YUNUS’TAN KİM USANASI: OSMANLI’DAN CUMHURİYET SONRASINA YUNUS EMRE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Abdullah Uğur*

    Bugün Yunus Emre’nin son dönem Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde nasıl algılandığını yahut bu algının nasıl yaratıldığını takip etmek mümkündür. Buna mukabil Yunus Emre’nin Osmanlı toplumu tarafından nasıl algılandığına dair elimizde herhangi bir çalışma bulunmaz. Bu yönde bir çalışmanın bulunmaması Cumhuriyet sonrası için Yunus Emre’yi hem bir keşif hem de isteyenin istediği yöne çekebileceği bir karakter olarak karşımıza çıkarır.

    Köprülü’den Önce
    1438 yılında II. Murad’ın Erdel Seferi sırasında esir alınan Georges de Hungaria esaretinin bittiği 1458 yılında Roma’ya yerleşmiş ve Papa IV. Sixtus’un tercümanı olarak çalışmıştır. 3 Temmuz 1502’de Roma’da vefat eden Georges de Hungaria kısaca Tractatus olarak bilinen eserinde Türklerin dinleri, yaşayış ve düşünce biçimleri gibi birçok konuya değinmiş, ayrıca eserin sonuna Türk şiirinden örnek olarak Yunus’un iki şiirini eklemiştir. Böylelikle henüz on altıncı yüzyılın başında Yunus’un şiirleri Gotik Latin harfleriyle basılmış ve ünü Osmanlı sınırlarının da dışına çıkmıştır.1Konu hakkında ayrıntılı bilgi ve Yunus Emre’nin şiirleri için bkz: Ömer Yağmur, “Georgios de Hungaria’nın Gotik Harflerle Aktardığı İki Yunus Emre Şiiri” Dil Araştırmaları, 22 (2018): 79-93. Aynı yüzyılda Osmanlı’ya esir düşen ve daha sonra ihtida edip Murad adını alan bir diğer Macar da hem Latince hem Osmanlıca kaleme aldığı Tesviyeü’t-Teveccüh ile’l-Hakk adlı eserinde Yunus Emre’nin şiirlerine –kimi zaman başka şairlerin şiirlerini de ona mal ederek– bolca yer veriyordu.2İsmail Emre Pamuk, “Bir 16. Yüzyıl OkurYazarının Zihin Dünyası: Tercüman Murad ve Tesviyetü’t-Teveccüh İle’l-Hak Adlı Eseri”, (Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi 2021), 100;147. Aşağı yukarı aynı tarihlerde bir mutasavvıf olarak Yunus’un biyografisi Taşköprülüzâde’nin Şekâik’inde kendine yer bulur. Taşköprülüzâde’nin hocası olan ve Şeyhzâde diye anılan Muslihiddin Mustafa’nın da “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü” diye başlayan Yunus’un meşhur şathiyesine yazdığı şerh de yine bu tarih aralığına rastlar.3Bu şerh metni diğer iki şarihin metni ile birlikte yayınlanmıştır. Fakat şerh metninin başında bulunan ve birçok âlimin esere yazdığı takrizler neşirde bulunmamaktadır. Bu takrizler Şeyhzâde’nin ilmî bağlantılarını, değerini göstermekle birlikte ulema katında Yunus … Continue reading Tabii bu arada Yunus Emre ismi etrafında bir hale oluşmaya başlamış onunla aynı adı taşıyan yahut onun yolunu devam ettirdikleri için “Emreler topluluğu” olarak anılan Âşık Yunus, Emrem Yunus gibi şairlerin de şiirleri Yunus Emre’nin ismi altında çoktan toplanmaya başlamış olsa gerektir. Yunus’un her yaygın eserde olduğu gibi okuyucularından daha çok dinleyicileri bulunmakta idi. Dönemin okuma pratiği daha çok bilen bir kişiden dinleme eylemi olarak gerçekleştiği için ve aynı zamanda ilk dönem yazmalarının günümüze kalma oranları düşük olduğundan bu ilk döneme dair materyal çok bulunmasa da daha muahhar birçok cönk ve mecmuanın içerisinde Yunus Emre’nin hayli ilahisi bulunmaktadır.

    Yunus Emre’nin şiirleri tabii ki sadece halk ve ulema arasında değil, Osmanlı sarayı ve bürokrasisi arasında da oldukça yayılmıştı. Divanının en eski nüshalarından birisinin Fatih kitaplığında bulunması, Şehzade Korkut’un mecmuasında şiirlerinin bulunması4Bu konudan beni haberdar eden Mehmet Arıkan’a müteşekkirim. bunun kuvvetli delillerindendir. Daha sonraki dönemlerde, örneğin II. Mahmud’un padişahlığı sırasında Ramazan dolayısıyla saraya davet edilen çeşitli derviş topluluklarının ayinleri sırasında Yunus Emre ve Eşrefoğlu Rûmî gibi mutasavvıf şairlerin ilahilerini okuması ve hazirunun dinlemesi de mutat bir saray geleneğiydi.5Dervişanın saraya çağırılması ve okunan ilahiler hakkında geniş bilgi için bkz. Selman Benlioğlu, Saray ve Musiki III. Selim ve II. Mahmud Dönemlerinde Musikinin Himayesi, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2108), 148.

    Fakat yazının ilerleyen bölümlerinde de görüleceği üzere milliyetçilik ve yenileşme hareketleri ile Osmanlı aydınının kendi tarihi ile çatışmaya başlaması Yunus Emre’nin daha sonra yeniden keşfedilmesini ve Osmanlı ile Orta Asya’da kalan Türki topraklar arasındaki bağı tesis etme görevini üstlenmesi ve klasik Osmanlı şiirinin karşısında millî şiirin en güçlü temsilcisi olmasını gerektirecekti.

    Köprülü ve Sonrası
    Köprülü’ye gelmeden önce Ziya Paşa’nın Harabat adlı makalesini anmak gerekecek. Ziya Paşa Paris’te yayınlanan bu makalesinde –her ne kadar daha sonra bu fikirlerinden rücu edecek olsa da– Türk şiirinin asli temsilcilerinin ozanlarımız ve çöğür şairleri olduğunu söyleyecektir. Daha sonra Namık Kemâl de klasik Osmanlı şiirinin acuze bir sevgili ile kapalı bir hayal dünyası içerisinde hapsolduğunu ve Türkçeyi temsil etmediğini söyler. Köprülü’nün aşağıda değinilecek yazılarını da bu temeller üzerinden okumak mümkündür. Fakat Köprülü’nün 1913’te yayınladığı iki makalesine gelmeden önce gözden kaçmış bir başka yazarın yazılarına değinmek gerekir: Filibeli Ahmed Hilmi.

    Filibeli Ahmed Hilmi, Şeyh Hüsnü müstearıyla, Köprülü’den iki yıl önce 1911 yılında Hikmet dergisinde “Sahaif-i İslamiye’den: Asar ve Ahval-i Meşahir” üstbaşlıklı yazı dizisinde Yunus Emre’ye dair beş bölümlük bir yazı dizisi kaleme alır. Başlıktan da anlaşılacağı üzere Şeyh Hüsnü Efendi için Yunus bir bilinmez değil aksine meşahir-i islamiyeden biridir: “Beyne’n-nas, Yunus Emre, Derviş Yunus, Âşık Yunus namlarıyla meşhur olan arif ve âşık billâhdır ki Bolu’da dünyaya gelmiş, yıldırım Bayezid zamanında zuhur etmiştir. Şeyhleri Tabduk Emre hazretleri olup tarikleri Kadirîdir.” 6Şeyh Hüsnü, “Sahaif-i İslamiye’den Asar ve Ahval-i Meşahir: Yunus” Hikmet, 62 (1327): 6-7.

    Şeyh Hüsnü’ye mukabil Köprülü’nün 1913 yılında yayınladığı iki makalede Yunus Emre unutulmuş bir şair olarak gösterilir ve Beşir Ayvazoğlu’nun da isabetli tabiriyle Köprülü Yunus Emre’yi “keşfeder”.7Beşir Ayvazoğlu, Yunus, Ne Hoş Demişsin: Cumhuriyet Sonrası Yunus Emre Yorumları, (İstanbul: Kapı Yayınları, 2014), 19. Türk edebiyatının ve kısmen de Cumhuriyet ideolojisinin hazırlayıcılarından olan Köprülü daha sonra Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar adlı eserinde de Yunus Emre’ye genişçe yer ayırır ve onu Yesevî takipçisi bir tekke şairi olarak niteler. Böylelikle Köprülü Yunus Emre’nin tarihî karakterini kendisi inşa etmiş olur. Genel olarak Köprülü’nün görüşü edebiyatı halk ve yüksek zümre edebiyatı olarak ikiye ayırmak ve bunların arasındaki bağlantının oldukça zayıf olduğunu söylemektir. Bu bakımdan Köprülü Yunus Emre’nin ve onun gibi divan şairi olmayan diğer şairlerin devlet/sultan ile herhangi bir ilişkiye girmediklerini, şair olarak yüksek zümre tarafından çok da değerli görülmediklerini ihsas ettirir: “Galiba halk vezniyle halk lisanında şiir yazdığı için tezkirecilerin nazar-ı takdir ve ehemmiyetini celb edemeyen bu avam şairi…”8Köprülüzade Mehmed Fuad, “Yunus Emre”, Türk Yurdu, 4 (1329), 613. diye tavsif ettiği Yunus’un sadece Âşık Çelebi tezkiresinde kısaca anıldığını söyler. Köprülü milliyetçi devlet ideolojisi çevresinde kaleme aldığı bu yazılarında Yunus Emre’yi tam bir Türk şairi olarak gösterir: “Diğerleri gerek tarz-ı tevzin ve ifade cihetiyle acemlerden çok mülhem oldukları hâlde Yunus Emre Acem divanlarından ziyade kalbini dinlemiş ve halka aşina olduğu bir lisan-ı samimiyetle hitap etmiştir. Denilebilir ki edebiyat tarihimizde tesadüf edilen en büyük halk şair-i mutasavvıfı Yunus’tur.”9Köprülüzade, “Yunus Emre”,  613. “Hulasa, Anadolu’da Yunus Emre’den önce Acem kültürünün derin tesirleri, medeniyetin bütün kollarında olduğu gibi lisan ve edebiyat üzerinde de mevcudiyetini göstermiş ve yalnız fikir bakımından değil, lisan, şekil ve eda, nazım tarzı bakımından da derin ve kuvvetli bir surette tesirli olmuştur.10Mehmet Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, (Ankara: TTK, 1976), 242. Köprülü’nün düşüncelerini öğrencisi olan Fevziye Abdullah Tansel de Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar’ın üçüncü baskısına yazdığı önsözde şöyle belirtir:

    “Tetkiklerinde daima millî gaye güden Prof. Fuad Köprülü, aynı maksatla İlk Mutasavvıflar’ı Ahmed Yesevî ve tesirleri, Yûnus Emre ve tesirleri olmak üzere iki kısma ayırmıştır: ‘Bu suretle Anadolu’daki Türk Edebiyatının diğer sahalardaki Türklerin edebiyatından ayrı ve kendi kendine inkişaf etmiş bir mahsul olmayıp, mazinin bir devamı olduğunu ve binaenaleyh Türk Edebiyatının tarihini vücuda getirmenin ancak onu bir bütün hâlinde göz önüne almakla mümkün olacağını’ ispat etmek istemiştir.”11Köprülü, İlk Mutasavvıflar, XXVII (Fevziye Abdullah Tansel’in girişi)

    Köprülü bu tespitleriyle Osmanlı aydınını ve tezkire yazarını iyiden iyiye acem taklidi olmakla yahut yeterince milliyetçi olmamakla suçlayıverir. Aslında Köprülü’nün metinlere zorla dedirttiği, yani Yunus’un tezkirecilerin nazarıdikkatini celbetmemesi eserlerin yazıldığı dönem için oldukça normaldi. İslam şiir geleneği içerisinde vezin kafiye gibi dış yapısı; mazmun ve edebî sanatlar gibi iç yapısı teşekkül etmiş bir şiir mirasını tevarüs eden Osmanlı bu geleneği şüphesiz devam ettirecekti. Fakat bu durum Osmanlı’da sadece klasik şiire değer verildiği şeklinde algılanmamalıdır. Osmanlı toplumunda farklı entelektüel çevrelerin olduğu bir gerçektir. Bu çevreler birbirleri ile çeşitli noktalarda temas ederler ve dahi bu farklı çevrelerin ait oldukları “şiirsel kültür” bağlamında birbirlerinden farklı türleri, kelime dünyaları ve yönelimleri vardır. Divan şairi için dinî bayramlarda yahut başka vesilelerle padişaha kaside sunmak ve bunun karşılığında para, kıyafet vb. caizeler almak oldukça sıradan bir işti ve kimse bu sebeple şairi ayıplamazdı. Sevgili için gözyaşı dökmek, onun kûyunda beklemek gibi mazmunlar da bu şiirin temel taşlarından idi. Fakat Yunus gibi şairlerin bağlı bulundukları şiir kültürü açısından bu gibi mazmunları kullanmaları yahut padişaha kaside sunmaları mümkün değildi. Çünkü tekke şairleri için şiir hikmetli sözler söylemek, insanları uyarmak yahut ilahi aşkın bir şekilde dillendirilmesinden ibaretti. Bununla birlikte mutasavvıf şairler de padişahla ve Osmanlı bürokrasisi ile organik bağlar tesis eder ve kimi zaman yazdıkları eserleri onlara ithaf ederlerdi.12Örneğin Fatih devri şairlerinden Cemâlî’nin Miftâhü’l-Ferec’i ve İbrahim Tennûrî’nin Gülzâr-ı Ma’nevî’si Fatih’e sunulmuştu ve Gülzar-ı Ma’nevî’nin Topkapı Sarayında bir nüshası bulunuyordu. Mehmet Arıkan, “Fenâdan Bekâya İp Atmak: Fatih Sultan … Continue reading Köprülü’nün yazıları ile başlayan Yunus Emre sevgisi ve ilgisi Burhan Toprak ile bir adım daha ileri gitti. Şöyle ki Burhan Toprak, Yunus Emre Divanı’nı yayınlayacağını duyurduğu yazısında Yunus Emre’yi bütün klasik şairlerin karşısına konumlandırıverdi:

    “…klişeleri, gül deyince arkasından bülbül, gülşen bahar, saba; bade deyince yine arkasından bem, saki, mahbup, canan, sagar, piyale kelimelerini sıralaması, nihayet daima aynı temrinleri, aynı fikirleri gevelemesi, en büyüklerinde bile kusturacak kadar iğrendiriyordu. Mesela Bâkî’nin cins mısraları:

    Sakî uzat ayağını sen tâ dehanıma

    yahut:

    Şer’a uymaz nidelüm nale vü zar eylerise
    Gerçi kanuna uyar zemzeme-i musikar

    yahut Nef’î’nin şu cins beyitleri:

    Safı rezmide Rüstem bir tehitterkeş sipahidir
    Deri cudunda Hâtem bir gedayı biserüpadır…”

    Toprak bunları söyledikten sonra yine de okunabilecek birçok gazeller bulunabileceğini fakat onların da müthiş bir kusuru olduğunu, hepsinin “Made in Persia” hissi verdiğini söyler. Klasik Osmanlı edebiyatını bir çırpıda harcadıktan sonra onun yerine koyacağı şiir ve şair olan Yunus Emre için ise şu değerlendirmede bulunur: “Yunüs Emre Türk kurun-ı vustasının Summum’udur. Onun divanı da bizim Divina Commedia’mızdır.”13Burhan Ümit [Toprak], “Türklerin En Büyük Şairi”, Yeni Türk Mecmuası, 7 (1933), 554;556.

    Burhan Toprak 1933 yılında Yunus Emre Divanı’nın ilk cildini 1934 yılında da ikinci cildini yayınlar. 1936 yılında da Gölpınarlı Yunus Emre’nin Hayatı adlı eserini neşreder ve 1942’de Divan’ın bir baskısını gerçekleştirir. Böylelikle farklı görüş ve dünyalara ait insanların Yunus Emre’yi inceleme, anlamlandırma ve sahiplenme yarışı başlamış olur.

    Yunus’tan Kim Usanası
    Yunus Emre’nin bir anda erken cumhuriyet aydınları tarafından ilgi odağı hâline gelmesi sağ ve sol ayırt etmeksizin her kesimden insanın Yunus üzerine bir şeyler yazma ve söyleme gereksinimini doğurdu. Bu arada Yunus’a bir mekân izafe etmek isteyen ve pek tabii Yunus’un büyüsünden yararlanmak isteyen belediyeler de anma toplantıları ve anıt mezarlar için girişimde bulundular. Önce Sarıköy’deki kabri ihya edildi. Daha sonra tren yolunun buradan geçecek olması üzerine yeni bir kabir yapıldı. Bu arada Yunus’un kabrinin Karaman, Isparta ve Bursa gibi farklı illerde olduğunu iddia eden yazılar kaleme alındı. 1965 yılında Sezai Karakoç, Yunus Emre üzerine şairane bir inceleme yayınladı. Bunu Türk Yurdu Dergisi’nin 1966 yılında Yunus Emre için hazırladığı özel sayı takip etti. 1971 yılında Hisar, Yeni Edebiyat ve Hareket dergileri de özel sayılar yayınladılar.

    Yunus Emre’ye olan ilgi sadece yazı üzerinde kalmadı. Adnan Saygun 1946’da Yunus Emre Oratoryosunu sahneye koydu. Necip Fazıl’ın Yunus Emre’yi konu alan piyesinden başlamak üzere Recep Bilginer, Nihat Asyalı, Nezihe Araz ve daha birçok isim tarafından Yunus Emre imajı sahnelere aktarıldı. 1989 yılında yapımcılığını Atıf Yılmaz, yönetmenliğini Arslan Kacar’ın üstlendiği İçimizden Biri: Yunus Emre filmi çekildi. Son olarak Yunus Emre’nin hayatı dizi şeklinde TRT1’de yayınlandı.

    Yunus Emre üzerindeki bunca çalışmaya rağmen Yunus Emre’nin kimliği üzerinde uzlaşılamadı. Sonuç olarak ortaya hümanist, panteist, anarşist, dört kitaba eşit uzaklıkta, kalenderî rint-meşrep bir derviş, sünni akideye bağlı bir mutasavvıf, ümmi, âlim vb. gibi birbiri ile çelişen birçok Yunus ortaya çıktı. Daha doğrusu herkes Yunus’ta ve şiirlerinde kendini bulmak istedi ve bir şekilde buldu. Yunus Emre üzerine yazanlar karanlıkta file dokunup da el yordamıyla anladıkları kadar aktardıkları file benzedi. Tabii ki bunda modern edebiyat eleştirilerinin yorum ve aşırı-yorum arasındaki sınırı iyice muğlaklaştırması ve okurun metni yazarından bağımsız olarak inşa etmesine izin vermesinin de yadsınamaz bir etkisi oldu. Yunus üzerine yazılan yazıların “Yunus’tan ne anladım” değil de “Yunus aslında ne anlattı” temelinde olması bu “külliyatın” süregelen bir sorunu ve fakat belki de devam etmesinin temel gücü olarak önümüzde duruyor.

    Yunus Emre birer mazmun olarak şiirlerinde sıkça pazar yerlerini, bezirgânları, sermayeyi anıyor. Belki kendisi bir gün kendi için de böyle bir “pazar”ın ortaya çıkacağını düşünmezdi. Fakat bugün toplumun her kesimi tarafından sahiplenilmeye çalışılan Yunus Emre ve şiirleri öncelikle yayın dünyasında bir pazar olmuş durumda. Yayınevlerinin hem bir best-seller hem de bir long-seller olarak gördükleri divanı, kimi zaman kimin tarafından yapıldığı bile bilinmeyen “seçmeler” olarak okura sunuluyor. Bununla birlikte Yunus’un hayatını temel alan tarihsel gerçeklikten bağımsız romanlar, hikâyeler, çocuklar için Yunus Emre vb. birçok eser de yayınlanmaya devam ediyor. Yunus’un beyitlerini ve resmini özel bir markanın ürettiği tişörtlerin üzerinde görmek mümkün. Bunun dışında çeşitli süs eşyalarında kahve kupalarında ve tablolarda da Yunus’un veciz sözleri arzıendam ediyor. İster istemez Yunus ve şiirleri artık tüketilebilir, kolayca paraya tebdil edilebilir bir metaya dönüştü. Bununla birlikte bütün bu “markalaşma”nın tamamıyla kötü bir şey olduğunu söylemenin doğru olup olmadığını bilemiyorum. Ortada olan tek gerçek Yunus’tan kimsenin usanmadığı ve Yunus pazarının bütün hızıyla devam ettiğidir. Belki de bütün büyük isimlerin etrafında oluşan büyülü haleden kaçış yoktur ve Yunus’a her daim bu perdenin arkasından bakmak zorunda kalacağız.

    * Dr. Öğr. Üyesi Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.



    1 Konu hakkında ayrıntılı bilgi ve Yunus Emre’nin şiirleri için bkz: Ömer Yağmur, “Georgios de Hungaria’nın Gotik Harflerle Aktardığı İki Yunus Emre Şiiri” Dil Araştırmaları, 22 (2018): 79-93.
    2 İsmail Emre Pamuk, “Bir 16. Yüzyıl OkurYazarının Zihin Dünyası: Tercüman Murad ve Tesviyetü’t-Teveccüh İle’l-Hak Adlı Eseri”, (Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi 2021), 100;147.
    3 Bu şerh metni diğer iki şarihin metni ile birlikte yayınlanmıştır. Fakat şerh metninin başında bulunan ve birçok âlimin esere yazdığı takrizler neşirde bulunmamaktadır. Bu takrizler Şeyhzâde’nin ilmî bağlantılarını, değerini göstermekle birlikte ulema katında Yunus Emre’nin eserlerinin de saygınlığını ve kabul edilirliğini göstermesi bakımından önemlidir.
    4 Bu konudan beni haberdar eden Mehmet Arıkan’a müteşekkirim.
    5 Dervişanın saraya çağırılması ve okunan ilahiler hakkında geniş bilgi için bkz. Selman Benlioğlu, Saray ve Musiki III. Selim ve II. Mahmud Dönemlerinde Musikinin Himayesi, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2108), 148.
    6 Şeyh Hüsnü, “Sahaif-i İslamiye’den Asar ve Ahval-i Meşahir: Yunus” Hikmet, 62 (1327): 6-7.
    7 Beşir Ayvazoğlu, Yunus, Ne Hoş Demişsin: Cumhuriyet Sonrası Yunus Emre Yorumları, (İstanbul: Kapı Yayınları, 2014), 19.
    8 Köprülüzade Mehmed Fuad, “Yunus Emre”, Türk Yurdu, 4 (1329), 613.
    9 Köprülüzade, “Yunus Emre”,  613.
    10 Mehmet Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, (Ankara: TTK, 1976), 242.
    11 Köprülü, İlk Mutasavvıflar, XXVII (Fevziye Abdullah Tansel’in girişi)
    12 Örneğin Fatih devri şairlerinden Cemâlî’nin Miftâhü’l-Ferec’i ve İbrahim Tennûrî’nin Gülzâr-ı Ma’nevî’si Fatih’e sunulmuştu ve Gülzar-ı Ma’nevî’nin Topkapı Sarayında bir nüshası bulunuyordu. Mehmet Arıkan, “Fenâdan Bekâya İp Atmak: Fatih Sultan Mehmed’in Özel Kütüphanesindeki Tasavvuf Eserleri” Osmanlı’da İlm-i Tasavvuf, ed. Ercan Alkan, Osman Sacid Arı, (İstanbul: İsar Yay, 2018), 79
    13 Burhan Ümit [Toprak], “Türklerin En Büyük Şairi”, Yeni Türk Mecmuası, 7 (1933), 554;556.