BİR PRENSESTEN BİR FİLOZOFA SORULAR: BOHEMYA PRENSESİ ELISABETH İLE DESCARTES’IN MEKTUPLARI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Adem Beyaz*

    Elisabeth Simmern van Pallandt yahut Bohemya Prensesi Elisabeth (1618–1680), kendi dönemi için sıra dışı bir kişiliğe sahipti. Doğup büyüdüğü sarayda ona eğitim verecek çok önemli insanlar vardı; ünlü fizikçi ve matematikçi Christian Huygens’in babası Constantijn Huygens bunlardan biriydi, baba Huygens bir şair ve aynı zamanda beşerî bilimler uzmanıydı. Prenses ile yazışmalarından anladığımız kadarıyla ona eğitim veren hocalar arasındaydı. Tabii prensesin sıra dışı kişiliği çevresinin iyi olmasından kaynaklanmıyordu, kendisi çok meraklı ve entelektüel biriydi, hatta muhtemelen Yunan klasiklerine çok dalması sebebiyle kardeşleri ona “La Grecque” [Yunan] lakabını takmışlardı. Yine mektuplarından anladığımıza göre, 1640 yılında Machiavelli’nin Hükümdar adlı eserini okumuştu, yani henüz 23 yaşındayken. Aynı yıl, Oxford Merton Kolejinde tahsil görmüş olan ve dokunaklı vaazlarıyla ünlenen İngiliz vaiz Edward Reynolds, A Treatise of the Passions and Faculties of the Soule of Man [İnsan Ruhunun Tutkuları ve Yetileri Üzerine Bir Deneme] adlı eserini prensese adamıştı. Atıf mektubunun ima ettiği üzere Elisabeth elyazmalarını görmüştü ve eserin basılmadan önceki hâline onay vermişti, demek ki aralarında bir mektuplaşma da olmuştu.

    Elisabeth bir gün Fransız filozof ve matematikçi René Descartes’ın (1596-1650) Meditationes de Prima Philosophia, in qua Dei existentia et animæ immortalitas demonstratur [İlk Felsefe Üzerine Düşünceler; Tanrının Varlığı ve Ruhun Ölümsüzlüğünün Kanıtlanması] (1641) eserini alıp okudu. Fransız dostu Alfonse Pollot’dan yazarı bulmasını rica etti ve Elisabeth ile Descartes arasındaki mektuplaşma 1643 yılında başlayıp 1649’a kadar yani filozofun ölümünün hemen öncesine kadar sürdü.

    İkili arasındaki yazışmalardan bugün bile bahsetmemizi sağlayan şey, mektuplarda felsefi araştırmanın neredeyse her alanına dokunulmuş olmasıdır. O dönemki felsefenin en merkezî sorunlarından biri hâline gelen ruh-beden ikiliği probleminden tutun da doğa felsefesindeki konulara, fizik ve geometriden tıbba, ve hatta psikoloji, etik ve siyaset felsefesine kadar her tür tartışmayı bu yazışmalarda görmek mümkündür. Bunun yanında Descartes, prensesin âdeta yaşam koçu olur; kartezyen felsefenin kurucusu 21 Haziran 1645 tarihli mektubunda prensese Seneca’nın De vita beata [Mutlu Yaşam] eserini okumasını önerir ve müteakip mektuplarda buradan çıkan sonuçları tartışırlar. Analitik felsefenin esas temsilcilerinden biri olan ve felsefi argümanlarını daima geometri ve fizik önermeleriyle ispatlayan Descartes’ı klasik edebiyat konuşurken görmek gerçekten ilginç.

    Bu yazışmaların içerdiği çeşitli konuların her birine dair bir örnek mektuplaşma sunmak isterdik (özellikle de Mutlu Yaşam kitabı üzerine olanları), fakat prensesin mektupları neredeyse yalnızca sorular içerdiği için görece kısa olsa da Descartes’ın mektupları bir prensesle yazıştığının farkındalığıyla gayet uzun. Metinleri kısaltarak vermek de mümkün değildi, çünkü Descartes felsefe eserlerini yazma yöntemini mektuplarında bir kenara bırakmıyor; bir başka deyişle, bütün konuyu ilmek ilmek dokuyor: Herhâlde bir devrime yol açan felsefi sistemini birkaç cümleyle özetlemek ve anlatmaya çalışmak ona da zor geliyordu.

    Bu sebeple sadece ikili arasındaki münasebeti başlatan ruh-beden ikiliği mevzusuna odaklandık:

    Elisabeth’ten Descartes’a
    [Lahey] 6 Mayıs 1643

    Mösyö Descartes,
    Birkaç gün önce beni görmeye niyetlendiğinizi muazzam bir sevincin yanında buruklukla öğrendim; benim gibi cahil ve dik kafalı biriyle iletişime geçme isteğiniz beni acayip heyecanlandırdı ama böylesine verimli bir muhabbeti benden çalan kötü şansıma da hiddetlendim. Mösyö Palotti,1Alphonse Pollot. Mösyö Regius’un2Henri le Roy ya da Regius (1598–1679) Hollandalı bir hekimdi, Utrecht Üniversitesi Tıp Kürsüsünde Descartes’ın fiziğini ve fizyolojisini işleyip öğretiyordu. fiziğinde bulunan muğlaklıklara dair ona sunduğunuz çözümleri bana tekrar edince sizi görme tutkum daha da depreşti. Bunları sizin ağzınızdan duymuş olsaydım daha iyi öğrenirdim, çünkü Regius bu şehirdeyken ona birkaç soru sormuştum, o da beni size yönlendirmişti ki daha tatminkâr cevaplar alayım. Yazma tarzım düzgün olmadığı için utanç duyuyorum, bu yüzden bugüne kadar sizden böyle bir iyilik yapmanızı mektup yazarak isteyemedim.

    Fakat bugün Mösyö Palotti sizin herkese karşı, özellikle de bana karşı gösterdiğiniz iyi niyete dair beni temin etti, bu sebeple zihnimdeki tüm evhamları kovdum ve sizden nasiplenme düşüncesine sarıldım. Sizden bir bahse açıklık getirmenizi rica edeceğim: İnsanın ruhu (düşünen tek öz olduğu için), istemli eylemler oluşturmak için bedenin yapısına nasıl tesir eder? Çünkü sanırım, bir şeyin nasıl hareket ettiği ya onun ne kadar itildiğine, ya nasıl itildiğine, ya da onu iten şeyin yüzeyinin belirli nitelikleri ve şekline bağlıdır. İlk iki durumda fiziksel temas gereklidir, üçüncü de ise uzam. Ruh hakkındaki kavrayışınızda uzamı tamamen dışarıda bırakıyorsunuz, fiziksel temas da maddesiz bir şey söz konusu olduğunda bana makul görünmüyor. İşte bu sebeple Metafizik eserinizde vermiş olduğunuz ruh tanımından daha kesin bir tanım vermenizi rica ediyorum; yani özüne dair bir tanım istirham ediyorum, ruhun eyleminden yani düşünceden bağımsız bir tanım. Çünkü Tanrının sıfatları gibi bunların da birbirinden ayrışmaz olduğunu düşünsek bile her ikisini ayrı bir tarafa koyup her birine dair daha yetkin bir fikir edinebileceğimizi düşünüyorum.

    Ruhum için en iyi hekimin siz olduğunu biliyorum, ruhumdaki marazlı düşünceleri size sunuyorum ki Hippokrates yeminine bağlı kalıp bu düşünceleri umuma teşhir etmeden bana bir deva bulabilesiniz.

    Her daim emrinize amade dostunuz
    Elisabeth.

     

    Descartes’tan Elisabeth’e
    Egmond aan den Hoef, 21 Mayıs 1643

    Madam,
    Majestelerinin emirlerini yazıya döküp bana göndermesi beni onurlandıran öyle bir lütuf ki böyle bir teveccühü ummaya bile yeltenemezdim; zira Lahey’deyken sizle doğrudan muhatap olup hürmetlerimi ve naçizane hizmetlerimi sunma fırsatı bulsaydım hem zekânız hem güzelliğiniz karşısında muhtemelen elim ayağıma dolaşır ve sorularınıza layıkıyla cevap veremezdim. Bana yazdığınız için müteşekkirim, zira böylece zaaflarım doğrudan açığa çıkmamış oldu. Düşüncelerinizin izlerini takip etmem adına bana zaman kazandırmış da oldunuz, onları tekrar tekrar okudum, oradaki fikirleri tasavvur etmeye çalıştım, böylece, Majesteleri, huzurunuzda sersem konumuna düşmek yerine, bu düşüncelere hayret ederek vaktimi değerlendirdim, çünkü daha başlangıçta dahiyane görünmelerinin yanında, tetkik ettikçe ne kadar makul ve sağlam oldukları da ortaya çıkıyor.

    Yayınladığım yazılar dikkate alındığında Majestelerinin bana sorduğu soruların son derece makul olduğunu hakikaten söyleyebilirim. İnsan ruhu hakkında sahip olabileceğimiz tüm bilgi, onun hakkındaki iki olguya bağlıdır; bunlardan birincisi onun düşünmesi, ikincisi de bedenle bileşik olduğundan bir eylemde bulunması ve beden vasıtasıyla bir eyleme maruz kalmasıdır. Eyleme maruz kalma hakkında şimdiye kadar neredeyse hiçbir şey söylemedim, yalnızca eylemde bulunmanın daha iyi anlaşılmasına odaklandım ki esas amacım da zaten ruh ve beden arasındaki ayrımı kanıtlamaktı. Eğer maruz kalma meselesini ayrıntısıyla inceleseydim kendi amacıma zarar vermiş olurdum. Fakat Majestelerinin de takdir edeceği üzere onun gözünden hiçbir şey kaçmadığı için ruhla bedenin birliğini nasıl tasavvur ettiğimi ve ruhun nasıl bedeni hareket ettirme gücü olduğunu burada açıklamaya çalışacağım.

    Öncelikle bizde bazı temel kavramlar var, bunlar esas kalıplar gibidir, biz o modellerden hareketle diğer bilgilerimizi şekillendiririz. Bizde bu kavramlardan çok az var; çünkü, tasavvur edebileceğimiz her şeye denk düşen, varlık, sayı, süre vs. gibi en genellerden sonra, bilhassa beden için, uzam kavramından başka elimizde bir şey yok, ki bunu da şekil ve hareket takip eder; ruh için de sadece düşünce kavramımız var; idrakimizin algıları ve irademizin eğilimleri de bu kavrama dâhildir; nihayet, ruh ve bedenin her ikisi için, onların sadece birliğinin kavramı var bizde, ruhun bedeni hareket ettirme gücünün kavramı da buna bağlıdır, ve bedenin ruh üzerinde eyleme gücü, çünkü onun duyumlarına ve tutkularına sebep oluyor.

    Benim tasavvuruma göre tüm insan bilgisi bu kavramları düzgün ayırt etmekten ve bunların her birini ait oldukları şeylere atfetmekten ibarettir. Zira, bir zorluğu açıklarken ona ait olmayan bir kavramı vasıta olarak kullanıyorsak hataya düşmemiz kaçınılmazdır. Bu kavramların her birini diğeriyle açıklamak istediğimizde de aynı hatayı yapıyoruz; bu kavramlar temel olduğundan, her biri yalnızca kendi başına anlaşılabilir. Duyuları kullanmak bize uzam, şekil ve hareket kavramlarını vermiş olsa da (ki bu kavramlara diğerlerinden çok daha fazla aşinayız) hatalarımızın asıl sebebi, bazı şeyleri açıklarken o şeylere tekabül etmeyen bu kavramları kullanma isteğimizde yatar. Örneğin, ruhun doğasını tasavvur etmek adına muhayyileyi kullanmak istediğimizde ya da bir cismin diğer cismi hareket ettirme tarzına bakarak ruhun bedeni hareket ettirme şeklini kavramaya çalıştığımızda.

    İşte bu sebeple, Majestelerinin okuma tenezzülünde bulunduğu Meditasyonlar’da, yalnızca ruha ait olan kavramları anlaşılır kılmaya ve onları yalnızca bedene ait olanlardan ayırt etmeye çalıştım, sonrasında açıklamam gereken ilk şey de yalnızca bedene ya da yalnızca ruha ait olan kavramlar haricinde ruh ve beden birliğine ait olan kavramları tasavvur etme şekli oldu. Bence altıncı itiraza cevabımın sonunda yazdığım şeyi okumak bu minvalde faydalı olabilir; zira bu basit kavramları ruhumuzdan başka bir yerde arayamayız, ruh doğası gereği onların hepsine bizzat sahiptir, fakat onların birini diğerinden her zaman yeterince iyi ayıramaz, ya da onları atfetmemiz gereken nesnelere atfedemez.

    Bu yüzden, bence, ruhun beden üzerinde eyleme kuvveti kavramıyla bir bedenin/cismin diğeri üzerinde eyleme kuvvetini şimdiye dek birbirine karıştırdık; ayrıca bu güçlerin birini ya da diğerini ruha değil de (çünkü onu henüz bilmiyoruz) ağırlık gibi, sıcaklık ya da başka bir şey gibi bedenlerin/cisimlerin farklı niteliklerine atfettik, bu niteliklerin gerçek olduklarını hayal ettik, bir başka deyişle, bedenin/cismin varoluşundan ayrı bir varoluşu olduğunu sandık, ve bu sayede öz olduklarını düşündük, her ne kadar onlara nitelik desek de.

    Haddimden daha fazla konuşmaya yeltenirsem Majestelerinin zihninin eşsizliğini yeterince idrak etmemiş olduğumu göstermiş olurum, cevabımın Majesteleri için yeterli olduğunu düşünmeye cüret ettiğimde ise küstahlık etmiş olurum; her iki ihtimalden de kaçınmak için sözlerimi burada noktalayayım, fakat ona hoş gelecek bir şey yazıp söyleyebileceksem bu maksatla kalemi elime almayı ya da Lahey’e gitmeyi daima çok büyük bir onur sayarım, zira bu dünyada Majestelerinin emirlerine uymak kadar bana sevimli gelen bir şey yok.

    Majestelerinin naçiz ve itaatkâr hizmetkârı
    Descartes

    Elisabeth’ten Descartes’a
    [Lahey] 20 Haziran 1643

    İyi niyetiniz, pek tabii, muhakememdeki hatalarımı gösterip düzeltmekle kalmıyor, o hatalara karşı beni teselli de ediyor. Burada yaşadığım hayat beni hatalarıma öyle alıştırdı ki onları düşünmek, onlardan kurtulma arzusu dışında bende bir şey hissettirmiyor.

    Son mektubunuzda bahsettiğiniz tüm hata sebeplerini kendimde bulduğumu utanmadan itiraf edebilirim; çünkü yaşamaya zorlandığım hayat, kurallarınız doğrultusunda bir düşünme alışkanlığı kazanmak için bana gerekli zamanı bırakmıyor. Kimi zaman görmezden gelemediğim hanedanımın işleri, kimi zaman bir türlü kaçamadığım müzakereler ve toplumsal yükümlülüklerim bu zayıf zihne öyle ağır geliyor ki kızgınlık ve can sıkıntısı içinde yığılıp kalıyorum. Bana anlattığınız fikirleri kavrayamamama sebep olan aptallığıma bunlar bir bahane sunuyordur umarım.

    İtiraf edeyim ki maddesi olmayan bir şeyin bir bedeni/cismi hareket ettirdiği ve onun tarafından hareket ettirildiğini söylemektense ruha madde ve uzam bahşetmek bana daha mantıklı geliyor. Siz Metafizik Meditasyonlar’ınızda bana mantıksız gelen kısmın mümkün olduğunu gösterdiniz, ancak şunu anlamak yine de çok zor: Sizin tarif ettiğiniz üzere bir ruh, iyi muhakeme etme yetisini ve alışkanlığını kazandıktan sonra bedenin bazı kuruntulu durumları yüzünden tüm bunları nasıl kaybedebilir; beden olmadan süregitme kabiliyetine sahipken ve bedenle ortak hiçbir şeyi yokken, nasıl olur da hâlâ onun tarafından idare edilir?

    Fakat nihayetinde beni eğitmeyi taahhüt ettiğiniz için bu duygulara yalnızca yakında beni bırakıp gidecek dostlar nazarıyla bakıyorum. Tıpkı bana öğretmek istediğiniz diğer şeyler gibi, maddeli olmayan bir şeyin doğasını ve onun beden/cisim içindeki eylemlerini ve tutkularını bana açıklayacağınızı umuyorum.

    Çok müşfik dostunuz
    Elisabeth

     

    Descartes’tan Elisabeth’e
    Egmond aan den Hoef, 28 Haziran 1643

    Madam,
    Majestelerine karşı çok büyük bir yükümlülüğüm var, zira bana iletmeyi lütfettiği sorun hakkında, önceki mektupta kendimi kötü ifade etmiş olmama maruz kalmasına rağmen, aynı konu hususunda beni dinleme sabrını göstermeye tenezzül ediyor, ve atladığım bazı şeyleri anlatma fırsatını bana sunuyor. Sanırım üç idea türü ya da temel kavram —ruha dair sahip olduğumuz kavram, bedene dair ve ruhla beden arasındaki birliğe dair sahip olduğumuz kavram— ayırt ettikten sonra (bunların her biri hususi bir yolla bilinir, birbirleriyle karşılaştırma suretiyle değil) bu üç farklı kavram arasındaki ve bunlara sahip olmamızı sağlayan ruh işlemleri arasındaki farkı açıklamam ve her birini nasıl tanıdık ve kolay kıldığımızı anlatmam gerekiyordu. Ağırlık mukayesesini neden kullandığımı söyledikten sonra, her ne kadar ruhu maddi hâlde tasavvur etmek istesek (ki bedenle birliğini tasavvur etmeye uygun düşer bu) bile bundan sonra ruhun bedenden ayrılabilir olduğunu pek tabii düşünebileceğimizi söylemem gerekirdi. Herhâlde, Majestelerinin burada anlatmamı istediği konu bu.

    Öncelikle, bu üç tür kavram arasına büyük bir fark koymamız gerek. Ruh sadece saf idrak ile tasavvur edilir; beden/cisim, yani uzam, şekiller ve hareketler de sadece idrak ile anlaşılır, fakat muhayyilenin yardım ettiği idrak ile daha iyi bilinirler; nihayet, ruh ve beden birliğine ait olan şeyler ise sadece idrak yoluyla ancak belli belirsiz bilinir, ya da hatta muhayyilenin yardım ettiği idrak ile, ama en temiz şekilde duyular vasıtasıyla bilinirler. Buradan çıkaracağımız sonuca göre hiç derin düşünmeyenler ve yalnızca duyumlarını kullananlar, ruhun bedeni hareket ettirdiğine ve bedenin ruh üzerinde eylemde bulunduğuna dair zerre şüphe duymazlar. Fakat bunları tek bir şey gibi tasavvur ederler, yani birliğini düşünürler. Ancak iki şey arasındaki birliği düşünmek onları tek tek şeyler hâlinde düşünmeyi gerektirir. Saf idraki uygulayan metafizik düşünceler, ruh kavramına aşina olmamıza hizmet eder; şekilleri ve hareketleri tasavvur ederken esasında muhayyileyi uygulayan matematik incelemeleri ise çok ayrı bir beden kavramı oluşturmaya bizi alıştırır; nihayet, yaşamın akışından ve sıradan muhabbetlerden faydalanırsak ve muhayyileyi uygulayan o şeyleri derin düşünmekten ve incelemekten imtina edersek ruh ve beden birliğini tasavvur etmeyi öğrenebiliriz.

    Majesteleri burada ciddi şeylerden bahsetmediğimi düşünecek diye endişe etmekten kendimi alamıyorum, fakat böyle bir durum ona borçlu olduğum ve ödemekten asla çekinmediğim hürmete ters olurdu. Size şunu samimiyetle söyleyebilirim ki çalışmalarımda her daim izlediğim ve bir parça bilgi edinmeme en fazla katkı sunduğuna inandığım esas kural, muhayyileyi meşgul eden düşüncelere günde birkaç saatten fazla harcamamaktır, sadece idraki meşgul edenlere ise yılda sadece birkaç saat verdim, kalan tüm vaktimi hislerimin gevşemesine ve zihnimin rahatlamasına ayırdım. Tüm ciddi konuşmaları ve dikkat gerektiren her şeyi de muhayyile uygulamaları arasında sayıyorum. Kırsala çekilmemin sebebi de bu; çünkü dünyadaki en kalabalık şehirde kendime şu an çalıştığım kadar vakit ayırsam da bu vakti çok verimli kullanamazdım, zira yaşamın gereklerine dikkat kesilince zihnim allak bullak oluyor. Hem muazzam bir zihne hem de yüce bir asalete sahip biri olarak bunca işin ve kaygının arasında ruhun bedenden ayrılığını takdir etmek için gereken derin düşünceleri zihninize tatbik etme yeteneğinize hayran olduğum için bunları size burada söylüyorum.

    Fakat kanaat getirdim ki zihinsel açıdan daha az talepkâr olan diğer düşüncelere nispetle bu derin düşünceler bizim birlik kavramımızda bir müphemlik bulmaya sizi sevk etti; çünkü bana göre insan zihni ruhun bedenden ayrıklığını ve bunların birliğini aynı anda açık seçik kavrayamıyor; çünkü bunu yapmak için bunları tek bir şey gibi tasavvur etmek ve aynı zamanda iki şeymiş gibi görmek gerekiyor ki bu da çelişkili görünüyor. Mektubumu yazarken, zihninizin bir köşesinde hâlâ ruhun bedenden ayrı olduğunu ispatlayan sebepler olduğunu düşündüm ve bu sebepleri zihninizden atmanızı talep etmekten çekindim ki her insanın muhakeme etmeden kendi içinde daima tecrübe ettiği birlik kavramını kendi kafanızda canlandırabilesiniz, çünkü biliyoruz ki bir beden ve bir düşünceye birlikte sahip olan insan tek bir kişi, bunlar da öyle bir yapıdaki bu düşünce bedeni hareket ettirebiliyor ve ona ilişen her şeyi hissedebiliyor. İşte bu sebeple, bir önceki mektubumda ağırlık ve diğer nitelikler arasındaki mukayeseden faydalandım, ki biz genelde bunların bazı cisimlerle birlik olduğunu hayal ederiz, tıpkı düşüncenin bedenimizle birlik olması gibi. Bu iyi bir mukayese değildi, çünkü ağırlık ve diğer nitelikler gerçek değildir ama biz onları öyle hayal ederiz, fakat bu beni çok endişelendirmedi, zira siz sanırım ruhun bedenden ayrı bir öz olduğuna tamamen ikna olmuş durumdasınız.

    Fakat siz Majestelerinin işaret ettiği üzere ruha bir cismi/bedeni hareket ettirme ve madde olmadan cisim/beden vasıtasıyla hareket ettirilme yetisi atfetmektense madde ve uzam atfetmek daha kolay geliyorsa bırakın öyle yapın; madde ve uzamı ruha atfedin, çünkü böyle yapınca aslında ruhu bedenle bir hâlde tasavvur ediyorsunuz. Bunu düzgün tasavvur ettikten sonra ve bizzat tecrübe ettikten sonra, bu düşünceye atfettiğiniz maddenin bizzat düşünce olmadığını, bu maddenin uzamının bu düşüncenin uzamından başka bir yapıya sahip olduğunu, maddenin uzamının bir yerle belirlendiğini ve bu yerin uzaydaki diğer tüm cisimleri dışta bıraktığını ama düşüncenin uzamında böyle bir şey olmadığını görmek sizin için çok kolay olacaktır. Böylece Majesteleri ruhla bedenin birliğini tasavvur ettiği hâlde bunların ayrı olduğu bilgisine dönmek size bir zorluk çıkarmayacaktır.

    Nihayet, kişinin yaşamında metafiziğin ilkelerini anlamasının zorunlu olduğuna inansam da (çünkü Tanrı ve ruhumuz hakkındaki bilgiyi bunlar verir bize) bunları sık sık düşünüp idrakini meşgul etmesinin de son derece zararlı olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü böyle yaparak muhayyilenin ve duyumların işlevlerine tam manasıyla nüfuz edemez. Bu yüzden bence izlenecek en iyi yol, metafizik ilkelerden türetilen sonuçları kişinin hafızasında ve düşünce sisteminde muhafaza etmekle yetinmesi ve geri kalan çalışma vaktinde idrakin muhayyile ve duyumlarla birlikte işlediği düşüncelere bunları tatbik etmesidir.

    Majestelerinin hizmetine kendimi adamış olduğumu belirterek açık sözlülüğümün kendilerini rahatsız etmemesini umuyorum. Burada daha uzun bir mektup yazıp sorduğunuz sorudaki tüm zorlukları tek seferde aydınlatabilirdim, fakat daha dün Utrecht’ten can sıkıcı bir haber aldım, sulh hâkimi hakkımda bir celp çıkarmış, vaizlerden biri hakkında yazdığım bir şey için beni ifadeye çağırıyor, bu adam bana öfkeyle iftira atmıştı, ben de kendimi savunmak için yazdım ve cümle âlem bunu biliyor, dolayısıyla burada bitirmek zorundayım ki kendimi bu dalavereden mümkün olduğunca çabuk kurtaracak bir yol bulayım.

    Naçiz ve itaatkâr hizmetkârınız
    Descartes

    *Editör, Çevirmen.



    1 Alphonse Pollot.
    2 Henri le Roy ya da Regius (1598–1679) Hollandalı bir hekimdi, Utrecht Üniversitesi Tıp Kürsüsünde Descartes’ın fiziğini ve fizyolojisini işleyip öğretiyordu.