“MÜFREDAT İÇİNDE VURDULAR BENİ”
Yazar: Selman Bayer
Edebiyat öğretilebilir bir şey midir, eğer öyleyse nasıl öğretilmelidir gibi sorular dünyanın her yerinde farklı düzeylerde de olsa tartışılagelen meseleler. İrili ufaklı beylikler olarak hayatına devam eden edebiyat camiamız da bundan ari değil elbette. Ulus devletin kurulmasından itibaren neredeyse yüz yıla varan bir süredir, edebiyat camiamızda da edebiyat eğitimine dair tartışmalar hep olmuştur. Bugünlerde artık merdiven altı tartışmalar diyebileceğimiz bir şekilde, düşük profilde de olsa devam ediyor. Kimlik tanımını yapamamış, ortak bir konsensüse ulaşamamış, kurumsallaşmasını tamamlayamamış ve hâliyle geleneğini oluşturamamış bütün toplumlarda tesadüf edildiği gibi, memlekette de çoğu zaman sabit fikirli, meselenin aslını kavrayamamış olmanın getirdiği serazatlıkla ortaya karışık söylemlerden ibaret bir diskurla da olsa devam ediyor olması yine de bir kazanç elbette. Lakin her şeyde olduğu gibi burada da sağlıklı bir değerlendirme ihtiyacı baki. Meselenin tarihselliği bir yana, mahiyeti, imkânları, aktörleri ve sorunları iyice tetkik edilmesi gerekiyor. Yoksa, bu hâliyle, bugün olduğu gibi yarın da en fazla kötürüm bir terapiye ve geçici bir rahatlamaya sebep olabilecek bir münakaşadan ibaret kalacak gibi görünüyor.
Edebiyat hayatımızın her anında bize eşlik eden bir sanat aslında. Genel anlamda, yalnızca okuduğumuz kitaplarda değil, izlediğimiz diziler ve filmlerde, gördüğümüz reklamlarda, karşımıza çıkan siyasi sloganlarda ve hatta bugün artık medyanın tamamında çoğu zaman ucuz ve sakil örnekleriyle de olsa hayatımızın her anını kuşatan bir gerçeklik olarak yaşıyor edebiyat. Kavramsal anlamda bir toplumun kültürel birikiminin kurgu metinlerde tezahürü olarak tanımlayacağımız edebiyat ise devletin ve edebiyat dünyası olarak tarif edeceğimiz aslında pek de ele ve hatta dile gelmez bir kesimin uhdesinde. Cazip olduğu kadar sıkıcı, zengin olduğu kadar fakir, bakir olduğu kadar yıpranmış ve yıllanmış bir kültürel birikimin büyülü sandığı olarak karşımızda anlaşılmayı bekleyen bir külliyat.
Bu anlamda nesillerin ya da gençlerin hem formel olarak okul hayatı boyunca hem de informel olarak kendilerini fark etmeye başladıkları andan itibaren edebiyatla teşrikimesai ettikleri bir gerçek. Her neslin kendine ve çağına has imkân ve imkânsızlıkları, zevk ve zevksizliklerinden bağımsız olmadığını da söylemek icap eder sanırım. Kimlik arayışının ciddi bir arayış olarak hayatımıza hâkim olduğu bir dönemde edebiyat da bu arayışa alternatif cevaplar veriyor elbette. Diğer yandan tez sönen heveslerin, her daim kör bakışların müsebbibi olduğu kadar kendi çapında seçkin bir kitleye giriş kartı olarak nesneleşen ya da bütün sorularıyla bekleyen bir hayatı erteleyip duran uyuşturucuya dönüşebilen bir yanı da var edebiyatın. Gençlerin istikameti kadar istidadının da doğrudan etkili olduğu bir sürecin rehberi edebiyat. Rehberliği sürecin en iyi şahidi olmasından. Yoksa doğrudan didaktik ya da pratik bir işleve sahip değil.
Peki böylesi bir tanımlamayla tarif ettiğimiz edebiyatın öğretimi nasıl olmalıdır? Evvela burada böylesi ihatalı bir meseleye dair kalem oynatmanın mümkün olmadığını itiraf etmeliyim. Saniyen, meselenin kendi hâlinde bir yazarın idraki ve liyakatinin çok daha ötesinde bir uzmanlık gerektirdiğini de kabul etmeliyim. Öğretmek pedagojik bir süreçtir. Sanatın doğasında olan istiğnanın, serazatlığın buna müsaade etmeyeceğini bilerek temkini elden bırakmadan yazdığımı söylemeliyim. Yine de meseleye dair birtakım değinilerde ya da itirazlarda bulunabilirim. Özellikle de yukarıda izah edilmeye çalışılan çerçeveden habersiz, hatta onları pek de umursamayan bir tavırla serdedilen söylemlere binaen böylesi bir itirazın meselenin sıhhatine dair önemi de zikredilmeli kanaatindeyim.
Genelde edebiyat, özelde ise edebî eser insanın hayatına lezzet ve mana katan bir cevherdir. Bu cevher farklı saikler neticesinde bir yönelime teslim olur, kalıba girer, bir tarih kazanır. Kişisel olarak böylesi bir cevhere olan yönelimin rasyonel izahını yapabilecek idrak ve izah kabiliyetinden yoksun olduğumu itiraf edebilirim. Bununla beraber toplumun ancak bir kanun ve düzen içinde yaşayabileceğini kabul eden biri olarak bu yönelimin rasyonel bir izahı olması gerektiğine inanıyorum. Bu anlamda edebiyata olan meylin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi ve yönetilmesi hususu bir yazardan çok daha fazlasını gerektirdiği kanaatindeyim. Yani bir cevher olarak edebiyat, onu işlemek isteyenin gücüne ve niyetine göre farklı yönlere, kalıplara girebilir. Lakin bu, edebiyatın bağımsız olduğunu ve kendine münhasır kuralları ya da kural tanımaz olduğunu nakzetmez.
Edebiyat eğitimi ise her daim pedagojik, sosyolojik ve politik bir tarafa sahiptir. Fakat iyi bir edebiyat eğitimi bu zorundalıkları kabul etse de çok daha fazlasına ihtiyaç duyar. Edebiyatın mahiyetine, mizacına hâkim olmak kaçınılmaz bir şarttır. Hatta bu doğrudan edebiyatın dayattığı bir şarttır. Bunu şöyle izah edebiliriz sanırım: Okuryazarlık belirli bir eğitim neticesinde elde edilen bir ehliyettir. Bu ehliyetin tek başına okumaya, anlamaya ve yazmaya yetmeyeceğini makul olan herkes kabul eder. Yani bir ehliyet olarak okur yazarlık nitelikli bir edebiyat eserine muhatap olmak ya da öyle bir eser telif etmek için yeterli değildir. Bunun için başka meziyetlere, süreçlere ihtiyaç duyulur. Pedagojinin konusu olan öğretim size bir yere kadar bu süreçleri temin edebilir ama mezkûr meziyetleri kazandırmak konusunda yeterli olamaz. O hâlde edebiyat eğitimi, başlı başına sizi bir edebiyatçıya, okura ve hatta yazara çevirecek bir eğitim değil, sadece sizi bundan haberdar edecek ve yol yordam gösterecek bir süreç olabilir ancak. Bu anlamda din eğitimine benzer. Mütedeyyin olmak, dinin simyasından, lezzetinden ve sorumluluklarından hissedar olmak, sizi dönüştürme sürecine tabi olmak nasıl ki pedagojik bir dinî eğitimle mümkün değilse edebiyat için de aynı şey söz konusudur. Nasıl ki dinî literatüre hâkim olan birinin mütedeyyin olması ve hatta dine dair olumlu hislere sahip olması beklenemezse edebiyata hâkim olan birinin de iyi bir edebiyatçı olması ve hatta yaygın ifadeyle edebiyatı sevmesi beklenemez. O hâlde genele yönelik bir din kültürü eğitimi gibi yine genele yönelik bir edebiyat kültürü eğitimi çok daha makul görünmektedir.
Edebiyat öğretiminin, elbette bir amaca matuf olarak, insanlara sanata dair bir duyuş, zevk kazandırmak kadar muhatap olduğu insan kitlesini belirli bir tipolojiye göre şekillendirmeye varan amaçları olabilir. Yani, edebiyat olmasa da, edebiyat öğretimi mezkûr cevheri işlemek isteyen kişi/kurum/otoritenin yönelimine doğrudan bağlıdır. Bu yönelim o kişi/kurum/otoritenin dünya görüşü, siyasi tutumu ve hatta edebî hassasiyetleri çerçevesinde şekillenir. Bu sürecin nihayetinde ortaya çıkan teşekküle müfredat denir. Müfredat, hangi psikoloji ve saikle olursa olsun, kendisinden bağımsız işleyen bir sürecin içerisinde hayatiyet bulan eserler ve isimler üzerinden seçme yapmak durumundadır. O hâlde edebiyat öğretimi ve onun amentüsü olarak tesmiye edebileceğimiz müfredat evvela bir kanona başvurmak zorundadır. Sağlıklı bir kanon olmadan, sağlıklı bir müfredat olmaz. Sağlıklı bir müfredat olmadan da sağlıklı bir edebiyat öğretiminin olamayacağı aşikârdır. Yani burada da dindeki ortodoksi kavramının karşılığı olarak bir kanon ihtiyacı söz konusudur ve bu hayati bir ihtiyaçtır.
Edebiyat öğretimi meselesi dünyada da tartışılagelen bir meseledir. Almancada literaturdidaktik (edebiyat didaktiği) bir kavram üzerinden devam eder bu tartışma. Kavram edebiyat ve didaktik kavramlarının birleşmesiyle hayat bulmuştur. Kavramın tarihine baktığımızda bizi bir sürpriz bekler. Didaktik terimi, eski Yunancadaki “öğretmek” anlamına gelen “didaskein” kelimesinden türemiştir. Bu hâliyle kavramın ilk görüldüğü yer Homeros’tur. Didaktik kavramına, ilk defa, bir edebî metin olarak gördüğümüz Homeros’un metinlerinde rastlarız. Peki bunun bugünkü anlamına ulaşması kimin eliyledir? O da Aristoteles’in elbette. Yani öğretme meselesinin ciddi anlamda ele alınması Felsefenin katkısı ve müdahalesiyle olmuştur. Hâliyle edebiyattan felsefeye ve oradan da modern pedagojiye ulaşan bir süreçtir bu. Yukarıda zikrettiğimiz cevher metaforunun izahı açısından önemli bir dönemeçteyiz artık. Genelde öğretim özelde ise edebiyat öğretimi, kavramsal olarak da, aslında edebiyatın bağrından neşet etmiş (cevher) ve zamanla felsefe ve politikanın (sarraf) elinde şekillenmiş ve bir kalıba (müfredata) girmiştir.
Didaktik ifadesiyle devam edelim. Kavram Türkçede, özellikle edebiyatın hüküm sürdüğü ve işbirlikçi bir edebiyatçı anarşizminin hâkim olduğu bir coğrafyada genelde olumsuz bir tınıyla anılmıştır. Mesela bir edebî eserin didaktik olması, bugün için elbette, o eserin değerini düşürmeye yetmektedir. Yani edebiyatın doğrudan eyleyicilerinin gözünde her ne kadar yazarken farklı olsa da konuşur ve düşünürken öğretmek pek makbul bir amaç değildir. Çünkü edebiyat düşünceyle seviyeli bir ilişkiyi devam ettirse de temelinde duygunun hâkim olduğu bir sanattır. Duygu doğası itibariyle bir yöntem, otorite, tahdit kabul etmez. Oysa, en azından kuramsal düşünce için yöntem hayati bir ihtiyaçtır. O hâlde edebiyat ontolojik varoluşuyla daha çok duygunun tarafında olsa da kurumsallaşması ve bir tarihe kavuşması anlamında kendinden bağımsız bir düşünceye muhtaçtır. İşte didaktik kavramı da burada devreye girer. Homeros’tan Aristo’ya uzanan süreçte mezkûr kavramın dönüşüm hikâyesi de böyle özetlenebilir aslında.
Daha önce de ifade edildiği gibi edebiyatın öğretimi ve edebiyat müfredatının belirlenmesi hususu edebiyatı bir cevher olarak görüp onu kendi amaçları doğrultusunda işlemek isteyen kişi/kurum/otoritenin zihniyeti ve liyakati doğrultusunda bir kalıba bürünür. Aslında burada edebiyatçıların doğrudan bir dahli ya da katkısı pek mümkün değildir. Çünkü bir edebî eseri telif edenle onu ve onun ait olduğu edebiyatı konu edinen arasında ciddi bir motivasyon farkı vardır. Birincisi tahkiye ederken ikincisi öğretir, eleştirir. İlkinde metodik düşünce şart değildir ama ikincisi için olmazsa olmazdır. Düşünce çoğu zaman edebiyatın alanında tali bir unsur olarak kabul edilir. Düşünceyle iştigal etmek, düşünmenin metotlarını, tarihini ve ameliyesini tecrübe etmenin bizatihi bir edebî metin oluştururken pek fazla katkısı olmadığı hatta yük olarak kabul edildiği kabul edilen bir gerçektir. Daha evvel din benzetmesi yapmıştık. Yine oradan devam edelim. Mesela tarikat kültüründe sağlıklı bir seyrüsülûk ancak sahip olunan bilgileri unutmakla mümkündür denilir. Edebiyat da böyledir. Yazar yazmaya başladığı zaman dünyaya dair fikir, görüş ve yargılarını geride bırakması gerekir. Fakat edebiyat öğretimi söz konusu olduğunda hem teoride hem de pratikte bunun pek mümkün olduğu söylenemez. Çünkü edebiyat öğretimi çok daha soğukkanlı, disiplinli, hesaplı ve metodik bir ameliye olmak durumundadır. Duygudan ziyade düşünce üzerine temellendirilmelidir ve subjektif bir yargıdan ziyade, nihayetinde otoritenin kendi kurumsal sübjektivitesine teslim olsa da, görece objektif bir yargıyla verilmelidir. Öğretime muhatap alınacak kitlenin farklı kesimlerinin, potansiyeli, zevkleri, yönelimleri, tarihi ve hatta sosyolojisini göz önüne alarak bir yol belirlenmek zorundadır. Bu da ancak müfredatta ete kemiğe bürünür. Ancak kanonun varlığıyla sağlıklı bir bünyeye kavuşacak bir müfredat elbette.
Kısaca edebiyatın seçkin bir grup tarafından zaman içerisinde belirlenmiş şaheser külliyatı olarak tarif edebileceğimiz kanon kavramının tarihçesine bakıldığında da aslında edebiyattan edebiyat öğretimine, duygudan akla ve hatta ideolojiye giden benzer bir yol fark edilebilir. İlk olarak Polykleitos’un meşhur Doryphorus (mızrak taşıyan) heykelini yaparken vücudun her uzvunun ideal bir oranda olmasına dikkat etmesinden kilisenin kimlik oluşumunda belirlediği kurallar manzumesine dönüşümü ve nihayetinde yeniden sanata avdet edişi de aynı paralel çizgide ilerlediğini gösterir.
Polykleitos heykeli yaparken bir sanatçı duyarlığını mümkün olduğunca felsefeden (Pisagor etkisi) beslenerek yapıyor olması da duygu ile düşüncenin akrabalığını, ortaklığını gösterir bir örnektir.
Otorite beraberinden bir kurallar manzumesini gerektirir. Bu manzume doğası itibariyle bazı şeyleri içerirken bazı şeyleri dışlar. Bu kurallar manzumesi ideal bir “biz” yaratır. Her “biz”in bir de ötekisi vardır. Bu doğal bir zorunluluktur. İnsanın, toplumun her alanında, en küçük hücresinde dahi aynı yapısal zorunluluk mevcuttur. Sanat, edebiyat da bundan muaf değildir. Seçkin edebiyatçıların belirlediği kanon ya da devletin/sorumlu kurumun oluşturulmuş kanon çerçevesinde hazırladığı müfredat da buna dâhildir. Müfredatın içerdikleri ya da dışladıkları, doğrudan kanondan etkilenmiş olmasına rağmen kanon kadar katı bir ortodoksinin ya da derin bir estetik hassasiyetin varlığını gerektirmez. Kanon teorik bir kurallar manzumesi ise müfredat pratik bir prospektüs gibidir. Bu anlamda kanondaki ideolojinin müfredatta tebellür etmesi, göze batması ya da rahatsız etmesi beklenemez. Müfredat beraberinde bir lezzet, tavır, duyuş ve rehberlik etmek maksadıyla hazırlanmış bir liste olarak kabul edilmelidir. Yani kanonun dışladıklarına itiraz edilirken gösterilen motivasyonun müfredata harcanmasına gerek yoktur. Çünkü daha didaktik ve daha evvel zikrettiğimiz gibi daha pratik bir meseledir.
Hâl böyleyken müfredatta yer alan birtakım isimler ve eserler üzerinden topyekûn bir edebiyat kültürü, edebiyat öğretimi eleştirisi çoğu boşa harcanmış bir yumruğu andırır. Objektif olmaktan ziyade sübjektif bir alandaki söylenmelerden ibaret kalır. Söylenme edebiyata dâhildir. Müfredat ise daha resmî ve kararlı bir dille arzıendam etmek zorundadır. Henüz kimliğini ve geleneğini oluşturamamış toplumlarda edebiyat kültürü derme çatma bir kanon üzerinden devam eder. Sağlıklı bir edebiyat ortamı tesis edilemez. Üstelik değişen iktidarlar bu kültürü orasından burasından çekiştirmeye pek meraklıdır. Böylesi bir ortamda bir edebiyatçının söylenmesi normaldir. Fakat geçmiş dönemin edebiyatını merkeze almakta ısrar eden ve belirli bir seviyenin muhafaza edildiği anlaşılan müfredata bu söylenmeler çerçevesinde itirazı beyhudedir. Geçmiş çoğu zaman günün gerçeklerinden kaçış için mürekkep bir iksirdir. Bu anlamda histerik bir yönelime sebep olabilir. Lakin buradaki gibi durumlarda geçmiş tabiri caizse bir eczadır. Kanonun oluşmadığı toplumlarda sık rastlanan, süregelen gereksiz ve anlamsız bir iktidar kavgasının zararlarından kültürü korumak içgüdüsüdür.
Bütün bu kaçınılmaz ideolojik, teorik belirlemelerin ötesinde bu tip politikaların ne manaya geldiğini düşünmek de şarttır. Edebiyat özelinde, edebiyat öğretiminin çok daha derinlerde bir insan tipolojisi yaratmak maksadını da unutmadan, bir kültür kazandırmak olduğunu hatırlarsak buna dair daha yapıcı bir eleştirel zemine ulaşabiliriz diye düşünüyorum. Nihayetinde dünyayı yöneten üç aile hurafesine inanmıyorsak bu tip programları hazırlayanların da bizimle hemen aynı kültürel çevrede yetişmiş, duraklarda nefeslenmiş ve açıklıkta sorgulamış insanlar olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bir kanon ya da müfredat belirli bir kültürün hâkim olmasını, yerleşmesini ve içselleştirilmesini arzu eden insan teklerinden oluşan bir heyetin ürünüdür. Yani mutlak değildir. Herhangi bir kutsiyet içermez. Çağın ve mekânın ruhunu kuşanan bir söylemin ürünüdür. Hâliyle içeriğe dair eleştirel yaklaşımın böylesi bir üçüncü dünya romantizminden, eskatolojik çağrışımları olan paranoyalardan azade kılınması gerekir. Kültür metinde durduğu gibi durmaz. Olumlu anlamları, çağrışımları olduğu kadar, olumsuz anlam ve çağrışımlara da sahiptir. Bu, dünyadaki her varoluşun, nesnenin ve hikâyenin yapısal olarak barındırdığı bir gerçektir. Yani, bir insan teki kültürel bir programa tabi olduğu zaman olumlu ve olumsuz hususların belirli bir kıvamda mezcedildiği bir iksire muhatap olmuş demektir. Kıvam tartışılabilir ama iksirin şart olduğu açıktır.
Diğer yandan yerleşik bir edebiyat kültürü ihdas etmek için oluşturulan bir müfredatın doğrudan edebiyatı sevdirmek gibi fazlasıyla amiyane ve istismara açık bir hassasiyete sahip olmasına gerek yoktur. Çünkü edebiyat, zaten, insanın yaşadığı hayatın zorluklar, kolaylıklar, çirkinlikler, güzellikler, eksiklikler, fazlalıklar, iyilikler kötülükler içerdiğini anlatan bir sanattır. Böylesi bir sanatı ve hayatı sevmek nihayetinde o zorlukları ve onları anlayıp aşmaya rıza göstermeyi de kabul etmek, anlamak ve bunu kaçınılmaz bir kader, imtihan, süreç olarak görüp teslimiyetle ya da muteriz bir tavırla kabul etmek demektir. Bir matematik dersinde öğrencinin integralden şikâyet edip onun müfredat dışına alınmasını talep etmesi saçmadır ama öğretmenden onu anlatmanın daha doğru bir yolunu bulmasını istemek hakkıdır.
Bir edebiyat dersi kitabında herhangi bir yazarın varlığına itiraz etmek, niye o değil de bu yok demek doğrudan edebiyatı hakkıyla kavrayamamak demek olduğu kadar, kanonun ya da müfredatın ne manaya geldiğinin bilinmediğini de gösterir.
Modern bir ulusun, ki her ulus moderndir, kendi tarihsel geçmişini masaya yatırarak oradan seçtiği isimler üzerinden bir müfredat oluşturmasında sıkıntı yoktur. Bu müfredatın klasik dönem edebiyatçılarını ya da ulusun kuruluş dönemindeki edebiyatçılarını alması doğası gereğidir. Kanon ya da onun pedagojik formasyonla arzıendam etmiş küçük bir örneği olan müfredat geçmişin belirli bir estetik -hadi ideolojik de diyelim- çerçevede hülasa edilmesi, belirli bir seçkiyle takdim edilmesidir. Ulus ya da millet dediğiniz bugünden ziyade bütün ve büyük bir geçmiştir. O geçmişin kurucularını, sürükleyicilerini, temsil edenlerini reddedip yalnızca bugünün varlığını kabul eder gibi anlamsız bir iştiyak ve itirazla güncel isimlerin olması gerektiğini söylediğinizde bir kültür inşa etmiş olmaz bilakis “sevdirmek” olarak ambalajlanan bir tüketim hevesinin hâkim kılınmaya çalışıldığı bir pazara heveslenmiş olursunuz. Bu aynı zamanda yarının eski yazarları olarak sizi de tehlikeli bir açıklığa çıkarmak demektir. Kendi ayağına sıkan bir yazar olabilir ama kendi ayağına sıkan bir tüccar pek makul sayılmaz.
Dünya başka bir yere gidiyor artık. Biz de bundan azade değiliz. Edebiyatın klasik hâliyle bir varlık mücadelesi yaptığı günlerdeyiz. Edebiyat bir zanaat ve sonrasında sanat olarak değil sektörel bir ürün olarak devam ediyor hayatına. Dahası sinema/dizi ve hatta reklam sektörünün ciddi tehdidiyle karşı karşıya. Buna tehdit mi denir bu bile tartışmalı. Belki hayatına evrilerek devam edecek bir hikâyenin yeni kisveleri bunlar. Hâliyle okur/öğrenci dediğiniz artık, bir zamanların okur romantizmini besleyen kalın kitaplara dönüp bakmıyor bile. Bunu kabul etmeye teşne yayın sektörü ve bunu kabul etmenin makul yollarını aramakta mahir yazar kesimi de buna göre kendini uyarlama derdinde. 10 yıl öncesinde ideal bir romanın 250 sayfa kadar olduğu söylenirken bugün artık bu 180’lere kadar düştü. Bu gidişat yarına dair tahminleri de kolaylaştırıyor. Bu sektör için olumlu gibi görünse de edebiyat için aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmüyor. Yine de bütün önyargılardan sıyrılıp durumu anlamaya çalışmaktan başka bir şey yapılamaz. Dünya ilk defa böylesi bir kriz yaşamadı. Bu krizin doğrudan muhatapları olarak, ister istemez maruz kaldığımız körlükle birlikte düşündüğümüzde, tarihteki diğer örnekleriyle mukayese ederken yanılıyor olabiliriz. Belki bu da krizlerden bir krizdir, bilemeyiz. Bilmemiz gereken ise edebiyatı bütün bir geçmişiyle ve hatta daha çok geçmişiyle kucaklamaktan başka bir çaremiz olmadığı.
Hâl böyleyken bütün bir tarihi ve geçmişi sırtında taşımaya ve o tarihin harcıyla karılan kültürün hayatiyetini sağlamaya çalışan bir kanon ve müfredatın varlığı hayati bir önem taşıyor. Bir anlamda Don Kişotvari bir tavır bile diyebiliriz buna. Çünkü sektöre ve istisnasız her kesimden insanın ağzını açtığında bir kere sövmezse sözün tesiri olmayacağına inandığı kapitalizme teslim olan koca bir camianın, kültürün savunusunu yapmak saygıyı hak eden bir mücadele değil midir? E, bu mücadeleyi yaparken, en ön cephede ve kurmay heyetinde artık amel defteri kapanmış, alacağı vereceği kalmamış ve tam anlamıyla zamana teslim olmuş ve zamanın onayıyla bugünlere kadar ulaşabilmiş eserlerin ve isimlerin olması daha doğru değil mi! Bir şekilde bugünlere gelebilmiş ve yine zamanın onayını kazanmış bir müfredatın muhtevasını çocukça bir duygusallıkla tartışmak, pasif agresif bir tavırla orasını burasını çekiştirmektense bu müfredatı ve onun ardındaki kanonun varlığı, sıhhati ve selameti üzerine kafa yormak daha doğru değil midir! Eğer ideale yakın bir edebiyat kültürü eğitimi olacaksa biraz da böylesi bir sürecin nihayetinde ortaya çıkmaz mı!