“POST-TRUTH” DÖNEMİN NE KADARI “POST” NE KADARI “TRUTH”?
Yazar: Kudret Giray
İnsanlığın hayata dair ürettiği ne kadar kalburüstü kavram varsa bitmek tükenmek bilmeyen bir değişimle cebelleşiyor. Birey bu hız içinde yeni anlamlar ararken, bu anlamlandırmaya en fazla katkı yapması beklenen iletişimin hiper dijitalleşmesi bazı mikro-makro dengeleri altüst etmektedir. Kitle iletişimi kitleselliğinden bir şey kaybetti diyebilmek için çok erken. İletişim eski iletişim değil demek için geç kalınmış değil. Dijitalleşmenin etkisiyle bireylerin kendi tercihlerine göre kişiselleştirilebilen, algoritmalarla desteklenmiş, yapay zekâ sistemlerinin yönlendirdiği uygulamalar almış başını gidiyor demek içinse çok geç.
Pazarlama, savaş, eğitim, eğlence, medya, icatlar, ekonomi inanılmaz hızda ve öngörülemezlik içinde dönüşüyor. Devletler kendilerini koruma iç güdüsüyle farklı önlemler alırken, regülasyonu artırırken, teknoloji rüzgârını arkasına alan kullanıcı-vatandaş birey gitgide otonomlaşan, blok zincirleşen bir düzenin parçası hâline geldi. Literatürdeki isimleriyle ister algoritmik, ister tekillik, ister simülasyon veya Metaverse şeklinde ifade edelim, yeni düzen modernitenin özde gözetleyici, tektipleştirici ve disiplin edici kurumsal sistematiğinin katbekat üstünde, insanı sömürü malzemesi yapmaya hevesli gibi gözüküyor.
İster inanın ister inanmayın sosyal medya ve dijital platformlar insanların sadece sırtından değil her zerresinden, her hareketinden, bakışından, dokunuşundan, sesinden para kazanırken, uçsuz bucaksız bir beğenilme, seyir zevki vermeyi lütufkârlık olarak görür. Kullanıcı bireyleri yazdığı çizdiği koştuğu yürüdüğü kaydettiği her verisiyle kendi kendini takip eden, izleyen, ölçen ve böylelikle yaşam sürdüğü siber âlemin türlü video, sosyal medya platformlarında gönüllülük esasıyla kendi kendini takip ettiren, ticari manada hedefleten bir metaya dönüştürme projesi kendi adına başarıyla sürmektedir.
Büyük teknoloji şirketleri bireylerin özgürlüklerini genişletmek pahasına kısıtlar, çoğulculuk adı altında fikir özgürlüğünü yankı odalarına hapseder. Uluslararası medya ve çeşitli soruşturmalar tarafından tescillenmiş bu manipülasyonları ve operasyonları yaparken seçim güvenliğini, demokratik süreçleri baypas etmeyi bir sorun olarak görmez.
Teknoloji deterministleri, diğer bir ifadeyle dijital darwinistler geri dönülemez olarak benimsedikleri bu gelişimi insanoğlunun başına gelmiş geçmiş en iyi olay olarak satmaktadırlar. İnsan güya artık otoriteyle zincirlerini tamamen koparmış, kendi özel alanında peyda ettiği mikro bir egemenlik alanında demokrasiyi de aşan öz yönetimini sağlamıştır gibi anlatılır. Ve bu otonom mikro-yönetişim halkaları dağıtık biçimde birbirine bağlanınca mutlak devlet otoritesinin bir gün ortadan kalkacağı, öz denetimsel bir serbestliğin yerini alacağı masallaştırılır. Netflix yapımları bu dönüşümde ar-ge merkezi gibi çalışır. Teknolojinin distopik geçmişi bu türden ütopyalarla masumlaştırılırken, Nick Bostrom’un süper-zekâ felsefesindeki gibi hayat koskoca bir sunucuya dönüştürülmek istenmektedir. Elon Musk’ın Neuralink şirketi insan beynini bu sunucuya bağlayarak bireyi süper-zekâ ile buluşturmayı amaçlar. Zaten metaverse’de tarlalar, araziler de hazır. Bir AR/VR gözlüğüyle erişilebilecek metaverse (meta ayetler) ile işte bireyin her şeyi bilebilecek “tanrıvari” yapılara dönüşmesi böyle kurgulanmaktadır.
Ancak burada iç içe geçmiş birkaç sorun alanı var. İlki süper-zekânın bildiklerinin doğruluğu, haberin-bilginin doğrulamasının yapılması, doğrulayıcı otoritenin kim olacağı. İkincisi bu arama-bilme-bulma trafiğinin yönetimi ve algoritmaların insanın bildiklerine olan etkisi. Üçüncüsü ise insanın insanlıktan çıkarcasına siborglaşması, bilgisayarlaşması, nicelleşmesi, dijitalleşmesi, böylelikle heklenebilir bir donanıma/aygıta/makinemsi bir canlıya dönüştürülme karabasanıdır. İnsanın fiziksel/biyolojik, mental/ruhsal esenliğinin yanında üçüncü bir sağlık alanı olarak siber-güvenlik devreye sokulacaktır.
Bir iki adım geriye dönerek okumaya başlayalım. Her ne kadar holistik gözle değerlendirilemeyecek kadar çoğul bir kavram olsa da, günün sonunda modernite kendi doğurduğu çelişkilerin tarihidir. Bu çelişkilerden ağız tadıyla beslenir ve nemalanır. Kendini yeniden üretirken gerekli enerji için bu çelişkileri gıda yapar. Bireyi önemser ama nihayetinde toplumsal pratikleri kitleselleştirir. Özgürlükleri ve insan haklarını savunur ama gözetim toplumları oluşturur. Rönesans, Reform, Hümanizm, Aydınlanma, Endüstri Devrimi derken NFT, Metaverse, Yapay Zekâ ile süregelen devamlılık artık kendi içinde yepyeni çelişkileri ve kavramsal çatallaşmaları derinleştirmektedir. İnsan aklını kutsayan bir yapı artık insan zekâsını yapay zekâ ile ikame etmektedir. Bu açıdan post-moderniteyi aşan post-hümanizm ile ikinci bir Rönesans doğmaktadır.
Konunun özünde, teknoloji temelli okumalar yakın tarihe kadar tali olarak görülürken son zamanlarda merkeze taşınmalarıyla beraber ortaya çıkan yeni bir tür epistemenin varlığından şüphe etmeyen ciddi bir uzman grubu da belirginleşmektedir. Öyle ki, ciltler dolusu kitap modern sekülerleşmenin insan yaşamında sebep olduğu derin kırılmaları konu edinmiştir. Seküler kodların kurumsallaşmaya başlamasıyla yeni toplumsal kodlar ve kodeksler oluşmuş, atomize, özerk birey meşruiyet, etik ve hukuk sarmalında yeni bir serüvene yelken açmıştır. Adına modernite dediğimiz diskur kullandığı çeşitli araçlar ve aparatlar vesilesiyle yaşamı her hâlükârda kendi içinde tasarladığı normlar hiyerarşisinde insan aklının en tepeye konumlandığı, ekonomi-politiği belirli çerçevelere oturtulmuş bir format olarak sunarken, iletişimin dijitalleşmesi ve sosyal medyanın tahakkümü biyo-algoritmik veriye dayalı dataizm kökenli bir toplumu da inşa sürecine başlamıştır.
Böylelikle modern uzmanlıkların çeşitli alt disiplinlerinin kendi içinden ürettiği taksonomiler, hiyerarşiler, teoriler, hukuk normları ve etik kurallar bu anlamda “yeni” olarak tabir edilen bir düzenin kavramlarıyla köşe kapmaca oynamaya artan hızda devam etmektedir. Bu hız, modernitenin lineer kestirilebilirliğiyle alabildiğine inatlaşarak eksponansiyel şekilde ivme kazanmaktadır. Endüstrileşmenin hammaddeleri 150-200 yıldır kömür, demir, buhar, petrol, demir, çelik iken yazılımsal/dijital düzenin veri odaklı tahakkümü neredeyse katı, sıvı, gaz kadar maddenin hâllerinden birisi konumuna ilerlemektedir.
Sosyal ve siyasi düşüncenin içinde kemikleşmiş Hobbes’un Leviathan kurgusu, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi, Bloom Taksonomisi, Moore Yasası hepsi birden tabir yerindeyse yazılımsal/dijital kuşatma ile didişmektedir. Modernitenin başta bizatihi modern kavramı olmak üzere, egemenlik, vatandaşlık, özgürlük, mahremiyet, etik, hukuk gibi yerleşik başlıkları özel ve kamusal alan bağlamında yazılımsal/dijital kuşatmanın kıskacında yeni düzenin kurucularıyla formel ve enformel müzakereler gerçekleştirmeye çalışsa da sonuçları itibariyle beyhude çabalar olarak göze çarpmaktadır. Kazanan veya daha garanti ifadeyle kazanacak olan hep teknoloji olarak anlatılmaktadır. Aksi pek mümkün değilmiş gibi lanse edilmektedir.
Modern devletin şiddet, otorite ve bilgi alanlarında geleneksel olarak elinde bulundurduğu tekel, enformasyonun, verinin silah olarak kullanılmasıyla devletlerin de kolayca başa çıkamadığı kisveye bürünmektedir. Devletlerin kendi arasında ve devletleşen sosyal ağlara karşı kaybettiği gizli veya açık savaşların haddi hesabı yoktur. Veri-odaklı bu yeni jeo-algoritmik düşünce en az jeopolitik kadar önemli bir yer edinmiştir.
Dahası, bugün bu devinimi anlamak ve anlamlandırmak için düşünce tarihi ile modern felsefenin eski-yeni ne kadar yaklaşımı varsa seferber edilmiş durumdadır. İletişim ise yatayda ve dikeyde kestiği sektörlerin çokluğu sebebiyle yürütülen birçok araştırma için vakaların, deneylerin sergilendiği bir laboratuvar gibidir. İnsanın modern-kitlesel iletişim içindeki görevi ve rolünü Pierre Bourdiue, Jean Baudrillard, Michel Foucault, Giorgio Agamben, Martin Heidegger gibi onlarca modern düşünür penceresinden izlemeye kalkışırken dahi çeşitli zorluklarla karşılaşmaktayız. Bu düşünürlerin moderniteye olan eleştirilerinin dahi yetersiz kaldığı yerlerde nevzuhur düşünürler, (örn: Yuval Noah Harari) bu nevzuhur düzeni eskilerin fütüristik denen yaklaşımlarıyla anlatarak ana akıma taşımıştır.
19. yüzyılın başından beri yeniliğin donanım boyutundaki irileşme ve son 20-30 yıldır daha önce eşi benzeri görülmemiş hızda süren yazılımsal dijital inovasyonun kuşatması, modernite olarak adlandırılan sekülerleştirici, özerkleştirici, bireyselleştirici ama bir o kadar kitlesel, merkeziyetçi, standartlaştırıcı, yine kimi zaman özgürleştiricilik iddiasında bulunan, ve aynı zamanda bir o kadar ceberrut çerçeve ile üst üste binmiş durumdayken modernitenin kemikleştirdiği kendi doğruları ve hakikatine olan inanca dikkat çekmek gerekmektedir. Modern bireyin, vatandaşın, devletin, şirketin sınırları, kuralları, üretim ve tüketim alışkanlıkları, ahlak anlayışları, etik kodları bu örtük yapının içinde sağa sola savrularak dönüşüme uğramaktadır.
Yukarıda çizilen tabloda haber-bilginin doğruluğu ve doğrulayıcı otoritenin kimliği mevcut algoritmik keşmekeşin içinde dikkate değerdir. Son zamanlarda sıkça kullanılan “post-truth” kavramına olan eleştiriler yalan haberlerle ve enformasyon savaşlarıyla mücadeleye vurgu yaparken, “post-truth” kavramındaki “truth” kısmını başlangıç noktaları yapmaları ise en sorunlu alanlardan bir tanesidir. Modernitenin dayattığı her şey, her “truth” doğru, haklı ve hakikat savunucusu mudur ki biz bunu kabul edip bir hakikat sonrası dünyadan bahsedebilelim. Modernitenin doğrularını, dijital dönemin “post-truth” kaygılarıyla meşrulaştırmak bu açıdan bakıldığında ciddi biçimde ele alınması gereken bir meseledir.
Bu öyle bir açmaz ki konuyla ilgileri ilk bakışta daha fazla gibi görülen iletişim, siyaset bilimi, jeopolitik, antropoloji, mühendislik kadar metafizik, teoloji ve felsefenin müntesiplerini de bir hayli meşgul etmektedir. Hatta, teknolojinin toplumsal hayata etki ettiği tüm yan alanlar içinde barınan sayısal, algoritmik, bilişimsel, matematiksel ve rasyonel diskurun, modern-seküler söylemin kendi varlık sebebini meşrulaştırma çabaları içinde de-sekülerleştirici bir bilim-kurgu mezhebi gibi muamele görmesine sebep olduğunu da unutmamak lazım.
Teknolojinin “dinleşmesi”, yapay zekânın “tanrılaşması” tartışmaları biraz da buradan kaynaklanıyor. Son zamanlarda ilahiyat fakültelerince düzenlenen yapay zekâ temalı konferansların sayısındaki artışı bu gözle de okumak gerekecektir. Teknolojiye atfedilen kutsallık teolojiyi de böylelikle ilgilendirmeye başlamıştır. Modernitenin kendi paradokslarından beslenen meşrulaştırıcı gücü ortaya çıkan bilim-kurgu mezhebe şimdilik daha henüz emekleme seviyesinde yatırım yapmaya başlamışken teolojinin konuya ilgisi elbette çelişkilerle dolu bu sürecin hızlandırıcısı niteliğindedir – modernitenin hemen her işinde olduğu şekliyle hep öyle olagelmiştir.
Bu sözde rüyayı görenlerin önümüze koydukları süperzekâ veya evrensel sunucu fikrini gerçekleştireceği algoritmik altyapının bugün için ileri teknoloji ürünleri arasında yer alan GPT-3’ü eşsiz bir buluş olarak göstermekte sakınca görmeyen modern-seküler bakış, bilim-kurgu mezhepten bu noktada ayrılmayacaktır. İçinde tekillikçileri, simülasyoncuları, Metaverse müptelalarını barındıran bilim-kurgu mezhep GPT-3’ün inşa ettiği gerçeklik, doğru veya hakikati mutlak olarak dayatmaktadır. Modernitenin kara mirası ve kötü alışkanlıkları GPT-3’ün ırkçı metin tamamlamalarında bilim-kurgu mezhebin “-truth”u şeklinde karşımıza çıkar. Devamında kullanılacak “post-” üretilen yanlı ve kasıtlı hakikatin kabul edilirliğini kategorik olarak meşrulaştırmaktan öteye geçemez.
Schmitt (siyasi ilahiyat) gibi düşünürlerin birey-toplum-devlet ilişkilerini ilahiyat kavramı üzerinden anlama çabalarına eklenebilecek bu algoritmik, siber veya simülatif ilahiyat, modernitenin yatay ve dikey eksenlerde karşılaşmaya başladığı spatio-temporal anomalileri de beraberinde getirmektedir. Nasıl ki milliyetçilik, ulus devlet, sekülarizm moderniteyle neşvünema bulmuş, bu akımlar veya yönetimler kendileri için hak ve hakikat olarak gördükleri tüm değerlerin etrafında kalınca ve yüksekçe surlar örmüşlerse, ilk bakışta önerdiğimiz bilim-kurgu mezhebin doğuşu bu surları hızla yıkan tepkisellik bağlamında değerlendirilmektedir.
Başlığımızdaki “post-truth”un ne kadarı “post” ne kadarının “truth” olduğu sorusu bu noktada önem arz etmektedir. Eğer bu yeni mezhebin amentüsü modernitenin tek tek tüm doğrularının total reddiyesi ise “post-truth” kavramı tartışılabilir. Ama modern dünyanın önermeleri, kurumları, hezeyanları, zulmü, insanlık onurunu ayaklar altına alan ötekileştirici pratikleri yerli yerinde duruyorsa bundan söz edemeyiz. Yani, sadece teknolojik inovasyon müçtehitlerinin kurduğu bilim-kurgu mezhebine, yeni dijital ve algoritmik ilahiyata akredite olmak adına modern pratiklerin inşa ettiği hakikatleri peşinen kabullenerek, tasdik ederek onun sonrası için “post-truth” kavramını kullanmak en hafif tabiriyle okuduğunu anlamamak, indirgemecilik, kolaycılık ve teslimiyettir.
Bilim-kurgu mezhebin de kendi doğrularıyla benzer bağları bulunduğunu savunmak zor değildir. Şöyle ki, son zamanlarda özellikle egemen devletlerin sosyal ağlarla veya büyük teknoloji şirketleriyle yaşadığı sürtüşmeleri tekrar hatırlamakta fayda var. Büyük ağların kullanıcıları, aynı zamanda devletlerin vatandaşıdır. Bir dinin inananı olma ihtimali de yüksektir. Kulluk, kullanıcılık ve vatandaşlık sarmalı böylelikle her birinin modus operandisi arasındaki kırılmaları su yüzüne çıkararak tartışmaları daha hararetli yerlere taşımaktadır. Şimdi, modernizmin “post-truth”u, dijital mezhebin “post-truth”u ve inanç sistemlerinin “post-truth”u Twitter, Facebook, Youtube veya TikTok gibi bir platformda nasıl bir araya gelebilmektedir?
Bilim-kurgu mezhep örneğin sosyal medya kullanıcısına ne devlet ne de dinin kategorik bağlayıcılığını, kuralcılığını dayatırken, kullanıcıya verdikleri karşılığında onu takip etme hakkını elde ederek topladığı kullanıcı verilerini sonsuz kereler paraya dönüştürme hakkını ele geçirmektedir. Bu hak devirleri küçük harflerle yazılmış rıza metinleri kadar sıradandır. Zaten bu metinleri kimsenin doğru dürüst okumadığı gerçeği bilim-kurgu mezhep ile kullanıcılar arasındaki fazlasıyla lakayt ilişkiyi de bir bakıma ispatlamaktadır.
Devlet ise vatandaşını yasal özne olarak modern ölçütlerde kontrol altında tutmayı ve istatistiksel nesne olması açısından takip etmeyi sürdürmek istemektedir. Devlet vatandaşından vergi alırken onu tehlikelere karşı korur, güvenliğini sağlar, kamusal alandaki haklarını savunur. Devletin fiziksel egemenliği, sosyal ağlara karşı sınanırken bilim-kurgu mezhebin kendi oluşturduğu dijital Leviathan ile ortaya çıkardığı siber egemenlik küçümsenmeyecek derecededir.
Kul ise iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan dinin vecibelerini yerine getirmekle sorumludur. Kul yalan söylerse günah, vatandaş devlete yalan söylerse suçtur. Kullanıcısı ise yalan söylerse, hele bir de kendini gizleyerek, kulluk ve vatandaşlık kadar ağır yaptırımlarla karşılaşmaz. Modernitenin teolojiyle simbiyotik ilişkisindeki iyi, kötü, doğru, günah, sevap, bilim-kurgu mezhebin kullanıcıları tarafından vicdani bir sorumluluk olarak görülmez. Onun için, devletlerin son dönemde yalan haber ve dezenformasyona karşı giriştikleri topyekûn yasama faaliyetleri sırasında ya da bu mücadeleyi verirken, sosyal ağlar ve teknoloji şirketlerinden tam destek aldıklarını söylemek bir o kadar imkânsızdır.
Siber egemenlik alanında mütekabiliyet asimetriktir. Sosyal medya şirketleri ve devletler arasındaki ilişkide uluslararası politikanın normları kayıtsız şartsız tanınmamaktadır. Sosyal ağların ve teknoloji şirketlerinin pseudo mezhepleşmesi ve devletleşmesi süreci modernitenin en önemli kazanımları açısından aleyhte ciddi birer hezimettir.
Fikirsel nüveleri daha eskiye dayansa dahi, siyasal, toplumsal ve ekonomik hayatı düzenleyen birçok norm ve kuralın çıkış noktası da modernitedir. Demokrasiden başlayarak envanteri bir hayli geniş olan yönetim biçimleri, siyasi fikirler ve çatışmalar, en anti-modern söylemin dahi onaylamadığı hâlde kaçamadığı modern bir platformda tartışılagelmiştir. Şöyle bir genellemeyle anlatmak gerekirse siyasal İslam çoğu zaman modernite karşıtıdır. Ama siyasal İslam modern bir düşüncedir.
Modernitenin “doğruları”, kendi hakikatini değişik isimlerde, yöntemlerde ve biçimlerde özellikle de devlet aygıtının gücü yardımıyla iletişim, eğitim, sağlık, güvenlik gibi alanlarda bir tahakküm aracı olarak en anti-modern görüşün kalbine dahi yerleştirebilmişken, yukarıda çok kısaca değindiğimiz dijitalleşmenin de yardımıyla yeni bir post-seküler mezhebin inşası ile teknolojinin yıkıcı gücünün insanı modernite projesinden de aşağı statülere indirgeyeceği şüphesizdir. Modernizmin inşa ettiği hakikat mutlak hakikat değildir. O yüzden “post-truth” şeklinde adlandırılan yalanın, dezenformasyonun, manipülasyonun moderniteden beslendiği şekliyle alternatif süslü adı da modern bir kurgudur.