DUYGU VE DÜŞÜNCE İKİLEMİNDEN AHENKLİ GERÇEKLİK ALGISINA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yasin Ramazan*

    Elinizde bir iş (veya bir ödev) varsa, teslim tarihi yaklaşırken kaygınızın artması normaldir. İşin ilerleme durumuna göre kaygı çok yüksek veya daha düşük olabilir. Aynı şekilde kendi performansınızı veya istenen işin mahiyetini de göz önünde bulundurmanızdan kaygı düzeyi de farklı şekillerde etkilenecektir. Düşünün ki, yaptığınız işin aslında istenen şey olmadığını düşünüyorsunuz. Bu durumda kaygınız muhtemelen artacaktır. Eğer işyerinizin gidişatı (veya mezuniyet durumunuz) bu projenin kabul edilmesine bağlıysa, kaygınız önüne geçilmez derecede artacaktır. Burada geleceğin belirsizliğinden korkuyor veya yetersiz olduğunuz için üzülüyor olabilirsiniz. Dikkatinizi çekmek istediğim şey, aslında bir olayın (proje) ve onunla doğan olguların (belirsizlik, yetersizlik) çevresinde geliştirdiğimiz düşüncelerin duygular doğurmasıdır.

    Aslına bakarsanız, verdiğim örnek de dâhil olmak üzere duygu ve düşünceler arasında tek yönlü bir ilişkiden söz etmek oldukça güçtür. Düşünceler duygular doğurduğu gibi duygular da düşüncelerin gelişimine neden olabilir. Bu yazıda, öncelikli olarak, duygu ile düşünce arasında varsaydığımız ikilemin sanıldığı kadar gerçekçi olmadığı iddiasını ortaya koymak istiyorum. İkinci olarak, bu iddiadan yola çıkarak, duygu ve düşünceler arasında nasıl daha sağlıklı bir etkileşim olabileceği hakkında fikir yürütüyorum. Yazının ayrıntılarına geçmeden belirtmem gerekir ki, insanın hemen hemen tüm zihinsel faaliyetleri için şemsiye terim olarak kullanılan düşünce kavramından bu yazıdaki kastım, genel olarak sistematik ve biçimsel akıl yürütmedir. Bunun içine mantıksal açıklamaların yanı sıra, bilimsel gözlemler, sosyolojik ve psikolojik çıkarımlar, politik, ahlaki ve tarihsel yorumlar girer.

     

    İkilemi sorgulamak

    Öfkeliyken önemli bir karar vermemek gerektiğini hepimiz biliriz. Heyecanlıyken dikkatimizden pek çok şey kaçar. Âşık olduğumuz kişinin kötü taraflarını değerlendiremeyiz. Üzüntü, geçmişte yaşanan olayları unutturabilir. Duyguların düşünmeyi olumsuz etkilediğini göstermek için bunlar gibi başka örnekler de verilebilir. Genel olarak duygular etkileri itibariyle düşüncelerden ayrılırlar. Derli-toplu ve soğukkanlı düşüncelerin karşısında, bulanık ve kaynayan duyguları buluruz. Bu ayrıma göre, düşüncelerin açık, adım adım, gerektiğinde yavaş ve mantıklı ilerlemesine karşılık duygular içten gelen patlamalarla, ani ve karmaşık bir şekilde ortaya çıkar. Çoğu zaman bu ayrım bir ikilem olarak düşünülür ve kalbin isteğiyle aklın gösterdikleri arasında uzlaşmaz bir doğrultu olduğu sonucuna ulaşılabilir.

    Bu akıl yürütmenin kaynaklarından biri Platon’dur. Devlet kitabında sunulan ruhun akıl, şehvet ve öfke gibi üç kuvvetten ibaret olduğu ve akıl kuvvetinin diğer kuvvetleri dizginleyip eğitmekle görevli olduğu tezine binaen, duygular kendi başlarına bırakıldığında insanı felakete sürükleyen hayvani nitelikler olarak düşünülmüştür. Öfke, şehvete karşı akılla ittifak kurar ve böylece ruhun kuvvetleri arasında meydana gelebilecek “iç savaşta” iki taraf oluşur. Bu ittifaka rağmen öfke, ruhun ayrı bir parçası olarak kalır. Çünkü hem bebekler hem de hayvanlar akıl kuvvetine başvurmadan da öfkelenebilirler. Aslında bu model, aklın ekonomi ve güvenlik politikalarını yönetmeleri gerektiğinin öne sürüldüğü politik teoriye giriş için sunulmuştur. İdeal devlette olduğu gibi, ruhun akli kuvveti, itaatkâr müttefiki olarak öfkeli kısım ile diğerlerine hükmetmelidir. Bu ideal durum için, ruhun hem akıl hem de öfke kuvvetleri uygun şekilde eğitilmelidir ki sonuçta onlar şehveti birlikte yönetsinler.

    Kendisinden sonraki ruh anlayışında ve duygularla düşüncelerin ilişkisine dair teorilerde oldukça etkili olan bu tezler, duyguları bedenin devamı için gerekli görüyor olsa da onların hâkimiyeti ele geçirmesini ruhun (yani insanın) felaketi olarak gösterir. Bu tezler, Aristoteles’in “Duygular, yargılarımızı değiştirme ve değiştirmemeye neden olan koşullardır.” gibi görüşlerinden de etkilenmiş bir şekilde İslam felsefesinde nefsin kuvveleri olarak karşımıza çıkarlar. Gelişmelere rağmen, Platoncu yaklaşım düşüncelerle kurulan zıtlıkta duygulara dair çok da olumlu bir yargıya izin vermez.

    Duyguları düşüncelerle zıt konumlandıran bir başka görüşü Hristiyan düşünür Pascal ileri sürer. Ona göre, kalbin, aklın erişemeyeceği gerekçeleri vardır. Diğer bir deyişle, kimi hakikatlere (iman gibi) düşünceler değil duygular aracılığıyla ulaşırız. Bu defa duygular lehine de olsa, burada da duygu ve düşüncelerin insana hükmetmek için rekabete sokulduğunu görüyoruz.

    Böyle bir ikilem nereden doğar? Sanırım en açık iki nedenden biri, duyguların düşüncelere göre daha hızlı ve kontrolsüz çıkmasından dolayı doğal görülmeleridir. Duyguların doğal yetilere benzemesine karşın, düşüncelerimiz doğayı aştığı düşünülen bilinçle ilişkilendirilmiştir. Doğa düşüncesinin olumlu veya olumsuz olmasına bağlı olarak düşünceler, zıtlığın olumlu veya olumsuz tarafına düşebiliyor. Kimine göre doğa, üstün olan düşünce (akıl) gücünü gölgeleyen bir engel teşkil ederken, kimine göreyse Tanrı’nın işaretlerini yansıtan ilahi bir gösterge olarak şeytani/nefsî düşüncelerden insanı alıkoyar. İkilemi doğuran bir diğer nedense, duyguların doğru-yanlış olmamasıdır. Bu nedenle, bilgi gibi kontrol edilmeleri ve düzeltilmeleri söz konusu olamaz. Bu demektir ki, duygular ancak düşünceler aracılığıyla kontrol edilebilirler.

    Modern düşüncede, insana dair incelemelerin, metafizik alandan çıkıp deneye ve deneyime konu edilmesi ister istemez duyguların düşünceyle ilişkisinin işlevlere indirgenmesi sonucunu doğurmuştur. Darwin’in duyguların, evrimin erken dönemlerinden kalma bir tür savunma mekanizması olduğu ve nihai olarak ortadan kalkacağı görüşüne karşılık Freud’un olumsuz duyguların sözel olarak ifade edilmesiyle olumlu bir etkiye dönüştürülebileceği görüşü daha geniş kabul görür. Her iki durumda da, duyguların yine düşünceyle zıtlık içinde düşünüldüğü aşikârdır. Düşünceler, analitik veya deneysel yollarla ortaya konur. Duygularsa, rasyonel içeriği kadar ancak değerlidir. Bu görüş, daha sonraları, duyguların evrimsel ve psikolojik birtakım faydalarının keşfedilmesiyle yavaş yavaş terk ediliyor görünmektedir. Artık duygular, düşünmenin düşmanı değildir. Özellikle basit olarak sınıflandırılan duyguların kimi bizi tehlikeden korumak (korku ve öfke), kimi bizi zehirli yiyeceklerden uzak tutmak (iğrenme), kimi güvenlik ve üreme ihtiyacını karşılamak (sevgi) gibi yararları vardır. Aşk, suçluluk, utanma, onur, kıskançlık gibi karmaşık ve gelişmiş duygulara ise toplumsal yaşamı sağlama ve geliştirme görevi verilir. Bu görevlerin bir kısmı, hafıza gibi, dikkat gibi, yargılama gibi duygu dışında olduğu düşünülen zihnî yetileri destekler şekilde açıklanmaktadır.

     

    Duyguların ve düşüncelerin doğuşu

    Peki duygu ve düşünceler tam olarak nerede ayrılırlar ki biz onları bir şekilde bir araya getirmeye çalışan bu açıklamaları uygun bir değerlendirebilelim? Eğer aynı davranışı hem duygu hem de düşünce motive edebiliyorsa, sınırı nereden çizebiliriz? Örneğin, geleceğin belirsizliğinden korkan biri (belirsizlik bir düşüncedir, korku ise bir duygu) duyguyla mı düşünceyle mi hareket etmektedir?

    Aslına bakarsak, duygu ve düşüncelerden bahsederken bireyde fiilî olarak ayrışmış şeylerden bahsetmek oldukça güç. Duygusuz bir düşünceye de düşüncesiz bir duyguya da neredeyse hiçbir zaman sahip değiliz. En basit ifadeyle söyleyecek olursak, bir duygudan bahsettiğimizde aslında o duygumuz hakkında düşüncelerimizden, daha spesifik olarak söyleyecek olursak inanç ve tecrübelerimizden bahsetmiş oluruz. Üzerinde hiç konuşmadığımız duygular da var elbette. Ancak bunları bile, içinde yaşadığımız şehir ve toplum hayatı nedeniyle belli bir düşünsel bağlamda edindiğimizi göz önünde tutmalıyız. Heyecan, korku, sevgi, üzüntü gibi temel duyguları bile giderek daha kültürel ve toplumsal filtrelerle yaşarız. Duygular böylece düşünsel bir içerikle gelir çoğunlukla. Diğer yandan duygulardan arınmış düşünceleri de yalnız kişisel bağlamdan uzaklaştırıldığında görürüz. Mesela aşı karşıtlığı veya aşı taraftarlığı hakkındaki düşünceler, kitlesel korku, nefret, acıma ve tiksinti duygularından ne kadar bağımsız değerlendirilebilir?

    Bu noktada, düşüncenin duygularla karıştığından değil, aslında doğası gereği her düşünceye duygunun, her duyguya bir düşüncenin iliştiğinden söz etmek daha doğru olur. Bilinçli veya bilinçsiz hissettiklerimizin inançlarımızdan ve tecrübelerimizden bağımsız olduğunu söyleyemeyiz. Tecrübe ve inançlarla edindiğimiz perspektif, bir duyguyu nasıl yaşadığımızı da sonrasında onu nasıl ifade ettiğimizi de sürekli şekillendirir. Düşünürken hissettiklerimiz de hissederken düşündüklerimiz de, biz onları ifade ederken birbirlerinden ayrılabilir. Ancak bu ayrım, hislerimiz geçtiğinde içeriğe göre verdiğimiz bir yargıdır. Duyguları düşüncelerden genelde sadece kavramsal olarak ayırabiliriz.

    Duygu ve düşüncelerin ne şekilde ortaya çıktığına biraz yakından bakarsak söylediğimin haklılığı daha iyi anlaşılacaktır. Duygularımızın bir kısmı temel duygular olarak nitelendirilir ve çevremizdeki nesne ve olaylara karşı doğrudan bir reaksiyon sonucu ortaya çıkarlar. Paul Ekman’ın genel kabul edilen araştırmalarına göre korku, öfke, sevinç, üzüntü, iğrenme ve şaşırma böyle evrensel ve temel duygulardır. Diğer yandan aşk, suçluluk, utanç, mahcubiyet, onur, kıskançlık, haset gibi duygular, daha yoğun ve karmaşık yetilerle elde edilir ve kültürel şekillenmeye daha açıktır. Dikkat edilirse bu sınıflandırma, duygu ifadelerinin evrenselliği üzerinden yapılmıştır. Duyguların hangi bağlamda ortaya çıktığıyla ilgili değildir. Yine de, ilk gruptaki duyguların nesnelerle ve olaylarla etkileşimin daha hızlı ve çoğu zaman kontrolsüz olduğunu görürüz. İkinci grup duygular nispeten daha yavaş gelişir ve temel duyguların bir nevi karışımı olarak doğar.

    Her ne şekilde sınıflandırılırsa sınıflandırılsın, duyguların, eşya ve mekân gibi çevresel faktörlere ve kültürel, bilişsel (dil dâhil) ve psişik içsel durumlara bağlı olarak şekillendiği açıktır. Bu şekilde, duygular dünyada yaşamı devam ettirmek üzere öncelikli zihin durumunu oluştururlar. Nesnelerle temas ve etkileşim sonucunda, yaşadığımı her şeyi duygularla algılıyoruz. Soyut ve somut her karşılaşma bir duyguya neden oluyor. Diğer bir deyişle, duygular eşyaya ve mekâna bulaşıyor. Yaşadıklarımızı içinde olduğumuz duygu ile hafızaya kaydediyor, gerektiğinde yine kendi duygusuyla çağırıyoruz. Kimi zaman ilişik duygular değişiyor. Bu durumda, olaya verdiğimiz anlamın da değiştiğini görüyoruz.

    Duygular çevremizi ve içinde olduğumuz durumları öylesinde değiştiriyor ki sevgiyi de neşeyi de acıyı da öyle içimizde yaşayıp gitmiyoruz. Eşyanın ruhu var gibi geliyor bazen. Babaannenizin evindeki koltukların size hatırlattıklarını düşünün. Bir düşünce olarak koltuktan çok daha fazlası ilişmiştir hatıralara. Üstelik yaşadıklarınızdan çok yaşadığınız ortam size bu duyguları tekrar yaşatabilir. Olaylar sıklıkla unutulur. Ancak duygular, içine saklandıkları düşüncelerle birlikte bizimle kalır. Kelimeler de benzer şekilde toplumun duygusal aktarımını mekâna ve eşyaya yansıtır. Belli dönemlerde belli kalıp sözlerin ve kelimelerin aynı dilde kazandığı duygusal içeriğin zamanla değiştiğini gözlemleriz. Tren kelimesini düşünün mesela. Basit bir ulaşım aracından çok, ulaşımın mümkün kıldığı toplumsal değişime dair duyguları hâlâ dilimizde saklamaktadır. Son model trenler bile, üzerine sinmiş bir duyguyla kullanılır. Uçakla yolculuk yapmaktan tamamıyla farklı olan bu duygusal içerik, belli düşüncelerin içine saklanmış ve dil nesneleri (kelimeler ve kalıp sözler) aracılığıyla devam ettirilmiştir.

    Düşüncelerse, oluşturulduğu mekân ve zamandan çok daha çabuk sıyrılır. Düşünceler, içinde doğduğu duygusal içeriğin kaybolduğu kimi durumlarda bile anlamını tümüyle yitirmez hatta yeni anlamlar kazanabilir. Sun Tzu’nun Savaş Sanatı veya Fârâbî’nin Erdemli Şehir kitaplarında yer alan düşüncelerin çağlar ve toplumları aşkın düşüncelere sahip olduğu iddia edilebilir. Her okuyanın kendinden bir şeyler bulabildiği bu evrensel bağlam, duygulardan bağımsız oluşturulmuş değilse de, farklı duyguları ifade edecek düşünceleri doğurmuştur. Burada akla şu gelebilir: düşüncenin içeriği duygudan tümüyle arındırılabiliyor demek ki. Burada, bu içeriğin okura yine duygusal bir nesne olarak geldiğini ve kendinden bir şeyler bulduğu için metnin onun dikkatini çektiğini unutmamalıyız. Bu durum gösteriyor ki, düşünceler, belli duyguları paylaşılır ve taşınır hâle getirir. Eşyayı ve mekânı aşan tecrübelere ortak olma imkânını düşünce sayesinde elde ederiz. Düşünmek, Sun Tzu veya Fârâbî gibi yüz yüze tanımadığımız birine yakın hissetmemizi sağlayabilir.

    Duygulardan farklı olarak düşünceler nesneleri ve olayları parçalayarak algılar. Düşüncenin duygulardan daha yavaş oluşmasının nedeni (veya sonucu, bu kısım epey tartışmalı) bu parçalama ve sonra tekrar birleştirme işlemi olabilir. Buna karşılık duygularla nesneleri bir bütün olarak algılarız. Korktuğunuz bir film sahnesinde tam olarak sizi korkutanın ne olduğunu bilmeden sahneden korkarsınız. Hatta çoğu zaman, sahnedeki aslında korkutucu olmayan başka şeylere de bu duygu bulaşır. Daha sonra sahne üzerinde düşünürseniz, size korkutucu gelenin ne olduğunu ayrıştırmayı başarabilirsiniz. Burada olduğu gibi, düşünceler nesnelere belli bir mesafe konmasını isterler, duygularsa kişiliğe âdeta gömülürler. Nesne ve olaylarla ilişkimizden doğan duygulardan bağımsız olarak bir kişiliğimizin olduğunu söyleyemeyiz o yüzden. Olaylardan ve bağlamdan soyutlayarak edindiğimiz, “kendimizin kim olduğuna dair düşüncemiz” olabilir.

    Duygulara bağlı olarak edindiğimiz tecrübelerimizi, soyutlama, genelleme ve öncelik sırasına koyma yoluyla (öncelik verdiklerimizi hatırlama, vermediklerimizi unutma ve değiştirme) düşüncelerimizin içine saklarız. Bebeklikte ve çocukluğun genelinde hislerimizin bir bütün olarak yaşanmasına rağmen yavaş yavaş soyutlamaya geçmemiz, duyguları nasıl düşüncelere dönüştürdüğümüzün de kanıtıdır. Hatta temel duygusal ihtiyaçlarını gideremeyen bireylerin soyut düşünürken de bu ihtiyaçların çevresinde döndüklerini görürüz. Bu da duyguların düşüncelere dönüştüğünün bir diğer göstergesidir.

     

    Neden düşünce?

    Yukarıda duygudan bağımsız bir düşünce olmadığını gördük. Ancak aklımıza şu soru gelebilir: Duygularla yaşayıp gitmek varken, neden düşünceye ihtiyaç duyalım ki? Duygular bizi dünyanın yerlisi yapmak için yeterli değil mi?

    Duygular, sıklıkla çatışır. Hem kendi içimizde hem de kişiler arasında duyguların birbirleri üstüne karar verici olmaları söz konusu olmaz. Çünkü bir duygu genelde ilk hissedildiğinde çok yoğundur. Her zaman en yoğun duygularla hareket edemeyiz. Duygular çatıştığında, aslında duyguları doğuran amaçların da çatıştığını söyleyebiliriz. Bu durumda, çatışmayı duyguların bastırılması değil, onların düzenlenmesi durdurur. Düşünmek bu yüzden hem kişinin kendi içinde hem de kişiler arasında duyguların hakemi gibidir. İletilebilir, iletişilebilir hâle getirildiğinde, yani bir düşünceye büründüğünde duyguların yoğunluğu değil, amaçlar öncelenmiştir. Aslına bakarsanız, düşünceleri düşünce yapan anlam, aslında nesne ve olaylara dair duyguların ahenk içinde olmasıdır. Buradaki estetik durumu gözden kaçırmamalıyız.

    Bu anlamda, gerçeklik algımızın da temelde bir duygusal ihtiyaç ama neticede bir düşünce olduğunu da kabul etmek gerekir. Kendimizi, dünyayı ve soyutlamalarımızı bir bütün olarak hissederiz. Farklı tecrübeler ve birbirinden farklı durumlarda hissettiklerimizi, gerçeklik algımız için sürekli bütünleştirmeye çalışırız. Sadece kendi gerçeklik algımız da yetmez, çoğu zaman başkalarının hissettiklerini de gerçekliği algılamak için kullanmak isteriz. Bu noktada önümüze öznel ve nesnel gerçeklik sorunu çıkar. Öznel gerçeklik kendimize bağlı algılarımızla oluşturulmuşken, nesnel gerçeklik nesneye bağlı olarak kurulur. Bu demektir ki öznel gerçeklik düşüncesinde duygular kaçınılmaz olarak daha ağırlıklıdır. Ancak yine de nesnel gerçeklik düşüncesinde duyguların olmadığından bahsedemeyiz. Sonuç olarak, her ne kadar gerçeklik duygulardan ibaret olmasa da duygular gerçeklik algımızın bir parçasıdır. Gerçeklik, farklı ağırlıkta duygu ve düşüncelerin ahenkli bir bütün oluşturması anlamına gelir. Duygusal travma durumlarında gerçekliği yıkanın, aslında sözünü ettiğimiz ahengin yitirilmesi olduğunu görürüz. Düşünceye, bu ahengi yakalamak için ihtiyacımız var.

    İkinci olarak, duygular en azından bilinç düzeyinde kalıcı değildir. Bu yüzden tecrübe yani bir olayın yorumlanmasından öğreneceklerimiz çoğunlukla duygu değil düşünce olmak durumundandır. Başınıza gelen tatsız bir olay üzerine düşünmedikçe, olayın tekrarı size aynı duyguyu yaşatacaktır. Bu yüzden sırf duygu aracılığıyla davranışların değiştirilmesi beklenmez. Duygular yorumlandığında anlamlı bir dizge oluştururlar. Yani, duygunun yerini alması için değil, belli duyguları oluşturan bağlamın değiştirilmesi için düşünceye ihtiyacımız vardır. Burada duygu ve düşünceleri hiyerarşik değil birbirine bağlı süreçler olarak ele almanın da önemini görmüş oluyoruz. Duygular, düşünce olarak ifade edildiğinde düşünce olarak kalmaz, duygusal birlikteliği de doğurur. Yani nesilden nesile aktarılanlar da dâhil olmak üzere, duyguları düşünceye dökmek nesnelerle her bir karşılaşmamızı anlamlı kılma imkânı demektir. Duyguların kendileri aktarıma kapalı olduğu için (tümüyle öznel tecrübeye dayanır), zamansal ve mekânsal birlikteliğimizi bu anlamlı kılma imkânına borçlu oluruz.

    Düşünce sonuna kadar öznelleşirse, karar vermek için, hareket etmek ve dünyayı yorumlamak için kişi, tümüyle kendi duygularıyla baş başa kalır ve algıladığı gerçeklikte boğulur. Gerçekliğin çıkmazları ve aslında mutlak anlamda elde edilemeyecek ahengin yokluğu kişiye duygularından ibaret bir dünyada yaşatır. Aslında içinde çokça düşünce barındıran bu öznel dünya, dışarıdan erişime kapalı olduğu için duyguların maruz kaldığı hızlı değişimden, belirsizlikten ve en çok da çatışmadan sürekli ağır biçimde etkilenir.

    Diğer taraftan tümüyle nesnelleşen bir gerçeklik algısı da insanı soyutlar ve yaşadığı dünyayı algılamasına engel olan ölü kavramlarla ve ruhsuz, statik yapılarla doldurur. Aslına bakarsanız, duygusuz bir gerçeklik algısı mümkün olsa neyin doğru, neyin iyi veya kötü, neyin güzel olduğuna dair yargılarda bile bulunamayız. Bu yüzden, doğruluk algısında duygularımızın yani bireysel katılımımızın da olması gerekir. Neyin doğru olduğu bizden tümüyle bağımsızsa, bizim onu doğru kabul etmemiz de imkânsız olurdu. Bir nevi tanrısal bakış varsayımını taşıyan bu nesnel gerçeklik algısı, duyguları yadsıyarak kişileri içinde yaşadıkları dünyaya yabancılaştırır.

     

    Davranışları yönetmek

    Umut ediyorum ki buraya kadar açıkladıklarımla, duyguların ve düşüncelerin ne şekilde doğduğundan hareketle, bu ikisi arasındaki ilişkiyi yeterince açık ortaya koymuşumdur. Şimdi, duygusal hareket etmekle suçlanmaktan veya rasyonel davranmakla övülmekten kastedilenin ne olduğu üzerine düşünerek, davranışları nasıl yönettiğimize bakabiliriz.

    Aslında her zaman duygularımızla hareket ederiz. Mesele hangi durumda hangi duyguyla hareket edeceğimize nasıl karar vereceğimizdir. Duygusal olarak bilinen insanlar da akıllı hareket ettiği düşünülen insanlar gibi duygularını bir ahenkle yaşamaktadırlar. Sonuç olarak, ne düşünürsek düşünelim, bizi harekete geçiren sevinçlerimiz, üzüntümüz, heyecanımız, korkularımız ve öfkemizdir. Düşünceleri bu motivasyonlardan bağımsız bir şekilde tasarlayamayız. En soyut matematiksel formül bile, matematikçinin merak, heyecan, kaygı ve sevinciyle bulunur. Nihayetinde, elde edilen şey duyguları da birlikte taşıyan soyut bir düşüncedir. Bu düşüncenin duygulardan bağımsız olarak aktarılması sizi yanıltmasın. Aktarımın gerçekleşmesinin de formülü öğrenen kişinin benzer duygularıyla ilgili olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Burada açık bir şekilde, duyguların davranışları düşünceler aracılığıyla yönlendirmesini görüyoruz.

    Diğer taraftan, ahlaki davranışların da duyguların varlığı ve etkinliğiyle mümkün olduğu ileri sürülmüştür. Duygusuz bir normatif düşünce nasıl oluşturulabilir? Herhangi bir şeyin ahlaki iyi veya ahlaki kötü olarak algılanabilmesi için, o davranışın düşünen kişinin gerçeklik algısına dâhil olması gerekir. İyiliği arzulamayan, kötülük yapmaktan tiksinmeyen veya korkmayan birinin ahlaki duyarlılığa sahip olduğu söylenebilir mi? Dikkat ederseniz burada ahlaki doğruların duygusal olup olmadığı tartışması yapmıyorum. Ancak duygularını hiç işine katmayan birinin ahlaki iyi ve kötüyü anlayacağından şüpheliyim. Yanlış yapmaktan korkmayan biri neyin yanlış olduğunu bildiği için ondan uzak durabilir mi? Şefkat, merhamet ve sevgi görmekten duyduğumuz sevinç değil midir bize iyiliği aratan? Yenilik, haşyet ve ahenkle karşılaşma heyecanımız değil midir bize davranış güzelliğini öğreten? Tüm bu etik yargıların duygular etrafında şekillendiğini görüyoruz. Yani duygularımız ahlaklı davranmamız için yeterli olmayabilir ama duygunun ilişmediği bir ahlaktan da bahsedemeyiz.

     

    Daha sağlıklı bir etkileşim

    Duygu ve düşüncelerin nasıl birbirine geçmiş olarak doğduğunu ve sürekli ilişki içerisinde birbirlerini şekillendirdiklerini gördük. Düşünceler, zihinsel pek çok süreci de kapsayacak şekilde duyguların doğduğu bağlamı anlamlandırırken, doğan duygularla da düşünceler anlam kazanır. Burada duyguları ve düşünceleri ayrıştırmak, öznel ve nesnel düşünceleri belirleyebilmek önem kazanır. Herhangi bir hiyerarşik yapı gözetmeden, olay ve olgu bazında düşünceleri ve sakladıkları duyguları tanıyabildiğimiz ölçüde başta kendimizle sonra çevremizle daha sağlıklı iletişim kurarız. Sağlıklı iletişim ve neticesinde sağlıklı aktarım sayesinde, düşüncenin duyguları aşan yönleri açığa çıkar.

    Düşüncenin doğduğu daha karmaşık duygusal yapılar gerçekliğin bir bütün olarak algılanmasına izin vermez. Duyguların arasındaki çatışmaları reddetmeden üzerine düşünebildiğimiz ölçüde, duyguları doğuran şartların içinde boğulmaktan kurtuluruz. Diğer yandan, -içeriği ne kadar nesnel olursa olsun- düşüncelerimizi duygusal karşılığıyla birlikte edindiğimizi bilmek içinde bulunduğumuz gerçekliğe yabancılaşmaktan bizi alıkoyar. Erdemi, duyguların dengeli bir şekilde yaşanması olarak niteleyen Aristotelesçi etiğin dili belki bizi dengeli bir duygusal ve düşünsel hayatı savunmaya itebilir. Ancak duygu ve düşüncenin dengelenecek iki ayrı yeti olmadığını, duygunun düşünceyi düşüncenin duyguyu doğurduğunu kabul ettiğimizde, sağlıklı etkileşimin kriteri olarak denge yerine ahengi önerebiliriz. Karşılaştığımız olgu ve olayların kendilerine özgü yapıları, duygu ve düşüncelere verdiğimiz ağırlığı her seferinde farklı etkileyecektir. Duygularımıza gömülmez ama düşünmek adına şartlarımızdan tümüyle soyutlanmazsak, olgu ve olaylarla ahenkli etkileşim imkânı doğar.

     

    *Dr., Marmara Üniversitesi