KİM HAKLI? MEŞŞAİ FELSEFESİ YA DA KELAM FELSEFESİ
Yazar: Murat Şamil Şen*
Felsefe kelimesi İslam düşünce tarihi çalışmalarında talihsiz bir biçimde anlam daralmasına uğramış, başka bir deyişle kaplamı daralmıştır. Bu konuda Türkçe derslerinde sık verilen örneklerden birisi, “oğlan” kelimesinin ilk başlarda “evlat” anlamına sahipken daha sonra ve günümüzde “erkek evlat” anlamına sahip olmasıdır. Günlük dile ait bir kullanım olan oğlan kelimesini tekrar genişletmeye çalışmak dilin tarihî işleyişi açısından pek makul bir hareket gibi durmamaktadır. Fakat günlük dildeki kullanımının aksine, bir terim olarak felsefenin anlam daralmasından kurtarılması ve sadece Meşşai geleneği ifade eden bir sözcük olmaktan çıkarılması, düşünce tarihi çalışmaları açısından oldukça faydalıdır. Felsefe eğitimi alan birisi teolog kimliğinin yanı sıra Augustinus’u felsefe tarihinin önemli bir filozofu olarak işlerken (ki öyledir) Fahreddin Râzî’yi bir filozof olarak görmemektedir. Hülasa bu metinde kelam adı altında yapılan faaliyet de felsefe olarak kabul edilmektedir. (Genel olarak kastedilen ise Eş‘arî ve Mâtürîdî kelamıdır).
Felsefe kelimesinin kaplamını felsefi faaliyetleri içerecek biçimde genişlettiğimizde birçok felsefe ekolü ortaya çıkmaktadır. Daha en başta birçok kelam mezhebi/ekolü vardır. Genel bir tavır olarak Meşşai ve Kelam felsefelerinin kaplamına düşecek biçimde iki grup hâlinde tasnif edilebilir. Fakat bu iki grubun altına yerleşmeyecek üçüncü bir grup daha vardır ki ona da Tasavvuf felsefesi diyelim. İslam düşüncesine giriş için yazılmış bazı kitaplardan bu üçlü ayrım takip edilebilir.
Bu düşünsel faaliyetleri felsefe teriminin altında tutan özellik nedir? Elbette bunu ayrıntılı olarak tartışmak gerekir ve bu soru en başta “felsefe nedir?” meselesini gündeme getirecektir. Collingwood’un da dediği gibi “Felsefenin ne olduğunu düşünmek de bizzat felsefeye dâhildir.”1Robin George Collingwood, Felsefi Yöntem, çev. Aykut Aytış, Ankara: Fol Yay., 2021, s.11. Bu üç tavrı bir cihet-i vahdet ile felsefe çatısı altında alabileceğimizi düşünüyorum. Bu birlik yönü “tümel bir disiplin” olma iddiasına sahip olmalarıdır diyebiliriz. Felsefenin ne olduğu ve hangi bilimlerle birlikte hangi fakültenin altında yer alması gerektiği günümüzde de başlı başına bir sorundur. Daha çok “humanities/beşerî bilimlerin” bir parçası gibi muamele görmektedir. Bizim bugün anladığımız anlamda felsefeye denk gelen alan ise klasik dönemde metafiziktir. İbn Sînâ, Meşşai felsefesinin standartlarına göre metafiziğin mevzu, mesail ve mebadisini ayrıştırmıştır. Ona göre metafiziğin konusu “varlık olmak bakımından varlıktır”. Bu tanımdan hareketle şunu söyleyebiliriz: Bütün bilimler varlığı, tikel bir cihetten ele alırken felsefe veya metafizik tümel bir cihetten varlığı konu edinmektedir. Benzer bir tümellik iddiası zaman içinde kelam ve tasavvufta da oluşmuştur. Hâliyle bu tümellik iddiasındaki alanları felsefe teriminin kaplamına düşecek biçimde bir araya getirebiliriz. Bu sav, yazının ilk varsayımıdır.
Seyyid Şerîf Cürcânî’nin tümel disiplinlere dair yaptığı dörtlü tasnifin ilk basamağında yöntem vardır. Önce “nazar ve istidlal” ile “riyazet ve mücahede” yöntemlerine göre hakikat ehlini ikiye ayırır. Daha sonra da ilk grubu peygambere ittiba edenler olarak mütekellim ve ittiba etmeyen olarak Meşşai filozoflar diye ikiye ayırır. İkinci grubu ise şeriata uygun olanlar, sufiler ve uygun olmayanlar da İşraki filozoflar diye ikiye ayırır.2Ömer Türker, “İslam Düşüncesinin Gaye Nedeni Olarak 13. Yüzyıl ve Sonrası” Uluslararası 13. Yüzyılda Felsefe Sempozyumu, Ankara, 16-17 Kasım 2013. Farklı bir yöntem iddiasına sahip olduğu için Tasavvuf felsefesini tartışmanın dışında bırakıp Kelam ve Meşşai felsefeleri için şunu sormak lazım: Aynı yönteme sahip iki alan nasıl oluyor da farklı sonuçlara ulaşıyor?
Soruyu ele almaya devam etmeden önce ufak bir hatırlatma yapmak lazım. Bu yazı içeriden değil dışarıdan yazılmış bir yazıdır. Metinlerin sabit ve tek bir anlama sahip olduğuna dair “doğal tavra” sahip insanlar için bir şeyi görmek için tek bir doğru perspektif vardır. O doğru perspektifi yakalayabilmek için de metne ideal bir mesafeden bakmak gerekir: Ne çok yakın ne de çok uzak. Fakat çağdaş felsefeye aşina olanlar genellikle bu doğal tavrın aksini düşünmektedir. Bazen idealize edilen standartlardan daha yakın veya daha uzak bir mesafeden bakmak, metnin sahip olduğu başka imkânları bize açabilir. Bu yazı, “Aynı yönteme sahip olduğu savlanan iki tümel disiplin yani Meşşai felsefesi ve Kelam felsefesi, nasıl oluyor da farklı sonuçlara ulaşıyorlar?” sorusuna, Ginzburg’un dediği gibi biraz daha mesafe alarak, konuya dışarıdan bir gözle, Hegel’in gözüyle bakma denemesi ve hatta belki de Zizek’in yaptığı gibi “yamuk bakma” denemesidir. Bu kadar mesafe almak muhakkak bizi nüansları görmeye dair miyop kılacaktır, fakat disiplinin içinde çalışanların önemsemediği veya gözden kaçırdığı bazı şeyleri betimleme imkânı sunabilir.
İmdi soruna tekrar dönelim. İlk olarak bu gerçekten bir sorun mudur? Yoksa Bauer sayesinde son zamanların moda tabiri olan “müphemlik” açısından baktığımızda sorun çözülür mü? Yöntemin, doğru uygulandığında uygulayan herkesi aynı sonuca götüreceği, Descartes’ın bir hezeyanı mıdır? Bauer’in müphemlik anlayışı birçok sorunu anlamak ve çözmek için işlevsel olmakla birlikte buradaki sorunumuz için kullanışlı değildir. Kendisi de bunu fark etmiş olacak ki arketip âlim olarak mütekellimin yerine fakihi önermektedir. Peki burada niçin müphemlik anlayışı bizim işimize yaramaz? Bunun en temeldeki cevabı, bu disiplinleri ayrıştırırken başvurduğumuz “tümel bir disiplin olma” iddiasıdır.
Mantıkçılar önermelerin “nicelik” açısından ilişkisini göstermek için “Aristoteles’in Karesi” denilen bir şemayı kullanırlar. Nicelik cihetinden dört tür önerme vardır: tümel olumlu, tümel olumsuz, tikel olumlu ve tikel olumsuz. “Tümel olumlu ile tümel olumsuz” ve “tikel olumlu ile tikel olumsuz” birbirinin karşıtıdır. “Tümel olumlu ile tikel olumsuz” ve “tümel olumsuz ile tikel olumsuz” da birbirinin çelişiğidir. Karşıt iki tümel önerme aynı anda doğru olamaz ama ikisi aynı anda yanlış olabilir. Bu önermelere has durum felsefi sistemler için de geçerli midir? Bir sistem tümellik savındaysa geçerlidir. Aynı anda birden çok tümel sistem olamaz. Daha ayrıntılı bir tartışma gerektiren bu konuyu ikinci varsayım olarak kabul edip yolumuza devam edelim. Fakat “müphemlik” veya “çoklu paradigmalar” tikel sistemler için mümkün ve belki de kaçınılmazken, tümel olma iddiasındaki sistemler için işlevsel değildir.
İlk olarak, bu iki ekolden birisi haklı diğeri haksız olabilir. Öyleyse birinin diğerine galebe çalmasını bekleyebiliriz. Dalalete düşen ekol ya tümel anlamda dalalettedir, öyleyse tamamen yadsınması gerekir ya da tikel olarak dalalettedir ki öyleyse haklı tarafları muhafaza edilerek, diğeri tarafından kapsanmalıdır. Felsefi bir ekolü tamamen yadsıma felsefi faaliyet açısından pek olağan bir tavır değildir. Tamamen yadsıma daha çok dogmatik bir tavır ve dışsal bir eleştirinin ürünüdür. Karşıdaki fikirleri, kendi dayanakları ve ilkeleri cihetinden kavramak yerine, sonuçları cihetinden kavrayarak reddetmek dışsal eleştiridir ki esasında eleştiri denilmeyi dahi hak etmemektedir. Elbette filozoflukla bağdaşmayacak bu tavrı bir kenara koyalım. İkinci tavır yani diğerini kendi sisteminde bir yere yerleştirme tavrı da iki türlü mümkündür. İlk olarak Fârâbî’nin yaptığı gibi karşıtının tümel değil, tikel bir disiplin olduğu gösterilebilir. Bu sayede tümellik iddiasındaki karşıt disiplinin, tümel olanın içinde nereye tekabül ettiği gösterilir. Ya da bilhassa müteahhirîn dönem kelamcıların yaptığı gibi, karşıdaki sistem bir tür analizle ayrıştırılıp, elde edilen unsurlardan haklı olanlar kendi sistemine dâhil edilir. Karşıt disiplinin unsurları kendi alanı tarafından içerilirken bu unsurlardan inşa edilen sistemli bütünlük yadsınır.
Fakat bugünden baktığımızda bu iki aşma hareketinin de pek başarılı olduğu söylenemez gibi duruyor. Elbette aksi görüşte olan birçok araştırmacı vardır. Meşşai felsefesinin esasında en başta Kelamı aştığını ve siyasi güç sayesinde devam ettiğini düşünenler ya da Kelam felsefesinin Meşşai felsefesini aştığını ve bunun tarihî bir olgu olduğunu, Meşşailiğin müstakil bir ekol olma hüviyetini yitirdiğini, ama modernleşmeyle birlikte farklı arayışlardan hareketle tekrar diriltildiğini düşünenler olabilir. Bu düşüncelerin aksine, her iki ekolün de birbirini aşamadığını üçüncü bir varsayım olarak kabul edelim.
Bu aporiadan kurtulmanın bir diğer yolu ise tümelin anlamını değiştirmektir. Malum olduğu üzere her tür kendi kaplamındakiler itibariyle tümel iken, içleminde yer alan cins itibariyle tikeldir. Bu disiplinler nihai olarak tümel değil de içerdikleri disiplinler itibariyle tümel olabilirler. Yani Kelam, İslami bilimlerin tümeli iken Meşşailik akli bilimlerin tümelidir. Bu bir anlamıyla tarihî gerçeklikle örtüşmektedir. Bilimler arasındaki akli ve naklî ayrışması ve iki nazari disiplinin bunlara müstakil olarak tümel bilim vazifesi gördüğü de vakidir. Fakat kuşkusuz disiplinler bu tarihî gerçekliğin dışında bir tümellik iddiasına da sahiptirler.
Son olarak bir önceki çözümün de kısmen ima ettiği gibi bu iki tümel disiplinin ikisi de yanlış olabilir. Yani üçüncü bir disipline ihtiyaç vardır. Elbette bu üçüncü disiplin her ikisinin de niçin yanlış olduğunu ve kendisinin niçin onların yerine geçmesi gerektiğini göstermelidir.
Burada bu iki nazari ekol arasındaki bu ayrışmaya mesafe alıp bakmak için Hegel’e dönelim. Hegel, Wissenschaft Der Logik In Enzyklopädie Der Philosophischen Wissenschaften kitabının başındaki Ön Kavrayış bölümünde düşüncenin nesnelliğe dair üç pozisyonunu ayırır. İlk bölümde ele aldığı pozisyon metafiziktir. Metafizik pozisyonu şöyle tanımlar: “Hakikat kavranabilir ve nesneler gerçekten olduğu hâlleriyle bilince getirilebilirler inancını içeren” pozisyondur.3Hegel, G.W.F., The Encyclopaedia Logic, çev. T. F. Geraets, W. A. Suchting, ve H. S. Harris, Indianapolis, Hackett Yay., s.65. Bu tanımı ve metnin kalanını dikkate aldığımızda Hegel’in kastı, klasik anlamdaki bütün metafiziklerdir ki İslam dünyasındaki iki nazari ekol de Hegelci bakış açısından bu pozisyonun altına düşer. Hegel metafizik pozisyonun ayırıcı birkaç özelliğini tespit eder. İlk olarak Kant’ta bulduğumuz ve Hegel’in Differenz metninden itibaren birçok metninde karşımıza çıkan ve kendi felsefi anlayışında merkezî bir önemi haiz olan Verstand (müdrike) ile Vernunft (Akıl) arasındaki ayrıma göre baktığımızda, Hegel’e göre metafizik pozisyon “aklın nesnelerine saf idrak bakışıdır”.4Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.65. İdrake dayalı bir düşünüş olduğu için “Bu metafiziğin varsayımı, mutlağı ona yüklemler yükleyerek kavrayabileceğidir.”5Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.66. Örneğin evren sonludur ya da sonsuzdur tartışmasında olduğu gibi. Malum olduğu üzere iki nazari ekol arasında bu, başat bir tartışmadır. Bu ekoller bu iki savdan birini savunmuş ve karşıdakini de bu hususta eleştirmiş ve hatta bu mesele tekfire dahi konu olmuştur. Hegel müdrikeye dayalı düşüncenin sonluluğu esas aldığını ve sonsuz olan mutlağı müdrikeye göre düşünmeye çalıştığımızda sonlu belirlenimlere indirgediğimizi belirtir. Her sonlu belirlenim karşıtıyla birlikte var olduğu için yani her olumlama (affirmation) aynı zamanda olumsuzlamayı (negation) da getirir. Bu iki karşıt pozisyondan birini doğru kabul edip felsefe yapmak Hegel’e göre bizi dogmatik bir düşünme biçimine götürür.6Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.69. Yani Hegel’e göre meseleyi tekrar ele aldığımızda müdrikeye dayalı bu iki disiplinden birinin varlığı zaten diğerini de gerektirmektedir. İki nazari ekolün birbirine karşıt olmaları tarihî bir tesadüf değil, bizatihi müdrikenin gereğidir.
Hegel’in ikinci tutumu olarak ortaya koyduğu bölüm ise iki alt bölümden oluşur: Ampirizm ve Eleştirel felsefe. İlk pozisyon metafizik tartışmalar arasındaki sonuçsuzluğa tepki olarak, bilgide somut olana ve deneyime dönme ihtiyacına binaen ortaya çıkar. Ampirizm hakikatin fiilî olanda ve ayrıca algılanabilir olarak fiil olanda olması gerektiği ilkesine dayanır. Fakat bu pozisyonun nihai vardığı yer şüpheciliktir. Ampirist düşüncenin metafizik ile paylaştığı ortak zemin ise realist bakış açısıdır.7Hegel, The Encyclopaedia Logic, s. 76-80. Eleştirel felsefe ise bilginin ampirik olması konusunda ampirizmle ortak olmakla birlikte idealist bir pozisyona geçerek, yani algıya konu olanın fenomen olduğunu ileri sürerek şüpheciliği aşmaya çalışmıştır. Müdrike açısından şüpheleri aşan bu tutum akıl için ve aklın ideaları için bilenemezlik ortaya koymuştur. Mutlak bu pozisyonda dışlanmış ve fenomeni kurmak için bütün öznelliğin dışında kendinde şey koyutlanmıştır. İlk pozisyona tarihî olarak Hume, ikinci pozisyona da Kant tekabül etmektedir.8Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.80-108.
İster Kantçı pozisyon olsun ister ampirist şüpheci pozisyon olsun her iki tutum da klasik metafiziğin sorunlarını ve cevapları tamamen anlamsızlaştırmaktadır. Üçüncü pozisyona geçmeden önce bir parantez açalım. Hegel’de kavram bir şeyin kendindeliği ile fiiliyatının birliği olduğu için başka bir deyişle fiilî hâlin ötesinde bir öz olmadığı için, felsefi pozisyonlar onda hem tarihî bir gerçekliğe ve gerçekleşmeye hem de mantıki/akli bir ilişkiye tekabül etmektedir. Hâliyle haklı bir biçimde şu soru sorulabilir: Hegel’in anlattığı bu pozisyonlar Batı düşünce tarihine denk geliyorsa İslam düşünce tarihi için ne önemi olabilir? Olgusal olarak İslam düşünce tarihinde ampirizm ile rasyonalizm çatışması da ve bu tartışmayı Hegelci anlamda kaldıran bir hareket olarak Kantçılık da yoktur. Fakat metafizik bakış açısı belli anlamlarda ortaktır. Yani tarihî olarak ekol hâline gelecek ölçüde ampirist bir tepki ve Kantçı transandantalist bir tavrın olmaması, bu felsefi bakış açılarının İslam düşüncesindeki iki nazari tavra karşıt olarak konumlandırılamayacağı anlamına gelmemektedir. Hülasa tarihî olarak Batı’da ortaya çıkmış bu iki pozisyon pekâlâ farklı anlamlarda İslam dünyasında da ortaya çıkabilirdi ve hâlâ da bir tavır olarak çıkabilir.
Eleştirel felsefeye tepki olarak ortaya çıkan üçüncü tavır dolaysız bilme veya sezgidir. Bu tutum kısmi olarak eleştirel felsefenin metafiziğe getirdiği eleştirileri kabul eder, ancak eleştirel felsefeyi aşma iddiasını sürdürür. Eleştirel felsefeyle ortak olduğu şey gidimli akıl yürütmelerle metafiziğin sorunlarına cevap verilemeyeceğidir. Mutlağa dolayımlar yoluyla gidilmez. Eleştirel felsefeden ayrıldığı nokta ise mutlak olana erişimin mümkün olmasıdır. Mutlak doğrudan ve sezgisel olarak kavranabilir ve kavranmalıdır.9Hegel, The Encyclopaedia Logic, s108-124. (Tasavvuf felsefesinin bu tutuma mı daha yakın olduğu yoksa spekülatif tutuma mı daha yakın olduğu daha kapsamlı ama elzem bir tartışmadır).
Hegel kitabının devamında gelen Mantığın Daha Dakik Kavranışı ve Bölünmesi kısmında ise mantıki üç moment daha ekler: İdrak, diyalektik ve spekülatif.10Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.125-134. İdrak yukarıdaki tartışma itibariyle bir kenara koyulabilir. Öyleyse diyalektik ve spekülatif tutumların da eklenmesiyle 6 farklı tutum mümkün görünmektedir: “1) naif gerçekçi metafizik, 2) ampirist şüphecilik, 3) transandantal eleştiri, 4) Mutlak’ın doğrudan sezgisel bir şekilde bilinmesi, 5) diyalektik düşünme ve 6) spekülatif düşünme.”11Zizek, Slavoj, Mutlak Geritepme, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Encore Yay. 2020, s.25.
Burada aynı soruyu tekrar soralım, kim haklı? Bu soruyu birinci pozisyon içinde cevaplamanın tarihî veçhelerinden kısaca bahsettik. İkinci ve üçüncü pozisyonlar, birinci pozisyondaki sorunların üstüne gitmekte ve bakış açısını değiştirmekte fakat birinci pozisyondaki tartışmaları genel olarak anlamsız hâle getirmektedir. Dördüncü pozisyon da benzer bir bakış açısı değişikliği getirmekle birlikte, en başta New Age akımlara temel olmaktadır. Yazının sorusu şu: bu iki nazari ekol ve tartışmaların diyalektik bir değerlendirmesi yapılsa ve daha spekülatif bir düşünceye konu kılınsa ne olur? Belki de çağdaş İslam düşüncesinin, arkeoloji olma tehlikesinden kurtulması ve tarihçiliğin ötesinde bir düşünceye dönüşmesi için ihtiyaç duyduğu şey, yeni metafizikçilerin yapmaya çalıştığı gibi birinci pozisyonun ihyası değil de, altıncı pozisyonun imkânlarının zorlanmasıdır.
* Doktora öğrencisi, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Felsefe bölümü.
↑1 | Robin George Collingwood, Felsefi Yöntem, çev. Aykut Aytış, Ankara: Fol Yay., 2021, s.11. |
↑2 | Ömer Türker, “İslam Düşüncesinin Gaye Nedeni Olarak 13. Yüzyıl ve Sonrası” Uluslararası 13. Yüzyılda Felsefe Sempozyumu, Ankara, 16-17 Kasım 2013. |
↑3 | Hegel, G.W.F., The Encyclopaedia Logic, çev. T. F. Geraets, W. A. Suchting, ve H. S. Harris, Indianapolis, Hackett Yay., s.65. |
↑4 | Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.65. |
↑5 | Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.66. |
↑6 | Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.69. |
↑7 | Hegel, The Encyclopaedia Logic, s. 76-80. |
↑8 | Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.80-108. |
↑9 | Hegel, The Encyclopaedia Logic, s108-124. |
↑10 | Hegel, The Encyclopaedia Logic, s.125-134. |
↑11 | Zizek, Slavoj, Mutlak Geritepme, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Encore Yay. 2020, s.25. |