YUNUS EMRE’DE ŞİİR VE HAKİKAT İLİŞKİSİNE DAİR HAZIRLIK NOTLARI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Burhanettin Tatar*

    Şiir ve hakikat arasındaki ilişki sorununun nasıl ele alınacağı genelde tarihsel bir tercih meselesidir. Zira şiir ve hakikate dair tasavvurlar tarihsel olarak değişim hâlindedir. Bugün de neyin şiir olarak görülüp görülmeyeceği evrensel düzeyde belirlenebilir değildir. Kimileri için şiir olan bir şey, bir başkası için pekâlâ şiir olarak görülmeyebilir. Hakeza hakikat tasavvurları da tarihsel bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna bağlı olarak şiir ve hakikat gibi değişen tarihsel tasavvurlar içinde ele alınan hususlar arasındaki ilişki de kaçınılmaz olarak kendi içinde belirsizlik barındırmaktadır. Durum bu olunca Yunus Emre’ye referansla şiir ve hakikat ilişkisine dair düşüncelerimiz büyük oranda hem kişisel hem tarihsel tercihlerimizi yansıtacaktır.

    Bu noktada kimi okurlarımız bir tür nihilistik görecelik (rölativizm) endişesi ile tedirgin olabilir. Zira her şeyin aşırı tarihselleştiği ve rölatifleştiği bir durumda şiir ve hakikat ilişkisi üzerine konuşmamızın bir anlamı olacak mıdır? sorusu zihinleri huzursuz edecektir. Kuşkusuz bu endişe ve tedirginlikler söz konusu soru makul yani anlamlı olduğu kadarıyla makbuldür. Bir anlamın ortaya çıkabilmesi, öncelikle, anlamın kişisel bilincin sınırlarının ötesine yani bir başkasına erişebilir olması demektir. Kısacası bir yerde anlam varsa, orada kaçınılmaz olarak bireyler arası ontolojik ve epistemolojik bir bağ zaten kurulmuş (dolayısıyla aşırı görecelik gerçekleşmiyor) demektir. Buna göre aşırı rölativizm ve tarihselcilik endişesi, “olan biten”in fenomenolojik bir tasvirî (descriptive) kavranışına dayanmaz. Daha açıkçası aşırı rölativizm ve radikal tarihselcilik zaten hem teorik hem de pratik açıdan makul ve mümkün olmayan bir tasavvurdur. Durum buysa yukarıda “kişisel ve tarihsel tercihlerimiz” ifadesini nasıl anlamalıyız?

    Öncelikle bu ifadeyi –fiziki bir nesne, tümel bir kavram, dinî inanç değil– “şiir” bağlamında kullandığımızı unutmamalıyız. Şiir, dilsel bir hadise olarak, kendine özgü bir ontolojik yapıya sahiptir. O daima “okuma” eylemi içinde zamansal olarak açığa çıkan bir gerçekliktir. Yani onun varlığı bireylerin (okurların) “okuma” eylemine bağımlıdır. Kuşkusuz burada “okuma” derken, teknik açıdan telaffuzu veya kelimelerin bilgisayar teknolojileri içinde dijital seslendirilmesini kastetmiyoruz. Aksine şiirin okunması, şiirin okuruna “konuşmaya başlaması” demektir. Buna göre her şiir, kendi okurunun bireyselliğini ve kendine özgülüğünü tam da bu okuma eylemi içinde okuruna konuşurken açığa çıkarır. Kısacası şiiri okuma eylemi, bir açıdan şiirin “herkes için”liğini (genele açıklık), diğer açıdan “kendi okuru için”liğini (bireye özel oluşunu) ifşa eder. Bu yüzden aynı şiiri çok farklı kişiler okuyup seslendirdiğinde (şiir dile geldiğinde), şiir bir yüzü topluma bir yüzü kendisini seslendirene dönük şekilde iki farklı boyutta tezahür eder. Dinleyici olarak bizler bazı şiirleri belli bir okurun sesine ve yorumuna göre algılamaya başlarız; zira orada belli bir okurun okuması ve şiirin konuşması arasındaki sıkı dokunuşu yakalarız.

    Bu son noktayı daha ayrıntılı olarak ele almak yararlı olabilir. Dikkat edilecek olursa, burada “okuma”, “konuşma” ve “dokunuş” arasındaki bir ilişkiden söz etmekteyiz. Şimdi sükûnetle bu detayları netleştirelim. Öncelikle bir metni okumak, metnin bize konuşmasıdır. Yani bir metni okuduğumuzun en büyük göstergesi o metnin bize konuşmaya başlamasıdır. Okuma esnasında okurdan metne yönelik tek taraflı bir ilişkiden ziyade, okurdan metne ve metinden okura yönelik karşılıklı bir etkileşimden söz etmekteyiz. Bu durumda “dokunuş” kelimesini nasıl anlamalıyız?

    Belki bu kelimeyi “dokun/u/yorum” şeklinde yazmak daha bir aydınlatıcı olabilir. Burada dokunma kelimesi iki anlamdadır. İlki “temas” (touching), ikincisi ise “ör(ül)me” (text, textile) anlamındadır. Bu açıdan bakıldığında bir kişi bir şiiri okumaya ve şiir o kişiye konuşmaya başladığında kişi şiire (yorumlayarak), şiir de kişiye (onun varlığını etkileyerek) dokunmaya başlar –hem temas hem de örülme anlamında. Böylece okumak dokunabilmektir. Okuyorsak dokunabiliyor, dokunabiliyorsak okuyabiliyoruzdur. Benzer şekilde okumak karşılıklı örülmektir –okurun anlam dünyası ile şiirin anlam dünyasının birbiriyle buluşması ve karışması anlamında. Şiir ve okur arasında dokunma/örülme/temas bağlamında sıkı bir ilişki açığa çıktığında artık şiir okuru için bireysel ve tarihsel tercihler (yorum) dünyasının bir parçası hâline gelir. Bu yüzden bir şiirin bireylerin hayatına dokunabilmesi, aşırı ve radikal bir rölativizm veya tarihselcilik sorunu değil, ontolojik bir karaktere bürünme ve bireylerin hayat dünyası içinde farklı boyutlar kazanma durumudur. Bu durum, şiiri sözgelimi, bir hukuk metninden ayrıştıran en temel unsurlar arasındadır. Hukuk metni asla bireylerin hayatına göre karakter kazanmaz. Aksine o, daima genele hitap ederek kendi tümelliğini dolayısıyla okurlarla arasındaki mesafeyi korumak ister.

    Buna göre bir şiiri, bir hukuk ya da bir fizik metni gibi, tümellik veya nesnel mesafe tasavvuru içinde ele alarak hakikatle ilişkisine yönelmek, baştan şiir metnine körleşmek demektir. Diğer bir deyişle, şiir-hakikat ilişkisini –bir hukuk veya fizik metni gibi– nesnel mesafe veya tümellik kurgusu içinde ele almaya çalışmak, şiirin şiirsel karakterini yani onun okuruyla karşılıklı dokunuş/okunuş/konuşma/örülme ilişkisini ortadan kaldırmaktır. Bu yüzden şiir ve hakikat ilişkisini anlamaya çalışmanın yolu şiirin doğrudan hakikatle ilişkisini anlamaya çalışmaktan geçmez. Aksine bu yol, şiirin okuruyla olan mesafesinin aynı anda hem kapanması hem de açılması şeklinde paradoksal görünümü fark etmekten geçer.

    Paradoksal görünüm, yukarıda kısmen değindiğimiz üzere şudur: Şiir okunduğunda, dilsel bir hadise olarak, bir yönüyle topluma (herkes içinlik kategorisi) yönelir. Bu durumda şiir ve okur arasında nesnel bir mesafe açılmaktadır. Ancak şiir diğer bir yönüyle okuruna (bireye) dokunmakta /örülmekte/ konuşmaktadır. Yani söz konusu nesnel mesafe ortadan kalkarak şiir okurun bireysel dünyasının bir parçasına dönüşmektedir. Böylece şiir aynı anda hem tümel hem de tikel bir görünüm kazanarak okurla arasındaki mesafeyi hem inşa etmekte hem de yıkmaktadır. Bir başka deyişle şiir, okuruna konuştuğunda okurun ruhuna dokunabilecek kadar okuru ele geçirmektedir. Ancak o aynı zamanda nesnel (tümel, sosyal) mesafeyi inşa ederek okurun kendisini temellük etmesine, kendisini bir kullanım nesnesi ya da eşya gibi kontrol etmesine izin vermemektedir.

    İşte bu durum, şiirin hakikatle olan ilişkisini kavrama noktasında yol almaya başladığımızı gösterir. Zira bir hakikatten söz edecek olursak, daima bizi ele geçiren ama bize bir nesne gibi ait olmayan (temellük edemediğimiz) bir hadiseden söz ediyoruz demektir. Söz konusu durumu en belirgin şekliyle klasik metinler karşısında tecrübe ederiz. Klasik metinler, en başta değindiğimiz, aşırı tarihselcilik ve rölativizm sorunu ya da endişesine yönelik en iyi karşılıktır. Klasik metinler, üretildikleri tarihsel ortamın sınırlarını aşarak bir medeniyete ve hatta çok farklı medeniyetlere erişebiliyor, onların derinliklerine nüfuz edebiliyor ama hiçbir medeniyetin bir malı, nesnesi, eşyası gibi temellük konusu olamıyorsa, bu durumda aşırı rölativizm endişesi bizi tersi bir durumla yüzleştirecektir. Kaliteli ve esaslı metinler üretildiğinde bu metinler tam da kaliteleri, yüksek anlam potansiyelleri ve derinlikleri nedeniyle belli bir medeniyet, tarihsel ortam ya da okur tipi içinde sıkışmıyorsa, bu durumda aşırı rölativizm ve tarihselcilik endişesi aynı zamanda kalitesizlik, sığlık, güçsüzlük ve birikimsizlik sorunu hâline gelmiyor mu? Yani aşırı rölativizm ve tarihselcilik endişesine kapılanlar tam da kendi üretimsizlik, sığlık, birikimsizlik ve yorumlarının güçsüzlüğünü ironik düzeyde ifşa etmiyorlar mı? Daha da önemlisi, klasik metinler bize hakikatin en belirgin karakterinden birisini fark ettiriyor ve tecrübe ettiriyorlarsa, bu durumda aşırı rölativizm ve radikal tarihselcilik endişesini taşıyanlar, kendi hakikat tasavvurlarının aşırı bireyselleştiğini, rölatifleştiğini ve radikalleştiğini tersinden ima etmiş olmuyorlar mı?

    Yunus Emre’de şiir-hakikat ilişkisini, “klasik metin” kavramı açısından analiz etmeye başladığımızda, öncelikle klasik metinlerin bize dokunduğu, bizimle örüldüğü hâlde bizim temellük alanımızdan kaçtığını hatırlamamız gerekmektedir. Zira içinde yer aldığımız tarihsel süreç açısından Yunus Emre’nin şiirlerinin bir kısmının klasikleştiğini ve Osmanlı medeniyeti ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde belli ölçekte kurucu metinler arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Yunus Emre’de şiir-hakikat ilişkisi, Yunus Emre’nin Divan’ında yer alan şiirlerinin belli bir kısmının klasikleşmesini1Yunus Emre Divanı ile daha ziyade Mustafa Tatçı tarafından farklı edisyonlar hâlinde farklı yıllarda yayınlanmış şiirleri kastediyoruz. Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye adlı eserindeki şiirler için klasik metin kavramını kullanamıyoruz. Nedeni ise bu eserdeki şiirlerin hem … Continue reading dikkate almaksızın, onun farklı tarihsel ortamlar içinde okurlarıyla karşılıklı dokunma/temas/örülme ilişkisi içinde açığa çıktığına yönelmeksizin salt tümellik (nesnel mesafe) açısından ele alınamaz.

    Ne var ki düşünce tarihinde şiir-hakikat ilişkisi felsefi akımların kendi tümelleştirilmiş hakikat veya bilgi anlayışı açısından ele alındığında, mesele şiirin bir nesnel bilgi değerini taşıyıp taşımadığı sorununa indirgenebilmektedir. Ya da söz konusu ilişki, şiirin bize bir gerçekliği açıkça veya örtülü biçimde bildirip bildirmediği sorunu açısından oldukça daraltılmaktadır. Bu durum aslında şiirin antik kültürlerde “kehanet” olarak algılanışının modern dönemdeki versiyonu olarak görülebilir. Antik kültürlerde şiir genel olarak gelecekten ya da gizli dünyalardan bize bir şey bildiren “kehanet” (prophecy) olarak ele alındığı için, zamanla onun “doğru ve gerçek haber” vasfına sahip olup olmadığı bir epistemolojik soruna dönüştürülmüştür.2Antikçağ’da şiirin hakikatle ilişkisine referansla şiirin bilgi değerine dair tartışmalar için bakınız. Hülya Altunya, Klasik Mantık Açısından Hakikat ve Şiir, Büyüyenay Yayınları, İstanbul, 2014.

    Tasavvufi şiirlerin akıbeti de bundan çok farklı değildir. Tasavvufi şiirler çoğu kez, sufi veya mistik şairlerin manevi tecrübelerinin bir tür dile gelişi olarak “bir başka alan”a dair hakikatlerin bu geçici dünyadaki sembol ya da temsili şeklinde ele alınmıştır. Kimi zaman bu şiirler yaygın ve makbul görülen tasavvuf felsefeleri ile uyuşup uyuşmadığı açısından irdelenmektedir. Bu durumda söz konusu şiirler manevi tecrübeden ziyade manevileşen (üst âlemleri temaşa eden) bir aklın hakikatinin alegorisi (halka yönelik ifadesi) olarak görülmektedir. Kimi zaman da din (Allah) ve insan ilişkisinde fıkhi, zahirî, kuralcı din tasavvurları karşısında insanın Allah ile aracısız ilişkisini ön plana çıkararak yorumlanmaktadır. Bu durumda “hakikat” dediğimiz şeyin birtakım kuralların hâkimiyetinde ve kontrolünde açığa çıkan bir “şey” olmadığına dikkat çekilmektedir. Dolayısıyla şiir, burada nesir ile zıt konumlara yerleştirilmektedir.

    Zira nesir (Latince prose) bir şeyi “doğrudan” yani açıktan ve ileriye dönük (öngörülebilir boyutta) söyleme durumudur. Bu açıdan tüm bilimler, felsefi yazılar, hukuk metinleri, hatta zahirîlik açısından Kur’an ve hadisler nesir formundadır. Dolayısıyla nesir, hakikatin doğrudan ve açıktan dile gelebildiği iddiasını kendisinde teşhir eden bir dil formudur. Buna karşılık şiir (özellikle tasavvufi şiir) metafor, sembol, simge veya rumuzlarla her zaman dolaylılığı ve anlam çokluğunu kendisinde sergiler. Kısacası şiir, hakikatin doğrudan değil, gizlenerek açığa çıkan ve bireylerle özel olarak dokunuş/örülme/temas ilişkisine girebilen bir hadise olduğunu ima eder. Böylece nesir, hakikate kurallarla, matematik veya mantıksal düşünmeyle, sınırları belirlenebilen bir “olgu” (fact) şeklinde yaklaşma tarzıdır. Şiir ise (burada şiir, İslam ilim geleneğinde gördüğümüz pedagojik amaçlı “mazmun” eserler3Bu konuda derli toplu bilgi için bkz. Altunya, Klasik Mantık Açısından Hakikat ve Şiir, s. 145-155. ile karıştırılmamalıdır) daha ziyade manevi veya bireysel tecrübe ile hayatı etkileyen ve hayata örülen bir hadise (event) olarak hakikate yaklaşma tarzıdır.

    Bizim Yunus Emre’de gördüğümüz şiir-hakikat ilişkisi tam da bu “hadise” olarak hakikate yaklaşma biçimini dikkate almayı gerektirmektedir. Daha açık ifadesiyle, Yunus Emre’de şiir-hakikat ilişkisi derken, Yunus Emre’nin hakikatle olan özel ilişkisinin şiirlerindeki yansımalarını kastetmiyoruz. Bu bizim bilgi alanımızın tamamen dışında kalan bir husustur. Bizim erişebileceğimiz yegâne husus, Yunus’un şiirlerinin okurları aracılığıyla dile gelişi esnasında “ne söylediği” ve “okurlarının hayatına nasıl dokunduğu/örüldüğü/konuştuğu”dur. Yoksa “şiir” ve “hakikat” şeklinde karşımızda (aramızda mesafe olacak şekilde) duran iki farklı “şey” ya da “nesne” arasındaki bir ilişkiyi, fiziksel bir deney ya da teorik bir temaşa formunda gözlemliyor değiliz. Şiir teorik olarak gözlemlendiğinde (analiz edildiğinde) şiir olmaktan çıkar ve dilsel bir “birim” ya da “cümle benzeri şey”e dönüşür. Hakeza hakikat gözlemlendiğinde bir göstergeye dönüşür, yani bireylerle özel ilişkisi ortadan kalkmış, soyut, genel bir önerme hâline gelir. Bu da hakikatin varlığımız üzerindeki dönüştürücü etkisinin buharlaşması demektir. Böylesi bir durumda biz “hakikat”le değil, (hakikatin) simülasyon(u) yani üstü çizilmiş ya da gizlenmiş bir hakikate dair tarihsel bir tasavvur yani hakikatin ikamesi (yerini tutması) için üretilen bir zamansal kurgu ile baş başayızdır.

    “Yunus Emre’de Yönsüz Şiir Tasavvuru: Angelus Silesius’a Referansla Felsefi Bir Analiz” başlıklı makale çalışmamızda4Bu makale henüz yayımlanmamıştır. Editörlüğünü Özkan Gözel’in üstlendiği Yunus Emre hakkında kitap çalışmasının bir bölümü olarak 2021 yılı sonlarına doğru yayımlanması beklenmektedir. ileri sürdüğümüz gibi, Yunus Emre’de hakikat ve şiir ilişkisi bir tür kriz ve kairos olarak ele alınabilir. Bu noktada en dikkati çeken şiir, Yunus’un “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü” şeklinde başlayan ve çoğu kez şatahat olarak kabul edilen şiiridir. Burada şiir bir “bildirim” ya da “haber verme” olayı değil, tam tersine içinde bulunduğumuz durumu (kriz ve kairos yani zamanın bize sunduğu imkân ve fırsatları) “görme” hâlidir. Yani kendi kriz ve kairosunu fark edebilen kişi Yunus’un şiirleri ile hakikat arasındaki ilişkiyi tecrübe etmeye açık hâle gelmiş demektir. Kriz ve kairos tecrübesi olmaksızın hakikati – emniyetli bir şekilde– dışarıdan gözlemleyebileceğini varsayan kişi kendi tarihsel hakikat tasavvuru yani zaman içinde ürettiği hakikat simülasyonu ile baş başa kalmış demektir. Yunus’un şiirleri bize tam da hakikat adına üretilen simülasyonlar sorununu konuşmaya çalışır. Zira her esaslı şiir gibi, Yunus’un şiirleri de –çok anlamlılıkları ve kriz tecrübesini yaşatmaları yüzünden– hakikatin simülasyonuna izin vermez.

    Hakikatin dışarıdan (teorik olarak) gözlemlenebilecek bir şey olmadığı hususu, Yunus’un şiirlerinde genel tema olan “aşk” metaforuyla ele alınır. Aşk (hakikat tecrübemiz), her daim içinde olduğumuz bir durum ve hâldir. Aşk aynı zamanda bizi sonsuzca aşan bir gerçekliğe (Allah’a) çekilme hâli yani ebedî bağımlılığımızdır. Dolayısıyla hakikat hem içinde olduğumuz hem de bizi aşan ve kendisine bir şekilde yönelmek durumunda kaldığımız gerçekliktir. Bir başka ifadeyle hakikat hem gerçeklikle aramızdaki tüm mesafelerin ortadan kalktığı bir yakınlık, hem de gerçekliğe nihai olarak (bütünüyle) erişemeyecek olmamız anlamında bir uzaklık hadisesidir. Bu yüzden Yunus’ta şiir ve hakikat ilişkisi, “gerçeklikle bu paradoksal ilişkimizin” aşk metaforu ekseninde bir kriz ve kairos olarak dile gelişidir.

    Sonuçta şiir, Yunus’a ait bir şey değil, Yunus’un ait olduğu (içinde bulunduğu) durumun dile gelişidir. Ancak bu durum, dikkatlice bakıldığında tüm insanların “insanlık durumu”dur. Yani insan olmak, bu paradoksal durum içinde bulunmak, kriz ve kairos hâlinde yaşamaktır. Hiç kimse bu durum ya da hâli –dışına çıkılabilecek bir şey gibi– nesnel olarak karşısında konumlandıramaz. Daha önce değindiğimiz üzere, nesir genel olarak “dışarıya ait” bir durumu resmetme veya teorik düzeyde konumlandırma çabasıdır. Oysa şiir, özellikle Yunus’un şiirlerinde belirginleştiği üzere, dışına çıkamayacağımız, dolayısıyla içinde bulunduğumuz bir durumun dile gelme tarzıdır. Buna göre hakikat, kriz ve kairos formunda bize kendisini tecrübe ettirir. Bir başka deyişle, Yunus’un şiirlerinin bize fark ettirdiği şey, hakikatin bizi asla kendi hâlimize bırakmadığıdır. Çünkü gerçeklik bize hem çok yakın hem de oldukça uzaktır. Hakikat, gerçeklikle olan paradoksal ilişkimizin ifşası ve tecrübesidir. Bu ifşa, “ifşa” olabilmek için kendisine bir “açığa çıkış mekânı” arar. Bu mekân da genelde bir okunuş/dokunuş/örülüş hadisesi olarak şiirdir. Yunus’un klasikleşmiş şiirleri, görebildiğimiz kadarıyla, böyle bir ifşa mekânıdır.

    * Prof. Dr., Samsun OMÜ İlahiyat, İslam Felsefesi Öğretim Üyesi.



    1 Yunus Emre Divanı ile daha ziyade Mustafa Tatçı tarafından farklı edisyonlar hâlinde farklı yıllarda yayınlanmış şiirleri kastediyoruz. Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye adlı eserindeki şiirler için klasik metin kavramını kullanamıyoruz. Nedeni ise bu eserdeki şiirlerin hem poetik kalitesinin hem de toplum üzerindeki tarihsel etkisinin diğer eserdeki şiirlere göre daha az olmasıdır. Klasik Metin hakkındaki ayrıntılı düşüncelerimiz için bkz. Burhanettin Tatar, “Normatifliğin ve Tarihselliğin Diyalektiği”, Medeniyet ve Klasik, İstanbul, Klasik Yayınları, 2007, ss. 35-47.
    2 Antikçağ’da şiirin hakikatle ilişkisine referansla şiirin bilgi değerine dair tartışmalar için bakınız. Hülya Altunya, Klasik Mantık Açısından Hakikat ve Şiir, Büyüyenay Yayınları, İstanbul, 2014.
    3 Bu konuda derli toplu bilgi için bkz. Altunya, Klasik Mantık Açısından Hakikat ve Şiir, s. 145-155.
    4 Bu makale henüz yayımlanmamıştır. Editörlüğünü Özkan Gözel’in üstlendiği Yunus Emre hakkında kitap çalışmasının bir bölümü olarak 2021 yılı sonlarına doğru yayımlanması beklenmektedir.