FENOMENLİĞİN SINIRI: HAYALETLER

  • Sabah Ülkesi - Cover
  •  

    Yazar: François-David Sebbah*

    Giriş

    Husserl’den sonra, özellikle Fransa’da, bir soru fenomenolojiyi meşgul edecek ve bilhassa Emmanuel Levinas, Michel Henry ve Jacques Derrida (diğer birçok ismi temsil etsin diye bu kadar az isim saydım) gibi isimlerin eserlerinde yankılanacaktır. Husserl için “ne kadar tezahür, o kadar varlık” olsa bile ve o zamandan beri saf Benin bakışı esasında hiçbir sınır tanımıyor olsa bile, bu yazarlar, birçok açıdan, transandantal bir fenomenoloji projesini sarsmayı tecrübe edeceklerdir.

    Bazılarının düşündüğü üzere bir eşikteki ya da bir dışardaki fenomenlik, başka bir tezahüre kesinlikle dönüştürülemez olabilir; bu öyle bir dışarı ki dünyanın ufkundaki nesnelerle kendini veren bakıştan başka bir bakış gibi bir şey için ya da hatta bir bakıştan başka herhangi bir şey için asla erişilebilir değildir. Fenomenliğin bu eşiğinde, Levinas’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, sadece “asla mevcut olmamış şeyin izi”yle bağımız olacaktır. Bazıları da bir bakıma karşıt bir tutumla kanıt ufkundaki nesnenin tezahürünü göreceleştirmeye bütün güçlerini harcayacaklardır; amaçları da denetlenemez bir hülyaya değil de bakış ve nesne üzerinde çok daha güçlü olduğu için teyit edebileceğimiz tezahür formlarına — Jean-Luc Marion bunlara “doymuş fenomenler” der— erişimin kilidini açmaktır.

    Bundan sonraki kısım bu soru üzerine yani fenomenliğin sınırları üzerine bu bağlamdan hareketle serbest düşünceler belirtecektir.

     

    Hayaletler

    Bizim devrimiz hayaletlerle dolu.

    Örneğin Derrida.[1]

    Hayalî olan, bize tezahür edenin bir bölgesi değildir — bize tezahür eden her şeydir, bizzat fenomenliktir.

    Bütün fenomenoloji bir hayalolojidir.

    Saf mevcudiyet yok, sıkı sıkıya saf, kendinden sapmamış. Kendimi hissediyorum (canlı, -tam- formunda, vs.).

    Kendi kendine tesir eden saf varlık, kendi olmayan şeyle mümkün kılınır, yani maddi ve “ölü” bir izle: fiziksel-kimyasal terimlerle tasvir edilen cansız bir destek belirir; bir hat, bir kesim, bir kaplama boyunca bir karşıtlık türer.

    Örneğin, yazı tekrarı mümkün kılar; bir idealliği içeren tekrar edilebilirliği. İdeallik (örneğin, doğan, yaşayan ve ölen tüm aslanların dışında “aslan” ideali; örneğin, 1, I, bir, “one” diye farklı farklı belirtmelerin ötesinde “bir” ideali), yazının sağladığı tekrar edilebilirlik imkânına borçludur. Tam da bu manada yazılı asla saf hâlde kendine nazır değildir: İz daima öteye işaret eder, bir haddi yoktur, iz daima saf maddiyatmışçasına (belirli bir yüzey üzerine saçılan şu mürekkep, kalemin bıraktığı şu iz, ekran üzerindeki şu pikseller) nihai haddin yokluğuna işaret eder. İz mahiyetiyle (cansız maddeyle uzlaşmasıyla) iz daima “baş-iz”dir, yani “baş-tanımaz-iz”dir, daima “birinci”dir, demek ki “birinci” yoktur.

    Bu sezgiyi son raddeye kadar genişlettiğimizde varacağımız sonuca göre köklü bir çıkarımda bulunmak şu tecrübe olgusuyla zorunlu olur: Hiçbir şey kendini algıda tamamen ve artık bırakmadan sunmaz. Genel hatlarıyla, kendini gösteren her şey, kendini göstermenin tüm şekilleriyle ancak bütünlüğünün ve tamlığının yokluğunda kendini gösterir —dolayısıyla yokluk izi taşır. Ayrıca mevcut, canlı mahiyetinde azami seviyeye çıkarsa o zaman ölüm izi taşımayan canlı kalmaz, ölüm ve yokluk; ilk kayıp izi. Dolayısıyla “hayaletlik” tezahür eden her şeyin tek tezahür biçimini tam manasıyla adlandırır. Her ontoloji bir hayalolojidir der Derrida. Ayrıca eğer yaşam azami mevcudiyetse (azami tezahür, sapmadan, geri çekilmeden, artık kalmadan) –veya öyle olduğuna inanılıyorsa– o zaman kendi varlığını, muhafaza ettiği ölüm ya da yokluk izine borçludur, bu hâliyle zaten şimdiden hayalettir.

    Hayaletin varlığı azaltılmış bir mevcudiyet ya da yarı-mevcudiyet değildir, geri çekilerek verilen bir mevcudiyettir. Hayaletin bedeni, eşya niteliklerine indirgenemeyen bir bedendir, o niteliklerin her zaman fazlasıdır; en azından teoride, vazgeçebileceğim bir nesne değildir; indirgenemeyen bir fazlalığın izini taşır: Bir beden ne kadar canlıysa şeyin sıkılığına o kadar az sahiptir, o kadar fazla da hayalettir. Bu sebeple (nesneleşmiş bedenden farklı olarak) ten tam manasıyla hayalet özellikleri taşır.

    Derrida aynı zamanda bir hayaletin bir kişi olduğunu söyler. Hamlet’in babasının oğluna tezahür etme biçimini anımsar. Siperi tarafında korunarak görünürlüğü reddediyor gibi zuhur eder ve bu şekilde baba oğluna meydan okur. Bunu yasaklar, çağırır, adalet ister ve yanlışa karşı bir telafi bekler, tıpkı bütün hayaletler gibi. Bir çağrı olarak gelir. Birisi çağrıda bulunur, eşsiz biçimde tekilliğiyle belirir, tıpkı adalet talebinde bulunan bir çağrının her zaman yaptığı gibi. Ve belki de, artık aynı şey değildir. Kurtuluşu için beni kurtarın der. Yani, birisi olarak “beni”, sadece çağrıdan gizlenerek değil, hayaletin çağrısından kurtarın der.

    “Hafızanın görevi mi?” Bu tabirden kaçınmak tercih edilir, sebebi bu tabirin sadece kendini üstün gören ve bazen de ahlakçı bir anlamda haddinden fazla kullanılmaya meyilli olmasından değil. Bu tabir evvela hakikati tesis etmekle uğraşmaz, gerçekliği (örneğin “hafıza” gibi bir şeyi nesnel anlamında) bize erişilebilir kılmaz, fakat bir şeye şahit olmak, çağrının alındığına şahit olmak bunu yapar. Yani, alımlamanın edimselliğinde bir hayatta kalma gibidir.

    Gözden kaybolmasına izin vermemek tam mevcudiyeti yeniden kurmaya eş değildir, ne de tam mevcudiyeti muhafaza etmeye, yani delilin izini veya kalıntısını hiçbir durumda mevcut kılmaz. Olguları (hakikatleri) varlıkta tesis etme talebi –günümüzde çok mühim (yani inkârcılığa karşı mücadele) olsa da– çağrıya geçerli bir karşılıktır (“buradayım demenin” minimal bir karşılığı).

    Varlıktaki epistemolojik kesinlik sadece varlık ötesinden bir çağrıdan (“etik” bir çağrı diyebiliriz) geçerse anlam kazanır.[2] Anlam kazanıp kurtarılması ancak böyle mümkündür: Hususi hakikat alanında kendi başına bırakıldığı için her zaman mağlup olur, çünkü bilim tarihi sürekli gözden geçirilir ve bu sebeple daima kırılgan olur, itimatsızlık taarruzundan asla kendini kurtaramaz, kötü bir spekülasyonun saldırısına uğrar, günümüzde acınası komplocu yalan haber seviyesine bile düşebilir.[3]

    Elbette, yaşamak, sevmek, ama aynı zamanda okumak, yazmak, bunların hepsi aslında hayaletlerle dans etmek demektir.

     

    *Prof. Dr., Université Paris Nanterre, Felsefe bölümü.

     

    [1] Bkz. diğer metinlerinin yanında Spectres de Marx [Marx’ın Hayaletleri], Galilée, 1993.

    [2] Levinas bu hususta ısrarcıdır ve Derrida’nın aksine hayaletlere güvenmez, çünkü hayaletler onun nazarında varlığı tam manasıyla şekillendirmeyi beceremeden varlık içinde ebediyen tutsak kalmış farz edilir.

    [3] Bu konu üzerine bkz. J-F. Lyotard, Le Différend, Les Ed. de Minuit, Paris, 1983.