HACI BEKTÂŞ-I VELÎ: BALKANLAR VE RUM’U HORASAN VE TÜRKİSTAN’A BAĞLAYAN EREN

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ahmet Taşğın*

    Türkistan’ı Balkanlara coğrafya ve irfan olarak bağlayan Hacı Bektâş-ı Velî’dir. Horasan irfanının iki ana noktası işitme ve görme üzerine kuruludur. Buna göre önce işitip ardından da görme gerçekleşmektedir. Çünkü Hak Teâlâ insana yolu gösterip öğrettiğinde onu işitme ve görme sahibi kılmıştır. Bunun için de Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatını konu alan eser, öncelikli olarak işitmeyle yani sesle kavranması sağlanmaktadır.

    Nebilerin yürüttükleri programı, erenler kendi erkânları bilip örnek olarak alır ve yine her biri buna bağlı program veya erkân oluşturur, ortaya konan erkânı da sürdürürler. Karşı karşıya kalınan sorunların aşılmasında başvurulan ve takip edilen usulün görünür kılınmasını sağlayan öncü erenler, ortaya koydukları veya güncelledikleri erkânlar nedeniyle isimleri dilden dile iletilir ve unutturulmaz. Bu durum erkân sahibi veya erkânı şartlara göre güncelleyen erenler, pirler arasında mürşit olarak anılır ve kabul edilir. İşte bu pirler arasındaki mürşitlerden bir tanesi de Hacı Bektâş-ı Velî’dir. Onun mürşitliği konusundaki vurgu mekân olarak Türkistan ve Horasan, irfan kaynağı olarak da Hazreti Muhammed aleyhisselam ve Hazreti Ali’dir. Muhammed aleyhisselam bütün peygamberlerin cümlesidir. Hacı Bektâş-ı Velî ve menakıbı, Balkan ve Rum’da yaşayan toplulukların Türkistan ve Horasan bağlantısını kurmaktadır. Bin yıllık Balkan ve Rum diyarındaki toplulukların varlıkları ve kaynaklarını unutturmayan öncü şahıslar arasında Hacı Bektâş-ı Velî bulunmaktadır. Aynı zamanda Türkistan ve Horasan irfanının çıkış noktası olması da bu metinlerin önemli vurguları arasında yer alır. Hacı Bektâş-ı Velî, Türkistan ile Balkanlar arasındaki mesafeyi birleştirmekte ve bu coğrafyanın tamamının da yine Türkistan ve Horasan irfanıyla irşat edildiğini ve edilmesi gerektiğini de hatırlamaktadır.

    Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatının bütün aşamalarıyla takip edilmesi bir zorunluluktur. Çünkü Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatının her bir aşaması, Türkistan ve Horasan irfanına dair bir kurgu ve anlam taşımaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatının her bir aşaması bir bütünün parçası olarak ana hatlarıyla şu başlıklar altında toparlanabilir ve böylece bütünün görülmesini kolaylaştırır.

    a-Horasan ve Türkistan’da Geçen Zaman
    Hacı Bektâş-ı Velî, Musa Kâzım soyundan İbrahim Sani evladıdır. İbrahim Sani, Zeyneb ve Musa Sani oğludur. Musa Sani ve Zeyneb Hanımın çocukları olmuyordu. Bir gün pınar başında gördükleri İmam Rıza’yı evlerine davet edip misafir ettiler ve içmeyip yarım bıraktığı şerbeti içen Zeyneb Hanım, İbrahim Sani’ye hamile kaldı. Böylece Mekke’den Horasan’a gelen İmam Rıza ile Türkistan’daki Musa Kâzım evlatlarından olan Musa Sani, Türkistan ve Horasan arasında yaşayan amcazadeler yeniden buluşmuş oldular.

    İbrahim Sani, babasının vefatının ardından hizmeti yürütmeye başladı ve pınar başında gördüğü kıza annesi araştırıp talip oldu. Nişabur şehrinde Şeyh Ahmed’in Hatem isminde kızıyla İbrahim Sani evlendi. Uzun bir süre çocukları olmadı, bu arada İbrahim Sani’nin annesi Zeyneb Hanım da vefat etti. Nihayetinde sofra açtı, garip gureba nefesi kuvvetli insanları davet ve dua etti. Uzun bir aradan sonra Hatem Hanım, hamile kaldı ve çocuğu doğum sancısı çekmeden zahmetsiz doğurdu. Çocuğun adını da Bektaş koydular. Bektaş, dokuz aylık olunca şehadet parmağını kaldırarak şehadet getirdi ve bu onun söylediği ilk söz oldu.

    Lokman, medreseye her geldiğinde Bektaş sağında ve solunda iki nurlu kişi durur ve ona ders okutur görürdü. Hatta bu iki nurundan medrese dahi nura boğulurdu. Lokman bu hâli merak ederdi ve bir gün Bektaş, Lokman’a şöyle dedi: “Sağımda duran ceddim iki cihan güneşi Muhammed Mustafa, solumda duran Allah’ın aslanı, müminlerin emiri Aliyye’l-Murteza’dır. Her ikisi de bana zahir ve bâtın ilmini öğrettiler.”

    Lokman Perende, Bektaş’ı hac dönüşü “Hacı” olarak ilan ettikten sonra Horasan pirleri arasında şöhreti yayıldı. Doğal olarak giderek daha fazla ilgiye mazhar oldu ve birçok Horasan piri onun hâlini merak etti. Bunun üzerine Lokman Perende, hac esnasında Hacı Bektaş’ın neler yaptığını anlattı ve Horasan Pirlerinin meraklarını gidermeye çalıştı. Bunun üzerine Horasan Pirleri, bu küçük çocuğun bu kerametleri göstermesi için destek ve kaynağının neler olduğunu merak ve soruları üzerine Hacı Bektaş şu izahı yapar:
    “Ben, Kevser sakisi, âlemlerin rabbi Allah’ın aslanı, vilayet padişahı, müminlerin emiri Hazreti Ali sırrıyım. Bizim aslımız, neslimiz Aliyye’l-Murteza’dır. Bu kerametler, bize miras ve bizden bu kerametlerin zuhur etmesine şaşılmaması gerekir, bütün bunlar Allah’ın bize verdiği nasiptir.”

    Sonuç olarak Hacı Bektâş-ı Velî, Türkistan ve Horasan irfanında kullanılan mecazi anlatımın öğelerinden olan şahin ve güvercin şekline bürünmektedir. Zalimler için şahin, iyilik sahipleri için de güvercin, Türkistan ve Horasan irfanının en önemli figürleri arasında yer almaktadır. Türkistan ve Horasan irfanında istifade edilen bir diğer kuş da turnadır. Turna, Türkistan’dan Balkanlara bu irfanın taşındığı bütün alanlarda kullanılagelmiş ve halk edebiyatı ile türküler içerisinde çok fazla yer almıştır.

    Hacı Bektâş-ı Velî, irfan anlayışı olarak Hoca Ahmed Yesevî’ye bağlıdır. Buna göre iki türlü şecereden soy ve yol bağlantısı şeklinde iki başlık altında değerlendirilmektedir. Hacı Bektâş-ı Velî, soyu ehlibeytten ve yolu da yine Hoca Ahmed Yesevî’den gelmektedir. Menakıbın üzerinde ısrarla durduğu husus, onun mektep olarak Hoca Ahmed Yesevî’yle ilişki ve irtibatlı oluşudur. İrfan, elde edilen ve bağlantı sağlayan kadrosuyla birlikte anılmaktadır.

    Hoca Ahmed Yesevî’nin başında elifî taç vardı ve bu taçla birlikte hırka, çerağ, sofra, âlem ve seccade olmak üzere altı adet nesne sahibiydi. Bu altı nesneyi Hak Teâlâ, Hazreti Muhammed Aleyhisselama vermişti. Bunların altısı da Hazreti Ali ve evlatlarına kaldı. İmam Ali Rıza’dan da Hoca Ahmed Yesevî’ye emanet olarak sunuldu. Bu altı nesnede Hoca Ahmed Yesevî’nin yanında dururdu ve onları talep eden olursa da “Sahibi var, gelir alır!” derdi. Hoca Ahmed Yesevî elinden kisve giymek isteyen de olursa onlara da hazır olandan giydirir ya da kurban olarak getirdiğinin derisinden yaptırırdı.

    Hoca Ahmed Yesevî’nin halifeleri toplanıp kendisinden bu nesneleri kendilerinden birisine vermesini talep için hazırlandılar. Sabah namazından sonra dergâhın avlusunda bir ateş yakıp herkes yerli yerine oturdu. Bu arada Hoca Ahmed Yesevî’nin sadık muhiplerinden birisi de darı getirmiş ve avlunun bir köşesine koymuştu. Hoca Ahmed Yesevî, gönüllerindekini bilip halifelerine: “Gönlünüzdekini dile getirin!”, dedi. Halifeleri de taleplerini dile getirdiler. Hoca Ahmed Yesevî de: “Kim bu darı üzerinde seccadesini koyup bir darı tanesini kıpırdatmadan iki rekât namaz kılarsa, bu altı nesne onun olur! Çünkü bu nesneler, sahibine kendisi gidecektir!”

    Halifeler halkada durduğu esnada içeriye birisi gelerek meclisi ve Hoca Ahmed Yesevî’yi selamladı. Selamını alıp onu ayakta karşılayan Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî’nin kim olduğunu halifelerine tanıttı ve yanına oturttu. Ardından darının bulunduğu yere getirdi ve üzerinde iki rekât namaz kılmasını söyledi. Bütün bunlara Horasan’dan itibaren haberdar ve hazır olan Hacı Bektâş-ı Velî, bir tane dahi darı tanesini kıpırdatmadan namazını kılıp yerine geçip oturduğunda da emanetlerin hepsi yerli yerine geldi. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî, emanetleri alıp Hoca Ahmed Yesevî’ye sundu, o da onun başını tıraş etti ve emanetleri kendisine tekrar verdi. Ardından emanetlerin tamamını kâmilen hak ettiğini söyleyerek: “Bundan sonra görev yerin Rum diyarıdır. Orada gerçekler, abdallar, meczuplar çoktur, git, bunların hepsinden sorumlu sensin ve onların yeniden toparlanması da senin vazifendir! Rum diyarında kırk yıl sürecek bir zamanın var, bu zamana kadar bu görev bizimdi lakin bu dünyadan gidiyoruz, artık bu görev senindir!”

    Ertesi gün Hacı Bektâş-ı Velî, Hoca Ahmed Yesevî’nin yanından ayrılacağı zaman dergâhın ocağından yanan bir odun parçasını alıp Rum diyarına attı. Rum diyarındaki erenler tutsun dedi. Bunun üzerine Hoca Ahmed Yesevî’nin attığı ucu yanık dut çubuğunu, Konya’da Hoca Ahmed Fâkih tuttu.

    Türkistan ve Horasan irfanında önemli konulardan bir tanesinin bu asa veya değnek olduğu yukarıda kısmen izah edilmişti. Burada ise bir başka boyutu olan yanan ocaktan, ucu yanmaya devam eden bir çubuğun Rum diyarına gönderilmesidir. Asa, bir yere yerleşmek ve orayı vatan tutmak, şenlendirmek, yanan çubuk olması da irfanın hâlen devam ettiği ve canlı olması anlamına gelmektedir.

    b-Horasan’dan Başlayan Rum’a Ulaşan
    Yolculuğunda Geçen Zaman
    Türkistan ve Horasan’dan nasibini alıp Rum diyarına vazifelendirilen Hacı Bektâş-ı Velî, dedelerini ziyaret etmeye karar vererek yani Haccü’l-beyte niyetlendi. Horasan’dan ayrıldığında Hemedan yakınlarında Guristan adı verilen kabristan yakınlarına gelince yolunu aslanlar kesti. Ormanlık bir bölge olan Guristan’dan yolcular geçmekten imtina eder, bu aslanlardan dolayı korkarlardı. Hacı Bektâş-ı Velî, Guristan’a geldi ve bu aslanların başlarını okşadı, hepsi kendisine itaat etti. Başlarını okşadığı büyük iki aslan oracıkta taş oldu. Böylece oradan hem kendisi hem de kendisinden gelecek yolcuların korkuları giderilmiş ve güvenlikleri de sağlanmış oldu. Bu aslanların hâlen durduğu ve bu mezarlıkta iki aslan heykelinin bulunduğu da bilinmektedir.

    c-Rum Diyarında Geçen Zaman
    Hacı Bektâş-ı Velî, Rum erenlerini, Rum’a ilk adımını attığı anda irşat ettikten sonra Rum diyarında dolaşmaya ve dağılmış toplulukları toparlamaya başladı. Bu kısımda arayıp bulduğu erenler, kendi imkânları içerisinde çabalamalarına rağmen istenen mertebeye erişemeyenlerden oluşmaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî, kendi çabalarıyla samimiyetle yol almaya çalışan erenlere, çok küçük dokunuşla yollarını açmaktadır. Rum erenlerini, dergâhına davet ettiğinde Hacı Bektâş-ı Velî’nin bu çağrısına uymayıp onlarla birlikte gelmeyen Emre oldu. Doğal olarak da Hacı Bektâş-ı Velî’nin Rum’u dolaşmaya başladığında da ilk hamle yaptığı kişi Emre oldu.

    İkinci olarak Hacı Bektâş-ı Velî, Dülkadir ilinde İbrâhim Hacı’yı buldu ve onu da irşat etti. İbrahim Hacı, çobanlık yapardı ve koyunlarını güderdi. Hacı Bektâş-ı Velî gelince bütün koyunları onun peşine düştü ve İbrâhim Hacı’yı geride bıraktılar. Bir süre sonra Hacı Bektâş-ı Velî’nin eren oluğunu anladı ve kendisinden özür dileyerek himmetini istedi. Başındaki geyik derisinden börkünü çıkartıp Hacı Bektâş-ı Velî’ye tekbirletti.

    Üçüncü olarak Hacı Bektâş-ı Velî, Hızır ile buluştu. Hızır ile çok defa buluşur ve sohbet ederlerdi. Hacı Bektâş-ı Velî bu defa Kayseri’nin yukarı taraflarında Hızır ile buluştu. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Rum’a gelişi bahar mevsimindeydi ve baharın habercisi Hızır ile buluşmaları da bahar mevsiminde gerçekleşti.

    Hacı Bektâş-ı Velî, Kayseri’den Ürgüp’e giderken yol üzerinde Sineson isimli bir Hristiyan köyüne uğradı. Köylü bir kadın yeni çavdar ekmeği pişirip götürürken Hacı Bektâş-ı Velî’yi görüp hemen çavdar ekmeğinden ona ikram etti: “Derviş, lütfet ekmeğimizden al ye; bizim yerimizde buğday bitmez, kusurumuza bakma!” dedi. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî: “Bereketli olsun, çavdar ekin buğday biçin; küçük hamur yapın büyük somun alın.” dedi. Sineson köyünde bu ziyaretten sonra çavdar ekerler buğday biçerler, küçük hamur fırına atarlar büyük somun alırlar. Bu nedenle Sineson köylüleri Hacı Bektâş-ı Velî türbesini ziyaret etmeye devam etmişler.

    Hacı Bektâş-ı Velî, Açıksaray köyüne de uğrayıp burada köylü bir kadından yiyecek istedi. Kadın eve gelip kaynanasına dervişlerin geldiğini ve ekmek istediklerini bildirerek olandan vereceğini söyler. Kaynanası, yağın az kaldığını söylemesine rağmen gelin, Allah için istediklerini ekmeğin arasına yağı da koyarak dervişlere verdi. Hacı Bektâş-ı Velî: “Artsın eksilmesin taşsın dökülmesin!” dedi. Sofrada herkes doydu ancak yemek eksilmedi, arttı. Gelin geri gelip bu durumu görünce kaynanasını çağırdı ve bu olanların o dervişten olduğunu anladılar. Hemen peşi sıra Hacı Bektâş-ı Velî’yi aramak için köyün içinde aramaya başladılar ve gelin kaynana Kızılırmak yanına geldiklerinde Hacı Bektâş-ı Velî’nin ırmak üzerine seccadesini serip karşıya geçtiğini gördüklerinde köye dönüp bu durumu köylülere de söylediler. Hep beraber nehir kıyısına yöneldiklerinde Hacı Bektâş-ı Velî’ye hâl malum olunca Kızılırmak yakınındaki Hırka Dağına yöneldi ve bu dağın tepesinde bir Ardıç ağacı vardı. Hacı Bektâş-ı Velî, Ardıç ağacının kendisini saklamasını istedi ve Ardıç ağacı içinde bir çille çıkardı.

    d-Karahöyük ve Suluca-Karahöyük’te Geçen Zaman
    Hacı Bektâş-ı Velî, yolculuğuna devam ederek Karahöyük’e ulaştı. Karahöyük yakınında Mikail adında bir yere yerleşen Çepni boyunun ulusu Yunus Mukri isimli âlim, arif ve hafız bir eren vardı. Sultan Alâeddin’in yunt-bendesi Karahöyük’ü mamur etmişti ve Yunt-bende’yi Gevherdeş Karahöyük’e üç komşusuyla getirmişti. Yunt-bende Karahöyük’te vefat etti, oraya defnettiler. Yine Gevherdeş’in yakınlarından birisi vefat etti ve onun cenazesi üç gün ortada kaldı. Çünkü Yunus Mukri, o vakit yakınlarda değildi. Bunun üzerine Gevherdeş, Yunus Mukri’ye: “Sen olmadan biz bir iş yapamıyoruz, bir daha ortadan kaybolma, yakınızda dur!” dedi. Bunun üzerine Yunus Mukri, Konya’ya Sultan Alâeddin’in yanına gitti ve Karahöyük’ü kendisine yurtluk olarak vermesini talep etti. O, Sultan Alâeddin’den Karahöyük’ün yurtluk beratıyla geri döndü ve bir süre sonra da vefat etti. Yunus Mukri’nin İdris, Süleyman, Saru ve İbrahim adında dört oğlu vardı. Babalarının ölümünün ardından onun oğulları Kayı köyünden kalkıp Karahöyük’e gelip yerleştiler. Yunus Mukri’nin oğullarından İdris ve Saru okumuştu. Babalarının yerine İdris ve Saru geçti. Bu iki çocuktan en fazla okumuş olanı İdris’ti ve onun karısı Kadıncık veya Kutlu Melek idi. İdris ile Kutlu Melek’in çocukları olmamıştı. Kadıncık – Kutlu Melek, bir rüya gördü ve onun rüyasını İdris yorumladı. Onun yorumuna göre bir çocuk dünyaya getirecekti.

    Bir vakit sonra Hacı Bektâş-ı Velî, Karahöyük’e geldi, çeşme başında çamaşır yıkayan kadınlardan ekmek istedi. Onlar da burada ekmek olmadığını söylediler ama Kutlu Melek, hemen koşup ekmek ve yağ alıp getirip Hacı Bektâş-ı Velî’ye verdi. O da: “Artsın eksilmesin!” diye dua etti. Hacı Bektâş-ı Velî, köyün mescidine gitti ve oturdu. Kutlu Melek de çamaşır yıkamaya devam etti ve bu arada kaynanası da yemek hazırlığı yaparken yağ küpünün dolu olduğunu gördü ve şaşırdı. Durumu eve dönünce Kutlu Melek’e sordu ve o da bir dervişe ekmek yağ verdiğini söyledi. Akşam eve İdris gelince durumu ona aktardılar ve o da mescitteki bir derviş o olabilir dedi. Yatıp uyudular ve rüyayla uyanan İdris abdest alıp sabaha kadar ibadet etti. Sabah da mescide gittiğinde mescidin içinin aydınlık olduğunu, mihrabın yanında duran dervişin ağzından nur çıktığını ve başında da bir nurun olduğunu gördü. Geri dönüp Kutlu Melek yani Kadıncık Ana’ya durumu anlattı ve muradın yani rüyan gerçekleşti, dedi. Birlikte mescide geldiler ve elini öpüp eve davet ettiler. Fakat Hacı Bektâş-ı Velî, o mescitte itikaf yapmaya karar vermişti. Orada bir çille çıkardı ve çillenin ardın bu defa Arafat dağındaki mağaraya geldi ve orada da bir çille çıkarmak istiyordu. Lakin çok karanlıktı ve bir şey de yoktu. Parmağıyla işaret edip oradan bir su çıkardı ve bu suyun adına da Zemzem dediler. Bunun üzerine İdris ve Kadıncık Ana: “Hacı Bektâş-ı Velî, orada da bir çille çıkarır ve gider. Biz de onun himmet ve kerametinden mahrum kalırız, gitmeden eline ayağına düşelim davet edelim.” diyerek yola çıktılar ve mağaraya ulaşıp söylediklerini yaptılar ve Hacı Bektâş-ı Velî’yi evlerine gelmeye ikna ettiler.

    Hacı Bektâş-ı Velî’nin evinde kalmasına İdris’in kardeşi Saru razı olmadı ve aklına türlü türlü şeyler getirerek Nureddin Hoca’ya gidip şikâyet etti ve tedbir almasını talep etti. Bunun üzerine Nureddin Hoca, naibini göndererek Hacı Bektâş-ı Velî’nin bulunduğu yeri terk etmesini talep etti. Naib, Karahöyük’a varıp Akpınar adındaki suyun başında bir derviş görünce ona Nureddin Hoca’nın taleplerini iletti. Hacı Bektâş-ı Velî de: “Ne tuhaf bir söz bu, mülk sahibi gibi konuşuyorsunuz, beni buradan kimse çıkaramaz!” dedi. Naib geri dönüp bunu Nureddin Hoca’ya söyledi ve o da ata binip Karahöyük’e Akpınar yanına geldi ve İdris misafiri misin diye sordu, cevap olumlu olunca o da buraları terk etmesini söyledi. Lakin bu arada Hacı Bektâş-ı Velî, âdeti olmadığı üzere tırnak ve bıyıkları oldukça uzadı. Nureddin Hoca, doğrudan bu iki husus üzerinden onu hesaba çekmeye başladı ve Hacı Bektâş-ı Velî de: “Şahin, pençesiz olmaz! Şahin, çelenksiz olmaz!” cevabını tırnak ve bıyıklarını neden kesmediğini izah için söyledi. Nurettin Hoca, iyice kızmıştı ve Hacı Bektâş-ı Velî’ye abdest al da öğlen namazı kılalım, dedi. Hacı Bektâş-ı Velî de su istedi ve adamlarının getirdiği suyla abdest alırken baktılar ki su değil kan; bunun üzerine su bakını alıp kendisini su getirmeye giden Nureddin Hoca, şaşırdı ve durumu izah etmeye çalıştı. Fakat bütün bu olanları sihre yordu ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin bir an evvel burayı terk etmesini istedi.

    Hacı Bektâş-ı Velî de Nureddin Hoca’ya: “Yarın öğleyin seni tutarlar, oğlancıklarını dahi görmeye izin vermezler, bir yaş derinin içine korlar, öyle bir yere götürürler ki torba toprakla bir avuç arpa, canını kurtarmana sebep olur. Sonra öyle bir yere varırsın ki uçar kuşları görünce hasret çeker, acaba bu kuşlar, bizim illerimize uğrarlar mı, deyip içli içli ağlarsın!” Bu sözleri duyunca Nureddin Hoca, Hacı Bektâş-ı Velî’ye çok kızdı: “Yarın öğleye kadar bu söylediklerin gerçekleşmezse gör bak sana neler edeceğim.” dedi. O gece kaldı ve ertesi gün Kırşehir’e gitmek için yola çıktı ve Yüceırgatca denilen yere geldiğinde, mola verdi, öğlen namazını kıldıktan sonra yedi tane bey buna doğru geldi ve yaş deriye sarıp götüreceklerini, bunun padişahın emri olduğu, çocuklarını da görmeden götüreceklerini söylediler ve dediklerini de yaptılar. Duvarları kireçle kaplı derin bir zindana attılar, Hacı Bektâş-ı Velî’nin sözlerini hatırlayıp hem ah vah etti hem de orada gözlerinin kör olmaması için hâl çaresini gerçekleştirdi. Zindandan çıktıktan sonra Sultan Alâeddin onu Rum diyarından çok uzak bir yere gönderdi ve göçmen kuşlarını gördükçe bizim memlekete uğramışlar mıdır, diye hüzünlendi. Nihayetinde burada öldü ve cenazesini Kırşehir’e getirip defnettiler.

    e-Daru’l-fenadan Daru’l-bekaya Göçerken Geçirdiği Zaman
    Hacı Bektâş-ı Velî, namaz kıldı ve evradını okuduktan sonra halvete gitti ve Saru İsmail’i çağırdı:

    “Sen benim has halifemsin, bugün Perşembe, bugün ahrete göçeceğim. Ben göçünce kapıyı ört, dışarı çıkıp Çiledağı tarafını gözle, oradan boz atlı, yüzü örtülü biri gelecek ve doğrudan halvete girecek, bana Yâsîn okuyacak. Onu karşıla, attan inip selam verince selamını al ve onu ağırla. O, hulle donundan kefenimi yanında getirecek, beni yıkayacak, beni yıkarken suyu sen dök ve ona yardım et. Yine o, ceviz ağacından tabut yapar, beni tabuta koyar ve sonra beni gömün. Asla onunla konuşmayın. Benden sonra yerime Fatma Ana (Kadıncık) oğlu Hızır Lale, ondan sonra oğlu Mürsel, ondan sonra da Yusuf Bali hizmet eder ve böylece devam eder gider çünkü dünyanın hâli budur, gelen gider. Sen de hizmet et, Sofra yay, himmet dilersen cömertlikte bulun! Murteza’dan halk, erlik ve keramet istediler, o da Kanber’e: “Sofrayı yay”, buyurdu. Benden kisvet giyen her mürit, konuk istesin, konuğa hizmet etsin, şeytan gibi kendisini görmesin, kimsenin yatan itini kaldırmasın, kimseye karşı ululanmasın, haset etmesin!”

    Sana bir vasiyetim daha var:
    “Öğüdümü tut, ölümümden sonra bin koyun ve yüz sığır kurban et, bütün halkı çağır, hizmet et, onları doyur, yedinci ve kırkıncı güne helva dök, korkma erin harcı eksilmez. Ne kadar mürit, muhib varsa davet et, onları topla, öğüt ver, ağlamasınlar. Bir halifem de Barak Baba’dır, gerçek bir erdir, ona da söyleyin, Karasi’ye varsın, Balıkesir’e gidip orasını yurt edinsin!”

    Hacı Bektâş-ı Velî, vasiyetini yaptıktan sonra Saru İsmail ağlamaya başladı, keşki bu günlere ben yetişmesem ve görmesem, dedi. Hacı Bektâş-ı Velî de: “Biz, ölmeyiz, suret değiştiririz.” diyerek onu teselli etti. Sonra Allah’a niyazda bulundu, peygambere salavat getirdi, Yâsîn okudu ve canını Allah’a verdi.

    Saru İsmail, Hacı Bektâş-ı Velî’nin vasiyetine uyarak kendi hırkasıyla yüzünü örttü ve halvetin de kapısını kapattı, dışarı çıktı. Bu arada bütün erenler atlı yaya hepsi gelip hazır oldular. Bu arada Çiledağı tarafından yüzü örtülü bir atlı belirdi ve ortalığı toza dumana boğarak gelmeye başladı. Birden erenlere ulaştı, selam verdi, selamını aldılar, atından indi ve halvete yönelip içeri girdi. Onunla sadece Saru İsmail girdi ve kapıda da Karaca Ahmed bekledi ve içeriye de kimsenin girmesine izin vermedi.

    Yüzü örtülü er, Saru İsmail’in yardımı ile cenazeyi yıkamaya başladı, yanında getirdiği hulle donundan kefenledi, tabuta koydular, alıp musallaya götürüp namazını kıldılar. Namazı da yüzü örtülü er kıldırdı ve erenler arkasında yetmiş saf oldular. Namazın ardından cenazeyi defnettiler ve yüzü örtülü er vedalaşıp atına binip ayrıldı.

    Saru İsmail, yüzü örtülü erin kim olduğunu merak etti, koşup ardından yetişip: “Namazını kıldırdığın, yüzünü gördüğün er hakkı için kimsin, bildir bana!” dedi.

    Bunun üzerine yüzündeki örtüyü kaldırınca Saru İsmail, karşısında Hacı Bektâş-ı Velî’yi gördü ve çok şaşırdı: “Lütfet erenler şahı, otuz üç yıldır hizmetindeyim ve seni anlayıp tanıyamamışım, kusurum var, beni bağışla!” deyince Hacı Bektâş-ı Velî: “Er odur ki ölmeden önce ölür, kendi cenazesini kendi yıkar! Sen de var, buna gayret et!” dedikten sonra gözden kaybolup gitti.

    *Prof. Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi.