeymiş gibi gelecek. Görme vasıtasıyla ona sunulan nesneler yeni bir düşünce ya da duyum dizisinden farklı görünmeyecektir (ki zaten aslında öyledir), bunların hepsi ona haz ve acı duyumları kadar yakın olacaktır, ya da ruhunun en derin tutkuları kadar. Çünkü görme yetisiyle algılanan nesnelerin belirli bir mesafede yahut zihnimizin dışında olduğuna hükmettiğimizde bu sadece tecrübenin sonucudur ve bir kör, varsaydığımız koşullarda, buna erişebilmiş bile değildir.
Soruna dair iki uç felsefi görüşü gördükten sonra bir de sorunu deneyimlemiş ve gözlemlemiş başka büyük bir figüre bakalım. Locke, Deneme eserinde bu sorunu sunduktan kısa bir süre sonra tartışma yeni deneysel verilerle de desteklenmeye başladı. 1728 yılında İngiliz cerrah William Cheselden (1688–1752), 13-14 yaşlarında bir çocuğun gözleri üzerinde yaptığı iki başarılı katarakt operasyonu hakkında bir rapor yayınladı. Çocuk ya kör doğmuştu ya da görme yetisini çok erken kaybetmişti. Operasyondan sonra görme yetisini geri kazanmıştı. Görünüşe göre Cheselden, Molyneux probleminden haberdar değildi, ama raporu tam da bu bağlamda çok ilginç. Aslında Cheselden’in ameliyat ettiği çocuk gibi kataraktlı insanlar tamamen kör değildir. Retinaları yine de işlev görür. Belirli bir parlaklıkta esaslı farkları genelde algılayabilirler ve hemen gözlerinin önündeki el hareketlerini belli belirsiz de olsa fark edebilirler. Fakat bu bilgiler burada bariz bir fark oluşturmaz. Hasta, çok küçük bir yaşta görme yetisine sahip olmuş olabilir ama Cheselden’in raporunun başlığına göre bu durum “çok erken yaşta olmalı, çünkü çocuğun gördüğüne dair bir hatırası yok.” Cheselden, raporunda şöyle der:
İlk kez gördüğünde mesafeler hakkında hüküm vermenin çok uzağındaydı. Hangisi olursa olsun bütün nesnelerin gözüne dokunduğunu düşünüyordu (kendi böyle diyor). […] Nesnelerin şekilleri hakkında bir yargıya varamıyordu. Herhangi bir şeyin şeklini bilmiyordu, şekil ve büyüklük olarak fark olsa da birini diğerinden ayırt edemiyordu. Fakat önceden hissetme yoluyla şekillerini bildiği şeyler ona söylendiğinde dikkatlice gözlemliyor ve sonrasında ne olduklarını söyleyebiliyordu; fakat bir anda öğrenecek çok fazla şey olduğu için çoğunu unutuyordu. Özellikle bir şeyden bahsedeyim; neyin kedi neyin köpek olduğunu unuttuğu için sormaya da çekiniyordu, ama öncesinde dokunma sayesinde bildiği kediyi yakaladığında azimle inceliyor, sonra yere bırakıyor ve pisipisi olduğunu söylüyordu. Sonraki sefere seni unutmayacağım diyordu.
Cheselden, bu gözlemi yapıp üzerine bir rapor yazarken Molyneux problemine cevap verme gibi bir kastı olmadığı için tarafı tam belli gibi gözükmez ama kedi ve köpek hakkında verdiği örnek Locke’un yukarıda andığımız “ama tabii onlara dokunduğunda, bu yeti sayesinde şekillerini ayırt edip ne olduklarını hatasız söyleyebilecek” cümlesiyle uyuşur.
17. yüzyılın sonunda başlayan ve 18. yüzyılda Berkeley, Leibniz, Voltaire, Diderot gibi ünlü filozofları meşgul eden Molyneux problemi o devir için bir düşünce deneyinden ibaret görülebilir, çünkü Cheselden’in dolaylı bilimsel gözlemleri ve raporları olsa da sorunu tam anlamıyla kavrayacak, yansıtacak ve değerlendirecek metodolojik ve deneysel imkânlardan yoksundur. Bu sebeple, 19. yüzyılda dahi belirli gelişmeler olsa da, problem hakkındaki daha geniş deneysel kanıtlar ve mümkün yeniden ifade etme biçimleri için teknik gelişmeleriyle beraber 20. yüzyılı beklemek gerekecekti.
1932 yılında Alman Marius von Senden, Uzay ve Görme: Doğuştan Kör Olanların Ameliyattan Önce ve Sonra Uzay ve Şekil Algıları başlıklı kitabını yayınladı. Bu çalışma Almanya’da yayınlandığında pek ilgi görmedi, fakat 1949 yılında Dr. Donald Hebb, Davranışın Düzenlenmesi adlı çalışmasını yayınlayınca değeri dünya çapında anlaşıldı. Dr. Hebb çalışmasında von Senden’in kanıtlarına geniş yer vermişti ve görsel algının yapısı ve çocukta gelişimi hususunda doğru sonuçlara vardığına inanıyordu. 1960’ta İngilizceye de çevrilen kitabında von Senden, doğrudan Molyneux probleminden hareket eder. Doğuştan katarakt sebebiyle ameliyat edilen hastaların vaka tarihçelerinden hareketle problemi tartışır. Bu vaka tarihçeleri metodolojik bir düzenlemeden yoksundur. Çok büyük bir zaman periyoduna yayılırlar ve asla eşit değerde değildirler. Bununla birlikte deneysel kanıtların kaydı çok değerlidir. Von Senden, bu kanıtlardan hareketle genel olarak deneyimci bir tutum benimser, yani ona göre Molyneux ve Locke’un haklı olduğunu söyleyebiliriz.
Deneysel ve pozitif verilerle ve gözlemlerle de ispatlanınca tartışmanın artık kapandığını düşünebiliriz ancak İngiliz filozof Geoffrey Warnock (1923–1995) sorunun yalnızca tıbbi ya da biyolojik çıkarımlarla çözülemeyeceğini, meselede aynı zamanda psikolojik ve tabii ki felsefi unsurlar olduğunu söyler. Öncelikle sorun tamamen deneysel bir sorun değildir, derin felsefi mevzuları barındırır, von Senden’in çalışmasında bilhassa uzay kavramı ve uzayın özellikleri muğlaktır. Örneğin, von Senden, kör doğan kişilerin herhangi bir uzay kavrayışına sahip olamayacağını düşünür ve kanıtlarını da bu düşünce üzerine bina eder, fakat bu açıkça önyargılı bir düşüncedir. Körlerin hareketlerine dair varsayımları da 19. yüzyıldan kalmadır ve uzam algısına dair bu iddialar artık çoktan aşılmıştır.
Konuyla ilgili daha kapsamlı bir çalışma 1971 yılında Romalı bir doktor olan Alberto Valvo’dan gelir: Uzun Dönem Körlükten Sonra Görmenin Geri Kazanılması: Görmeye Başlayanların Sorunları ve Davranış Kalıpları. Valvo, Molyneux probleminden hareket etmez ancak bu çalışma sorun hakkındaki ufkumuzu genişletir. Bu çalışmada altı hasta anlatılmıştır; yetişkinlik dönemlerinde, belirli cerrahi teknikler kullanılarak, görme yetilerini kazanmışlardır.
Hastalardan ikisi çocukluktan kördür. Ameliyattan sonra görme keskinlikleri yeterince iyi olsa da görsel dünyaya tam manasıyla adapte olamamışlardır. Görme yetilerini ara sıra kullanıyorlar ve yıllar sonra bile kör kişinin alışkanlıklarını devam ettiriyorlardır. Kör dönemlerine nispetle daha fazla yardıma ihtiyaç duyarlar.
Diğer ikisi, 20-40 yıl arası kör olmadan önce, birkaç yıl boyunca normal bir görme yetisine sahiptir. Neredeyse tam bir görme yetisi kazanmışlar ama bu, depresyon krizleriyle birlikte çok fazla gayrete mal olmuş. Görme yetisini kazanma süreçleri, kaybetme süreçlerine benzermiş.
Son ikisi de birkaç yıllık körlüğün ardından görmeye başlamışlar. Herhangi bir sorun yaşamadıkları gibi sonuçtan da çok memnun kalmışlar.
Yazarın vardığı sonuçlara göre çok uzun zaman kör kalmış insanların görmeyi öğrenmeleri gerek, ve bu çok fazla gayret ve yetenek gerektiriyor. Dokundukları dünyadan kendilerini ayırmada sorun yaşıyorlar ve ancak görsel dünyanın anlamını öğrendikleri vakit görme yetisi işe yarıyor.
Dolayısıyla, ilk iki ikiliden de anlayacağımız üzere, Molyneux’nun problemi sahnelediği gibi bir durumu hayal etmek göründüğü kadar kolay değil. Bir başka deyişle, doğuştan kör olan biri, görme yetisi kazandığında, hemen küp ve küreyi ayırt etme derdine düşmek bir yana, çok daha temel psikolojik-fizyolojik sorunlarla baş etmek zorunda kalıyor. Böyle bir hastanın gözünü açtıktan sonra deneyimlediği ilk tecrübeler hem fiziksel hem de zihinsel acı oluyor. Bu acı döneminden sonra bile, görsel yetilerinin şekil ve mesafeyi kusursuz teşhis etmesi gayet tartışmalı görünüyor.
Molyneux ve Locke arasındaki mektuplaşmanın ve Molyneux probleminin yüzyıllardır revaçta olmasının nedeni nihayetinde psikoloji, fizyoloji ve felsefe alanında ufkumuzu genişletmesi. Öncelikle, bu problem temelde “Uzam ideaları bize doğuştan mı veriliyor?” yoksa “Duyumları analiz etmemizin mi sonucu?” ikilemini ortaya koyuyor ki bu bir tarafta deneyimcilerin diğer tarafta rasyonalistlerin temsil ettiği iki büyük kampı akla getiriyor. Bunun yanında, “Uzay temsillerimizin kaynağı nedir?”, “Görsel algı, doğrudan uzamsal bir niteliğe sahip midir?”, “Farklı duyum biçimleri, ortak bir uzamsal bilginin taşıyıcısı olabilir mi?”, “Görsel ya da dokunsal uzay temsillerinin inşasında hareketin rolü nedir?” vs. gibi günümüzde sadece filozofları değil, psikologları, fizyologları ve bilhassa nörologları meşgul eden temel sorunları gündeme getiriyor.
*Çevirmen, editör.