YUNUS EMRE BUGÜN, BİZE NE SÖYLER?
Yazar: Ahmet Murat Özel
Yunus Emre, her ne kadar Osmanlı şiir kamusu tarafından yeterince önemsenmiş görünmese de, tasavvufi muhitlerde ve popüler dindarlığın çeşitli tezahürlerinde görüldüğü gibi, sevgiyle ve ilgiyle benimsenmişti. Bu, Yunus Emre’nin şiirinin, dilsel ve edebî niteliklerine dikkat çekmeye gerek duymayan bir benimsemeydi. Yunus, dervişler ve halk nezdinde, başka her şeyden önce bir tasavvuf ulusu, bir veli, bir âşıktı. Bu sebeple, Osmanlı döneminde Yunus hakkındaki kanaatlerin, edebî değerlendirmeyi önceleyip öncelememe bakımından ikili bir nitelik gösterdiği söylenebilir: Bir yanda, onu şairler galaksisinin bir yıldızı olarak görmediği için üzerinde durmayan klasik şiir geleneği bulunur; öte yanda ise onun şairliğiyle değil veliliğiyle meşgul olan tasavvuf ve popüler dindarlık geleneği bulunur.
Bu tasavvuf geleneğinde, Yunus Emre’ye saygı ve sevgiyle eğilen yanında, onun şiirlerindeki tavrını taklit eden mutasavvıf şairler de vardır. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin bir Yunus okuru olduğu bilinmektedir. Şiirlerinde de Yunus’u andırır. Yine Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinde bariz bir Yunus etkisi bulunur. Yunus’a bu iki önemli sufi dışında, Niyâzî-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî gibi isimler de eğilmiştir. Yunus, onların eserlerinde atıflarda bulundukları, bazı şiirlerine şerhler yazdıkları biridir. Yine Bektaşi geleneği içinde de Yunus’un benimsendiğini, şiirlerinin nefeslere dâhil edildiğini görürüz. Yunus Emre elbette, sadece Bektaşi repertuarının değil, bütün bir Türk tasavvuf müziğinin bel kemiğidir. Nitekim cönkler üzerinde yapılan akademik çalışmalar, mevcut cönklerdeki şiirlerin yarısının Yunus’a ait olduğunu göstermektedir. Halkın Yunus’a olan sevgisinin bir başka tezahürü ise, onun Anadolu’nun her tarafına serpilmiş olan makamlarının, kabirlerinin sayısının çokluğudur.
Yunus’un, halk tipi bir sufi şair olarak kabul edilmek yerine, entelektüel ilginin konusu edilmesi Osmanlı’nın son ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, Fuad Köprülü’nün başını çektiği çalışmalarla mümkün olmuştur. Köprülü, Yunus’u bir kez de entelektüeller için, konjonktürel şartların güçlendirdiği bir saikle keşfetmiştir. Tanzimat edebiyatçılarının burun kıvırarak terk ettiği klasik edebiyatın yerini doldurmak üzere koşulan halk edebiyatı kazılarının Yunus’a uğramaması düşünülemezdi ve Köprülü de bu işlemi hakkıyla tamamlayan kişi olmuştur. Bu noktada Yunus’un portresinin manipüle edildiğini söylemeye gerek yok. Çünkü Yunus’tan çıkartılmak istenen, çağının İran etkisindeki şiirine karşı Türkçenin bayraktarlığını yapmış bir tür devrimci ve milliyetçi bir ozandır: Şu ifadeler Köprülü’ye aittir: “Türk edebiyatı asırlardan beri kâh Arap-Acem edebiyatları, kâh Avrupa edebiyatlarını taklit etti; … Bu vadide eski yeni birtakım büyük sanatkârlar yetiştirmiş olduğumuzu haklı bir gurur ile iddia edebiliriz. Nevâî, Fuzûlî, Nedim, Hamit gibi… Fakat gençlik bu büyük şairleri tazizden daha evvel, ‘Yunüs Emre’ gibi bir halk şairine … karşı meftunluğunu gösterdi. Çünkü Yunus ilahilerini halkın öz dili ile, ve tamamı ile halk edebiyatından, halk zevkinden ilham alarak yazmış, ve böylece millî edebiyat cereyanının, edebiyatta halkçılığın en büyük mümessili olmuştur. ‘Milliyet’ cereyanının bu şuurlu devrinde, ‘millî dil’ ve ‘millî edebiyat’ iştiyakı bütün ruhları doldurduğu bir sırada, gençliğin ‘Yunus’a karşı böyle bir hürmet göstermesi pek tabii değil midir?” Bu ifadelere, Aka Gündüz’ün “[Yunus Emre] Tasavvufu, yapmak istediklerinin kalkanı edinmiştir. Yoksa Yunus Emre ve onu güdenler tastamam birer dil, kafa, kültür inkılapçılarıdır… Onlar İslâm beynelmilelciliği içinde ümmetçi gibi sanılmaktadır. Amma gerçekte tam birer milliyetçidirler.” ve “Zamanımızın zalim, korkunç çerçevesini mısraları ile parçalayan Emre kahraman, hiçbir vakit tasavvufun malı değildir, olmamış, olmayacaktır.” ifadelerini de ekleyebiliriz.
Yunus Emre’nin eserini dil ve edebî dönüşüm bağlamına hapseden yaklaşımlarıyla bu entelektüel zümrenin Yunus’un gerçek şahsiyetini tanımakta hem Osmanlı entelektüelinin ve hem de halkın çok gerisine düşmeleri ibret vericidir. Osmanlı entelektüelinin Yunus’a yeterince ilgi göstermemiş olması, kendi şiir kıstaslarına onda rastlamamış olmalarıyla bağlantılıydı. Ama bu ilgisizlik Yunus’un şahsiyetinin çarpıtılması kertesine de gelmemişti. Halk ise Yunus’un şiirlerine edebî gerekçelerle değil, manevi gerekçelerle yönelmişti. Dolayısıyla Yunus Emre’nin eserinin ve istikametinin, herhangi bir sosyopolitik ajandaya matuf olarak değil, bin şu kadar senelik dindarlık deneyimine merbut olarak ortaya konduğunu kabul etmişti. Buna mukabil bazı çağdaş Türk entelektüellerinin, gerek bir anakronizme düşerek onu milliyetçi ve halkçı ilan etmeleri ve gerekse onun asli konusu olan tasavvufu boşa çıkarmaya çalışmaları Yunus’un zihinlerindeki imajının, en azından çarpık olduğunu gösterir.
Çünkü Yunus Emre, şair olmaktan önce ve daima bir sufidir. Bu sebeple, Yunus Emre’yle karşılaşan çağdaş bir okur, onda yepyeni konular, devrimci temalar ve yönelimler değil, kendisinden önceki tasavvuf geleneğine eklemlenen bir tekrarcılık bulur. Bu tekrarcılık yüzünden vasata dönüşmekten onu koruyan ise dilde yaptığı işlemdir (bu konuya ileride değineceğiz). Nitekim Yunus Emre bir silsilenin halkasıdır (bu silsilenin Yesevî, Bektaşî, Mevlevî, Rifaî, Kadirî geleneklerinden hangisine ait olduğu ayrı ayrı tartışmalı olsa da). Kendi şiirlerinde de rastladığımız bu silsile izleri onu, tasavvuf geleneğine, dolayısıyla tekrarcılığa kaçınılmaz olarak bağlar. Yunus Emre’nin değişmeyen konuları olan ilahi aşk, seyrüsüluk adabı, fena ve beka vb. tasavvuf edebiyatının istisnasız bütün şairlerini ve yazarlarını içine alan bir ilginin yöneldiği konulardır. Bazı araştırmacılar Yunus’taki ilahi aşk temasını, mezheb-i ışk bağlamında Ahmed el-Gazzâlî’ye, Irâkî’ye, Hz. Mevlânâ’ya bağlamaya çalışırlar ama bu tema bu isimleri çoktan aşan, herhangi bir sufinin ilgisiz kalamayacağı, sufi olmanın temel şartını oluşturan merkezî bir temadır. Yani Yunus’un temalarını belirleyenleri belli bazı sufi isimlere indirgemek mümkün değildir, çünkü bunlar tasavvuf denilen sahanın yapıtaşlarıdır. Yunus Emre’nin tasavvuf geleneğine eklemlenirken, bu gelenekten habersiz ve tasavvufi tecrübeyi neredeyse kendisiyle başlatan bir ümmi gibi olmadığını, şiirinde İbrâhim Edhem’e, Ma’rûf-u Kerhî’ye, Bâyezîd-i Bistâmî’ye, Cüneyd-i Bağdâdî’ye, Şiblî’ye, Hallâc-ı Mansûr’a, Şeyh San’an’a yaptığı atıflardan anlayabiliriz.
Yunus Emre sadece bilindik tasavvufi temaları tekrarlarken ya da önemli sufilerin isimlerini anarken değil, aynı zamanda tasavvuf ilminin kendi iç tartışmalarına gösterdiği duyarlıkla da bilgili ve gelenekli bir sufidir. Zahid-rind ayrışmasını yakinen bilir ve şiirinde kullanır; şiirinde melametten bahseder; şeriat-hakikat bahsini takip eder. Tasavvuf tarihinde, belli tartışmalar ve ayrışmalarla ortaya çıkmış olan farklı eğilimleri son derece vukufiyetle bilmektedir. Tarihin getirip önüne bıraktığı bütün bu tarihsel-tasavvufi malzemeden bir Yunus Emre şahsiyetine erişir. Böylece ortaya, okurun tarihsel atıflarını takip edebileceği bileşenleriyle bir Yunus Emre şahsiyeti çıkar: Âşık, melamet sahibi, sünni bir sufi. Yunus Emre’nin şiirini bir ağ gibi sarmış tasavvufi temaları, atıfları, müktesebatı görmezden geldiğimizde geriye, yörüngesini belirleyemeyeceğimiz bir hümanizmden, alçakgönüllülük ve yumuşak huyluluk kutuplarına kümelenmiş bir ahlaktan başka bir şey kalmayacaktır. Oysa onun insan anlayışı da, ahlak anlayışı da tasavvufi dünya görüşü hesaba katılmadığı sürece uçucu, muğlak ve gevşek dokulu, dolayısıyla etkisizdir.
Yunus Emre bugünün insanına ne söyler sorusunu, işte bu bağlam içinde ele alma zorunluluğumuz vardır. Yunus Emre, bugünün insanına, geçmişin insanına söylediğini söylemektedir. Ona da kendi geçmişi aynı şeyi söylemiştir. Bu, insan-Tanrı ilişkisine dair tasavvufi birikimin sözüdür ve dinî ilimlerin yaptığı ilmî ve söylemsel harmandan kopartılması mümkün değildir. Yunus Emre’nin şeriata yaptığı atıfların, ölüm sonrasına ve kabir ahvaline dair sıkça yaptığı uyarıların, toplumsal ve bireysel ahlaki eleştirilerinin anlamlı olabilmesi için bu tasavvufi bağlamın göz önünde tutulması gerekir. Onun zahir ehline yönelik eleştirilerinin anlamlı olabilmesi için bile, asırlar içinde birikmiş olan tasavvuf merkezli tartışma tortularının hesaba katılması gerekir. Artık Yunus Emre’nin hakiki anlamda, bugünün herhangi bir insanına değil, manevi arayışa ve bâtıni eğitime karşı duyarlı insanına konuştuğunu söyleyebiliriz. Onun eserinin, alanın tamamını yansıtması, alanın bütün önemli sorularına karşı bir sezgi geliştirmiş olması anlamında “majör bir kitap” olması bu sebepledir.
Yunus Emre, tasavvuf geleneğine gerek silsile yoluyla ve gerekse müktesebatını borçlu olmak bakımından bağlı olmakla birlikte, yine de çığır açıcı bir sufi şairdir. Bugün başka birçok sufi yerine onu öncelikle hatırlıyorsak, bu onun tasavvufun tarihindeki özgül yeriyle ilgilidir. Yunus bu özgül yeri tasavvufi makamına mı borçludur? Başka sufilerden daha derin, daha yüce, daha arif olmasıyla mı bu yeri kazanmıştır? Bu soruya cevap vermenin elverişli bir yolu yok. Çünkü herhangi bir sufinin manevi makamını ölçebilmenin imkânı yok. Her bir tarikat kendi pirini, tarikatının müessisini, kutbunu ya da müceddidini muhtemelen tarihin en önemli manevi şahsiyeti sayma eğiliminde olacaktır. Manevi otoritesi ve ağırlığı üzerinde ittifak edilmiş, doğuda Abdülkâdir-i Geylânî, batıda Ebû Medyen gibi zatlar ya da Şeyh-i Ekber veya Hz. Mevlânâ gibi irfani bilginin yıldızı olan şahsiyetler, bütün sufi geleneğinin ortak kabul görmüş sınırlı sayıdaki değerleri olması bakımından bir kenara konacak olursa, diğer zevatın tamamı birbirlerine şöyle ya da böyle denk kabul edilme eğilimindedir. Dolayısıyla Yunus’un özgül yerini, başka bir çok sufiden daha yüksek bir makama sahip olduğuna olan inancın dışında bir unsurun sağlaması gerekir. Bu nedir?
Bu unsurun dil bağlamında anlaşılabileceğini söyleyebiliriz. Yunus Emre, inşa ettiği şiir dili bakımından, bu dilin muhataplarını kuşatma kabiliyeti sebebiyle akranlarından ve sonraki meslektaşlarından ayrılır. Yunus Emre’den önce de Türkçe yazan bazı sufiler vardı ama bu isimlerin Türkçe tasavvuf dilini inşa edecek bir birikimi inşa ettikleri görülmez. Ahmed Fâkih (ö. 1221?), Evhadüddîn-i Kirmânî (ö.1238), Hz. Mevlânâ (ö. 1273), Sultan Veled (ö.1312) gibi büyük sufiler Türkçe yazdılar ama bu yazdıkları fragmantal nitelikteydi ve bunlar bütün edebî yatırımlarını Türkçeye yapmış da değillerdi. Yunus Emre ise ortaya Türkçe bir eser koymakla kalmadı, o günün ortalama Türkçesini anıtlaştırdı. Yunus Emre’nin yaşadığı yüzyılın, çeşitli sosyal ve politik sebeplerle Türkçenin talih yıldızının parladığı bir çağ olarak görmek mümkündür ama Türkçeyi bir din dili olarak inşa etmek için gereken, sonraki sufi şairlerin Türkçeye güvenmesinin yolunu açanın Yunus Emre olduğunu söylemek mümkündür. Yunus’un çağdaşları olan Âşık Paşa (ö. 1332) ve Gülşehrî (ö. 1317’den sonra) de Türkçe tasavvufi eserler kaleme aldılar. Ama onların yazdıkları dramatik bir yapıya sahip olan mesnevi türünde eserlerdi ve bu sebeple manevi deneyimin ve duyguların billurlaşmasına odaklanmayı zaman zaman gölgeleyen bir anlatı eserde başat durumdaydı. Yunus Emre’nin eseri ise başka bir anlatı ya da dramatik yapının darasının esere dâhil olmasına izin vermeyecek ölçüde tasavvufi şiirin ihtiyaç duyduğu duyarlık ve lirizmi odağına almıştı. Onun meselesi saftı ve bu da aşk ve onun yollarıydı. Aşk hakkında konuşmayı bir dolayım işlemine sokmaya gerek duymadan, doğrudan ve bütün yakıcılığı ile anlatmayı seçmişti. Diğerlerinin eserlerini Mantıku’t-Tayr ya da Mesnevî ile mukayese edebilirken, Yunus Emre’nin eserini Dîvân-ı Kebîr ya da Dîvân-ı Hâfız ile mukayese edebiliriz.
Sheldon Pollock’un Sanskritçe literatür üzerinden yaptığı kavramsallaştırmasını kullanarak söylemek istersek, Yunus Emre, çağının kozmopolit dili olan Farsçanın karşısına bir vernaküler/mahallî dil olarak çıkma eşiğinde olan Türkçenin, vernaküler bir dile dönüşme sürecinin muhtemelen en önemli aktörüdür. Geniş bir coğrafyanın ve zaman diliminin kozmopolit dili olan Farsça, epik, lirik, didaktik bütün büyük edebî metinleri taşıma kabiliyetini yüzyıllarca uhdesinde tutmuşken, bu dilin yamacında bir başka dil olan Türkçe, yine politik güç değiştirmelerin tazyikiyle bir alternatif dil olarak onunla rekabet eğilimine girmişti. Bu rekabetçi dili Pollock vernaküler dil olarak adlandırmaktadır. Burada Pollock’un özgün tespiti, bu vernaküler dilin aslında kozmopolit dilin üstün birikimini öncelikle çevirilerle, sonra uyarlamalarla ve nihayetinde muadil metinlerle yansıtabilmesidir. Yani Türkçe, Farsçadaki epik, lirik, mistik ve didaktik edebî metinleri çeviriler, uyarlamalar ve özgün muadillerini yaratmak yoluyla onunla rekabete girmiş olmaktadır. İşte Yunus Emre, Farsçada ortaya konmuş olan tasavvufi edebiyatı, firesiz denilebilecek bir evsafta Türkçede karşılayabilmiştir. Vahdet, aşk, fena, beka, edeb vb. Farsça tasavvufi edebiyatın bütün önemli temalarını, yine Ebu’l-Hayr’dan, Sa’dî’den ya da Attâr’dan geri kalmayacak bir düzeyde başka bir dilde, Türkçede yankılamayı gerçekleştirmiştir. Bu sebeple, Türkçenin rekabetçi bir vernaküler olarak edebiyat sahnesine çıkmasının neredeyse ana yürütücüsü olmuştur.
Bugün Yunus Emre’nin bize söylediklerini bu iki hususu dikkate alarak gözden geçirmek zorundayız. İlki, Yunus Emre’nin söyleminin, kaçınılmaz olarak tasavvufi olmasıdır. Yunus Emre’nin söyledikleri eğer bize bugün cazip geliyorsa, bunun kaynağının tasavvufi olduğunu kabul etmek zorundayız. Yunus Emre, Allah, insan, tabiat, toplum hakkında konuşurken, tasavvuf denilen bir lens kullanmıştır. Söyleminin yapısını, mayasını, stratejisini buna borçludur. İkinci husus ise, tasavvufi söylemin kendi çağında ve toplumunda yankılanması için yenilikçi ve riskli bir yol tutturmuş ve bu söylemin iddialarını ve önermelerini taşıyıcı yetenekte olup olmadığı henüz tam olarak sınanmamış olan Türkçeye itimat etmişti. Yunus Emre’nin bir ümmi olmak yerine, Farsçayı okuyabildiğini artık biliyoruz (Sa’dî’den bazı beyitlerin birebir çevirisine onun şiirinde rastlamaktayız). Bununla birlikte, yüzünü çağının kozmopolitine değil, vernakülerine çevirmeyi göze almıştı. Bu tercih, lingüistik ve edebî sonuçları ve teatileri bir yana, toplumsal bakımdan kendi ümmi halkına seslenme (ki benzer bir yoldan giden Eşrefoğlu da, bunu yaparken, kendi hemşerilerinin ümmi olduğunu yani Arabi ve Farisi okuyamadıklarını bir gerekçe olarak sunacaktır) gibi bir misyon içermektedir. Dolayısıyla Yunus Emre’nin, tasavvufi söylemi yayma, yaygınlaştırma gibi bir saikle harekete geçtiğini görmekteyiz. Tasavvufi söylemin, çağının diliyle bir sese kavuşması… Yunus Emre’nin yapıtının sadece şiirler değil, aynı zamanda bu girişim olduğunu da artık söyleyebiliriz.