DUYGULAR VE AHLAKİ EĞİTİM
Metin İzeti*
Batı felsefesi tarihinde duyguların önemli bir yeri yoktur. Batı Avrupa felsefesi, başlangıcından beri, duyguların veya insan duygularının “rasyonel” kontrolü ile meşgul ve neredeyse bu konuya aşırı yüklenmiştir. Başka bir deyişle, baskın felsefi görüş, duyguların “akıldan daha ilkel, daha az zeki, hayvani, güvenilmez ve daha tehlikeli” olduğu ve bunların insan ruhunun iki farklı, karşıt ve düşman yönü olduğuydu (Solomon, 2008, s. 3). Eski Yunanlılar, tutku, ıstırap ve ezici psişik olaylara atıfta bulunmak için çok dar bir terim olan duygulara pathema (πάθημα) adını verdiler (Franks, 2001). Modern Fransız ve İngiliz felsefesi söyleminde duygular, kaprislerini, çekingenliklerini, çılgınlıklarını ve sınırsızlıklarını ima eden tutkular olarak yorumlanır. Pasiflik ya da bireye sahip olma fikirleri, belirli duyguların rasyonel düşünce ve davranış üzerinde zararlı bir etkisi olduğu, yani sorunun rasyonel biliş için bir tehdit olduğu fikrini sunar. Entelektüel tarihin erken dönemlerinin (duygu konusunda) akılcılıkla meşgul olmasının nedeni budur (Mandler, 2001). Herakleitos ve Empedokles gibi Sokrates öncesi düşünürler arasında bile duygular, duyguları kontrol etmenin en uygun yollarına odaklanılarak akıl ve akıldan kaynaklanan dikkat dağıtıcı unsurlar olarak kavramsallaştırılmıştır. Bu gelenek, Devlet’teki ruhun üç parçasına ilişkin teorisinin Batı felsefesi tarihinde duygusal fenomenlerin ilk ayrıntılı sistematizasyonu olduğu Platon ile devam etti. Platon için, ruhun manevi kısmı çoğunlukla durumun rasyonel bir değerlendirmesi tarafından yönlendirilir ve aynı zamanda (erotik) bilgelik sevgisi, onur duygusu, hayranlık ve gurur ve utanç duygusu, kötü itibar korkusu vb. gibi duyguları içerir. Bununla birlikte, Platon’daki duygusal dinamiklerin temel modeli, Phaedrus’ta tekrarlanan ruhun rasyonel kısmının kullanımı yoluyla olumsuz duyguların rasyonel kontrolü ve erdemlerin güçlendirilmesinden oluşuyordu. Ve sanat biçimlerine yönelik eleştirisinde, onların insan duyguları üzerindeki (zararlı) etkilerini ima etmiştir. Ona göre, insan ruhunun arenasında akıl ve güç tutkusu arasındaki mücadele kısmen olurken, Philebos’ta tutkulu duyguların canlı bir organizmanın uyumlu durumunun parçalanma süreçleri olduğuna dikkat çekiyor (Knuuttila, 2004, s. 5).
Aristoteles, duyguların aynı zamanda pasif durumlar ve dış dünyaya tepkiler olduğunu ima ederek, pathos terimini duygulara tercih etti ve onun Retorik adlı eseri, Yunan felsefesindeki bir dizi somut duygunun ilk ayrıntılı analiziydi. Etiğinde, duyguları rasyonel olarak yönlendirmek ve onları ölçülü ve doğru koşullarda hissetmek gerektiğini savunur, burada “rasyonel”, pratik hedefler ve ahlaki olarak doğru eylemler anlamına gelir (Knuuttila, 2004, s. 27).
Modern felsefe, yani “akıl çağı” olarak isimlendirilen dönem, özellikle Descartes’a ve onun zihin ve beden arasındaki keskin ikiciliğine vurgu yaparak, insan ruhunun rasyonel ve duygusal kısımları arasındaki boşluğu daha da derinleştirdi. Ruhun Tutkuları adlı çalışmasında, duyguların nedenlerini, sonuçlarını ve işlevlerini, ayrıca tutkuları gönüllü olarak düzenlemenin araçlarını ve derecesini ayrıntılı olarak analiz etmiştir (Descartes, 1649/1989). Bu anlamda, göründüğü gibi Batı felsefe tarihi duyguların değerlendirilmesi konusunda genellikle rasyonellikle yüklüdür. Fakat, duygular konusu, asırlarca Batı anlayışını ilgilendiren ve bunun sonucu olarak devamlı ön planda tutulan, sadece rasyonalizmin ilgi alanı içerisinde kalmamış, Doğu felsefesinin hem nazari hem de amelî alanında oldukça araştırılmış ve değerlendirilmiştir.
Mesela, Hint felsefi geleneği, uyumlu bir yaşam için kullanılması gereken duyguların güçlü doğasını vurgular. “Hint psikolojisinin babası” olan Patanjali, Batı’dan binlerce yıl önce insan zihnini incelemiştir. Aslında, Hinduizm, sosyal, politik ve ekonomik yaşamın temel ilkelerini birleştiren bir dinden çok bir yaşam biçimini temsil ettiğinden dolayı duygular ile rasyonellik arasındaki ilişkiyi epeyce irdelemiştir.
Hinduizm’de duygusalcılık, etik ifadelerin yalnızca duyguları ifade etmeye hizmet ettiğini iddia eder. Etik beyanların beyanlar değil, onaylama veya onaylamama ifadeleri olduğunu söyler. Duygusallık bu nedenle etik yargıların ifadeleri değil, duygusal tutumlar olduğunu iddia eden metaetik bir vizyondur. Duygusallık, dolayısıyla ilmî olmayan dışavurumculuğun bir biçimi olarak düşünülebilir. Akıl, tutum ve eylemlerle sonuçlanan duygu ve duyguları işletmekten sorumludur. Duyguların zihnin bir parçası olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır. Ahlaki kararlar duygusal olarak hassastır ve bu nedenle duygusal zekâ, farklı ahlaki tutumların çerçevesini yumuşatabilir. Duygusal zekâ, duygu ve akıl arasında hiçbirinin tam olarak kontrol edilmediği bir denge varsaymaktadır (Bhawuk, 2011).
Çin felsefesinde duygular, rasyonel düşünceyi bozan veya ona meydan okuyan irrasyonel veya aşırı bir tutku dürtüsü olarak nitelendirilmez. Bunun yerine duygular, erdemin yetiştirilmesinde ve toplumun siyasi düzeni ve istikrarında geniş psikolojik ve ahlaki roller oynar. Çin perspektifinden, kişinin kişisel, sosyal ve fiziksel çevrelerle olan duygusal etkileşiminin ahlaki failliğini ve birbirine bağımlı ve toplumsal benliğin temel bir özelliğini oluşturduğu anlaşılabilir. Örneğin, Konfüçyüs, kişinin ana-babasına karşı samimi bir sevgisi yoksa, ana-babaya hizmet etme görevinin hiçbir anlamı olmadığını ve sevecen bir kalbe sahip değilse, ritüel âdetlerin davranıştan sonra kör bir kural hâline geldiğini belirtir. Bir hükümdarın, insanların duygulanımsal eğilimlerini ve koşullarını anlamadan devletini başarılı bir şekilde yönetemeyeceğini belirtir. Yani, duygular sadece içsel-öznel duygular değil, kendi içinde duygusal olarak oluşturulmuş ve yerleşik olan dünyayla sürekli ilişkilerinde zihnin etkileşimli, algısal, bilişsel ve motivasyonel durumlardır. Zihin sadece entelektüel bir varlık veya düşünme veya akıl yürütme mekanizması değildir. “Ben” olarak tanımlanan benliğin yansıtıcı öznelliğine ilişkin ortak deneyimin tanıklık ettiği gibi, daha çok birbirine bağlı bir duyarlılık, duygu, farkındalık, düşünme ve isteklilik varlığıdır. Bu nedenle, Çin felsefesinde duygular, her zaman dünyayla ilişkili ve etkileşimli olan duyumsayan, düşünen ve hisseden zihnin bütünsel duygulanımı olarak anlaşılır (Eifring, 2004).
İslam bilim ve literatür tarihinde duygular nefs ve nefsin eğitimi konusunda işlenmiş ve duygular eğitimi ahlak eğitiminin temel taşlarından birini teşkil etmiştir. Nefs kavramı zikredildiğinde, hiç şüphe yok ki, ilk tasavvuf ve tarikat disiplini akla gelmektedir. İlk dönemlerden itibaren sufi düşünce, nefs kavramını merkezde tutmuş, düşüncesini büyük ölçüde bu kavrama yüklediği anlam çerçevesinde şekillendirmiştir. Tasavvufta nefs kavramı duygularla ilişkilendirmiştir.Bu yaklaşımın ana eksenini, onun kötülüğe eğilimli olması oluşturmaktadır. Aslında bu söylev ve faaliyet anlayışı Kur’an ve hadislerde mevcut olmasına rağmen, tasavvuf düşüncesinde ve tarikat pratiğinde bir gelişim, açılım ve insan anlayışı ile alakalı bir derinlik kazanmıştır. Tasavvuf anlayışındaki ahlaki eğitim nefisle mücadelede temerküz etmiştir ve bu mücadelenin temel taşları insan duygularını evcilleştirmek ve iç dünya ile toplum arasında uyum sağlama konusunda görünmektedir. Bu anlamda, Allah’ın insana vermiş olduğu duyguları alt kademelerden (esfeli sâfilînden) üst kademelere (ahsen-i takvîme) çıkarmak manevi eğitimin iskeletini oluşturmaktadır. Dış etkenlerin insanın iç dünyasına değişik şekillerde etkili olduğundan dolayı da bu manevi eğitim süreçleri değişiklik ve farklılık arz etmektedirler.
Konu tasavvuf tarihinde çok işlenmiş ve örnekleri çoktur, fakat burada deskriptif bir yaklaşımdan çok, bu konuyu, devamlı şimdiki zaman açısından tahlil edip, anı değerlendirmenin çok önem arz ettiğini düşünüyorum.
Çağdaş bir insanın duygu konusunda yaşadığı zorluklar, çölde seyahat eden bir yolcunun zorluklarına benzer. Yolda güvenli işaretler yok, aniden kumla kaplanıyor, sıcaklık çok hızlı değişiyor, sıcak günler ve soğuk geceler, az su ve karavanı tehdit eden birçok tehlike. Çağdaş insanın temel sorunu, duygusal bağlamda bir bağımsızlık ve aşırı özgürlük mücadelesi, bir an önce özgürleşme arzusudur. Savunma makamları, aileler, okullar, mabetler, genel olarak çevre bu savaşta ciddi şekilde saldırıya uğruyor. Ancak özgürlük özünde talepkâr olduğundan ve her birey için büyük sorumluluk gerektirdiğinden, genellikle aşırı bir yüktür ve sonuç olarak çoğu kişi farklı şekillerde korkar ve bir yerlere kaçar. Çoğu zaman kaçış otomatizmde, yıkıcılıkta, protestoda ve konformizmdedir. Maneviyat söz konusu olduğunda tüm bunlar akılda tutulmalıdır, çünkü maneviyat büyük arzular, ihtiyaçlar, korkular ve beklentilerle birleşir.
Günümüzde pek çok insan tarafından duyguların eğitimi ihmal edildiği ve sadece duyguların yansımaları ön planda tutulduğu bir gerçektir. İnsanın kendisi için yaratıldığı nihai hedef olan aslına kavuşma ve doğal olan sonsuz barışa varma gerçeği manevi alandan, yani konuya döneceksek, duyguların eğitilmiş olmasından alınmış, evcilleştirilmemiş duygusallığa aktarılmıştır. Ebedî ideallerin ve yıkılmaz değerlerin gerçekleşmesi için verilen mücadelede itici güç olması gereken duyguların insanileştirilmesinden bahsediyorum. Bir insan olarak birey, fiziksel, duygusal, sosyal ve ruhsal olmak üzere dört temel boyuttan oluşan benzersiz, ayrılmaz bir bütündür. İnsan bedensel bir varlıktır ve bu onun değişime, yaşlanmaya, hastalığa, içgüdüsel davranışlara ve nihayetinde ölüme tabi olduğu anlamına gelir. İnsan aynı zamanda duygusal bir varlıktır, yani geçmişinin dünyasını, onu harekete geçiren çeşitli acı verici ve zevkli duygusal deneyimleri içinde taşır. İnsan aynı zamanda sosyal bir varlıktır, yani normal olarak tam bir kişiliğe dönüşmek istiyorsa, diğer insanlarla nasıl iyi ve olgun bir şekilde iletişim kuracağını ve kişilerarası iyi ilişkiler kuracağını bilmesi gerekir. Son olarak, insan aynı zamanda manevi bir varlıktır. Manevi boyutu sayesinde insan özgürdür ve sınırlı da olsa özgürlük duygusuna sahiptir, fakat yine de özgürdür. Manevi boyuta göre insanın hakikati arayan bir aklı, hakikatin sesini duyabileceği bir vicdan sesi vardır. Manevi boyutu sayesinde insan özgür iradeye sahiptir ve bu nedenle eylemlerinden sorumludur.
İnsanın manevi boyutu, içindeki hayvani dünyasını aşma yeteneğine sahip olduğunu kanıtlar. Bu yetenek, şeylerin doğasını kavramlar yoluyla anlamadan oluşur. Bu güç sayesinde insan, “şimdi ve burada”nın ötesine geçerek manevi değerleri algılayabilir ve arayabilir. Manevi boyut sayesinde insan özgür olduğuna inanabilir, umut edebilir, bilebilir, arayabilir, sevebilir ve deneyimleyebilir. Bu düzeyde deneyimlenen özgürlük, dünyaya, başkalarına ve Tanrı’ya karşı sorumluluğu içerir. Maneviyat, kısaca, insanın Mutlak’a açık olmasıdır. Mutlak şüphesiz Allah’tır, yani en büyük sevgi, iyilik ve güzelliktir. Maneviyat esasen Tanrı’nın deneyiminin bir yansımasıdır. Bu bağlamda, duygularını ahlakileştirmiş bir kişi Cenâb-ı Allah’ı hissediyor, onu keşfediyor ve onu her şeyde sever. Her insan doğası gereği duygu doludur, fakat aynı zamanda ruhsal bir varlıktır. Duyguları açısından ölümlü, geçici, mümkün ve ruhsal açıdan ölümsüz, ebediyetten ayrılmaz bir bütünün parçasıdır.
Varlığımızı Cenâb-ı Hakk’ın önünde yönlendiren insan doğasının manevi boyutu, öncelikle ibadet ve diğer dua ve meditasyon biçimlerinde etkinleştirilir. Meditasyonda Allah’u Teala’nın iradesini ve bu planın hayatımızdaki yerini keşfederiz. Meditasyon yoluyla Cenab-ı Hakk ile gerçek, derin bir iletişim atmosferine gireriz. Duygular bizi harekete geçirir ve maneviyat bize rehberlik eder ve yaratılmamızın nihai amacını gösterir. Nietzsche, ruhsal ya da içsel yaşam, sahip olmaya değil, varlığa dayalıdır, insanın neye sahip olduğuna değil, ne olduğuna bağlıdır, diyordu. Manevi yaşam, İlahi İrade tarafından verilen gerçek özgürlük içinde bir yaşamdır. Metafizik özgürlüğü sağlayan ve geliştiren her şey, insanın ruhsal yaşamını güçlendirir. Gerçek maneviyat, Hak yolunda yaşam kararından başlayarak ve O’nun her insan için sunduğu yaşam projesinde kişisel değerler sisteminin kalıcı olarak anlaşılması ve düzenlenmesi anlamına gelir. Bu anlamda dindarlığı düşünmenin aynı zamanda hakiki duygusallığı da düşünmek olduğu söylenebilir.
Bugün, 21. yüzyılın başında, kendine özgü zorlukların damgasını vurduğu bir post-modern toplum çağında yaşıyoruz. Bunlar her şeyden önce: aşırı ve belirgin duygusallık, liberalizm, görelilik, öznelcilik … Kısacası, bugün narsist yaşam kültürünün ve genel davranışın diktatörlüğü hüküm sürüyor. Söz konusu narsist kültür, kitle iletişim araçları (TV, film, internet, yazılı basın) aracılığıyla çok agresif bir şekilde yayılıyor. Mağdurlar, henüz güçlü tutumları olmadığı için ağırlıklı olarak genç insanlardır. Bu kimseler modern ideolojik akımlardan ve insanların kişisel ve sosyal hayatlarını tam olarak şekillendirmeye çalışan narsist bir kültürden büyük ölçüde etkilenirler. Bu, hem dinin hem de kültürün, post-modern toplumun narsist kültüründe güçlü bir şekilde sorgulandığı ve etkilendiği anlamına gelir. Bu dindarlık ya da kültür kavramına göre maneviyat kavramı, aşkın Tanrı ile sevgi dolu bir karşılaşmayı değil, kişinin kendisine hitap etmesinden kaynaklanan bir deneyime, evrenle birlik duygusunu ifade eder ve bireyselliği Varlığın uçsuz bucaksız okyanusunda boğar. Günümüz dünyasında bu dindarlık, Uzak Doğu dinlerinin meditasyon ve jimnastik deneyimleriyle ifade edilmektedir. Bu meditasyon konseptindeki arınma yolu, günahın farkındalığına ve aynı şeyden tövbe etmeye değil, bir Bütün’e dalarak üstesinden gelinmesi gereken enkarnasyondan gelen sıkıntıların farkındalığına dayanır. Aydınlanma bilgi ile elde edilir ve bu amaca ulaşmanın tüm teknik ve yöntemleri yalnızca “aşağıdan”, yani esasen arınmaya çalışan bir kişinin insani çabalarıdır. İnsan gerçeğini ihlal eden bu görüşün aksine, İslam maneviyatının Allah’a yaklaşma yolu, Allah’a sevgi yolculuğunda ek ibadetlerin yanı sıra farz ve açık yükümlülüklere dayanmaktadır. İslam dindarlığında namaz, daha doğrusu farz ve ek ibadetler olarak zikir, kendini düşünme ve kendini boşaltma eylemi değil, aslımıza ve Allah’a yönelen bir tavrı içeren bir diyalogdur.
Gerçek duygusallık, her şeyden önce, teosentrik olmalıdır. Bu, Tanrı’nın, tüm ruhsal yaşamın kaynağı ve zirvesi olduğu anlamına gelir. Çoğu zaman seküler bir gerçekliğin (finansal veya sportif başarı gibi) Tanrı’nın yerini aldığı ve insanların daha sonra ona ibadet ettiği post-modernizmin okült maneviyatının aksine, gerçek İslam maneviyatı, Tanrı’nın tüm iyiliğin kaynağı olduğuna, O’nun O olduğuna inanır. Görünen ve görünmeyen her şeyin yaratıcısı ve bu nedenle Tanrı, gerçek mutluluğa yönelik tüm insan arzularının nihai hedefi olmaya devam ediyor. Sadece Tanrı insan yaşamını sonuna kadar anlamlı kılabilir. Dua, manevi eğitim ve çeşitli zikirlerin olgun İslami dindarlığın ilk ve en önemli işaretleri olduğunu daima akılda tutmak gerekir. Bu Allah merkezli varoluş, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinin zikredilmesiyle tecelli eder. Zikir sırasında Tanrı’nın sürekli varlığının farkına varılır. Teosentrik dindarlık, öncelikle Tanrı’nın arzularımızı yerine getirmesini beklemez, ancak Tanrı’nın bizden ne beklediğini daha doğru bir şekilde anlayarak, Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanmak için neler yapabileceğimi merak eder. Veya başka bir deyişle, bir insanın hayatında ilk sırada Tanrı varsa, o zaman her şey yerli yerindedir. Ve eğer Tanrı hayatta ilk sırada değilse, o zaman diğer her şey yanlış yerdedir. Ayrıca Kur’an’ın birçok ayeti ve Hz. Peygamber gerçek maneviyatın teosentrik olması gerektiğini, yani Tanrı’nın ilgi ve dindarlığın merkezi olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Öte yandan Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber’in kurucu geleneği olan sünneti aracılığıyla O’nunla yakınlık imkânını sunmuştur. Hz. Peygamber Allah’u Teala’nın insanlığa seçtiği son elçisidir. Psikolojik ve manevi açıdan bütünleşme sürecinde onunla özdeşleşmek isteyen kimseler büyük ideallere açıktır. Özellikle onlar, inançları ve savundukları değerler için kendilerini feda etmeye istekli güçlü kişiliklerden etkilenirler. İdeallerle özdeşleştirilecek en ideal şahsiyet Hz. Peygamber’in şahsıdır. Gerçek İslam maneviyatı ortamında, Allah’ın çağrısına manevi bir cevap vermek, Hz. Peygamber’e yakın olmakla mümkün olur, bu şekilde düşünceleri ve farklılıkları aşan gerçeğin kişileştirilmesi meydana çıkar. Onun gerçek tazeliği, saf ve derin, basit ve ebedidir ve onu kendi içinde deneyimleyen her insan ruhsal ve psikolojik olarak kendini canlı hisseder. Peygamber örneğini takip ederek, insan yeni bir kalp ve yeni bir ruh kazanır. Bu gerçek değişmez. Dünyanın şartları ve hayatın şartları değişebilir, ama insanda her zaman değişmeyen bir şey vardır ki, o da duygularıdır. Onlar her zaman mevcut ve her zaman bir kahramandan etkilenmeyi bekler, işte bu noktada Peygamber hakikati ortaya çıkar, yani duygulara yön verip duyguları insanlaştırır.
Duyguların yönetimi her şeyden önce esaslı bir dindarlığa dayanmalıdır. Gerçek dindarlık tefekküre dayalı, fakat aynı zamanda dinamik ve aktif olmalıdır. Gerçek ruh, kişinin dua ettiği şeyi ve o kişinin yaşadığı dünyayı değiştirmelidir. Eğer dindarlığımız bizi değiştirmiyorsa, o zaman biz maneviyatımızı değiştirmeliyiz. Bu maneviyat Tanrı ile gerçek yakınlık ve Tanrı ile gerçek bir karşılaşmayı gerektirir. Yani insan olarak doğmakla ve kendimizi ve içinde yaşadığımız adaletsiz dünyayı değiştirmek için gerçek bir arzuyla sonuçlanır. Ebedî hayata girmek için Allah’ı tüm varlığımızla yani kalp ve akılla sevmek, yaratıklarını ise Allah için sevmek gerekir. Yani insanı Allah’a bağlayan dikey ve onu insanlarla birlik içinde tutan yatay yaklaşımla ilgilidir. İnsanın mutlu olması, Tanrı’nın iradesini yerine getirmesi ve sonsuz yaşama girmesi için, dikeyliğin Tanrı’yla ve yataylığın insanla koordinasyon sisteminde gerçekleştirilmesi gerekir. Gerçek İslam maneviyatı, tefekkür yoluyla gücünü vererek, insanı Allah ile birlikte olup, mutluluğa çeker.
Genel olarak çağdaş insanın ve özelde gençlerin duygu dünyasının bugün büyük bir kriz içinde olduğunu söyleyebilirim. Eski paganizmin geri dönüş zamanında, mutlak değerlerden ziyade göreli diktatörlük ve ultra liberalizmin etkin olduğu bir ortamda yaşamaktayız ve duygularımız da bu düzensiz ahlak anlayışının kölesi olmaya devam etmektedirler. Kargaşa kavramının her alanda hüküm sürdüğü bu dönemde insan ancak sistematik ve düzenli bir ahlak anlayışına ve gerçek maneviyat sistemine uyarak kendini kurtarabilir. Bu da İslam’da tasavvuf anlayışıdır. Tasavvuf insan karakterini, duygularını, ahlakını merkeze alıp, Allah sevgisi yolu ile insanı mükemmel bir insan hâline dönüştürmeyi hedefler. Karakterlerin ve anlayışların farklılığını kabul eden, dünyadaki çeşitliliği takdir eden kültürlü bir din anlayışı ve duygu yönetim sistemidir. İnsanın kendisi ile barışta olup sulhü’l kül (mutlak barış) mefhumunu gerçekleştirmeyi hedefler.
*Prof. Dr., Makedonya Tetova Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Felsefesi Öğretim Görevlisi.
Kaynakça
Bhawuk, D. (2011). Spirituality and Indian Psychology: Lessons from the Bhagavad-Gita. New York: Springer-Verlag.
Descartes, R. (1649/1989). The Passions of the Soul. Indıanopolıs: Hackett Publishing Company.
Eifring, H. (2004). Love and Emotions in Traditional Chinesse Literature. Boston: Brill.
Franks, D. D. (2001). Emotions, Sociology of Emotisons. N. J. Smelser, & P. B. Baltes içinde, International Encyclopedia of the Social and Behavioral Sciences (s. 4477–4481). Oxford: Elsevier Science.
Halvor, E. (tarih yok).
Knuuttila, S. (2004). Emotions in Ancient and Medieval Philosophy. Oxford: Oxford University Press.
Mandler, G. (2001). Emotion: History of the concept. N. J. Smelser, & P. B. Baltes içinde, International Encyclopedia of the Social and Behavioral Sciences (s. 4437–4440). Oxford: Elsevier Science.
Solomon, R. C. (2008). The philosophy of emotions. M. : Lewis, & J. Haviland-Jones içinde, Handbook of Emotions (s. 3-16). New York: Guilford Press.