REZONANS NEDİR? DÜNYAYLA BİR İLİŞKİ TÜRÜNE YAKLAŞIMLAR
Hartmut Rosa*
- Kavramsal Belirlenim: Tanıma, Rezonans ve Yabancılaşma
Fenomenoloji insan varlığını genel olarak, her zaman ve geri dönülmez bir şekilde bir dünyaya yerleştirilme (Heidegger), dünyanın bir parçası olma (Merleau-Ponty) ya da kendimizi bizim için anlamı olan (Charles Taylor) bir dünyada yeniden bulma olarak anlar. Bu anlayış, özne ve dünyanın “her zaman zaten” birbirinden bağımsız olarak verili olduğu ve ancak bu verililiğin ardından her ikisinin ilişki kurabildiği Kartezyen bir ikiciliğe dayanmaz. Aksine, bunun tersi geçerlidir: Yalnızca ilişkililiğin biçiminden ve niteliğinden, ilişkili olma sürecinden bir özne ya da dünya olarak görünen ve birbiriyle karşılaşabilen şeyler ortaya çıkar. Fenomenolojik bir perspektiften bakıldığında, bu yine de içinde bulunduğumuz dünyanın neye benzediği veya daha doğrusu bu dünyayla ne tür bir bağlantımız veya ilişkimiz olduğu ve olabileceği sorusunu gündeme getirir. Örneğin Merleau-Ponty’ye göre bu şekilde, öznelliğin veya bilincin ilk defa ortaya çıkıp geliştiği temel deneyim belirlenebilir: Orada bir şey var, bir şey mevcut. Gözlerimizi kapattığımız anda onu hissedebiliriz. Peki bu “bir şey” neye benzer: Kendisini öncelikle bir tehdit, bir tehlike olarak mı sunar? Yoksa bir cazibe ve baştan çıkarma olarak mı? Barındırıyor, destekliyor, karşılık veriyor ve besliyor mu, yoksa yalnızca kayıtsız ve sessiz mi? Bu makalede bir taslak olarak geliştirmek istediğim iki bölümden oluşan tezin ilk kısmında, dünya ile ilişkinin rezonans, kayıtsızlık ve geri tepme terimleriyle tanımlanabilecek en az üç temel tarzda ayırt edilebildiğini öne sürüyorum. İkinci olarak da, dünyanın hangi kısımlarının rezonansla, hangilerini geri tepmeyle ve hangilerini kayıtsızlıkla karşıladığımızı, ritüel pratiklerle öğrendiğimizi ve geliştirdiğimizi göstermek istiyorum.
Bu tezin merkezinde rezonans kavramı yer almakta. Duygusal bir durumu değil, özne ve dünyanın bir karşılık verme ilişkisi içinde olduğu bir ilişki tarzını ifade etmekte. Daha kesin olarak ifade etmek gerekirse, rezonansı başka iki terimle karşılaştırmak faydalı olur: Rezonans, Axel Honneth’in anladığı şekliyle tanınma kavramının bir modifikasyonu ve bir anlamda devamı, ama aynı zamanda da yabancılaşmanın ötekisidir.
George Herbert Mead ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i referans alan Honneth, öznelerin kendileri ve dünya ile sağlam bir ilişki geliştirmek için tanınma ilişkilerine bağlı oldukları fikrini geliştirdi. Buna göre, ancak sevgi, saygı ve toplumsal değer biçmeyi deneyimlediklerinde kendilerine güven, özsaygı ve özdeğer geliştirebilir, böylece kendileri ve dünya ile istikrarlı bir ilişki kurabilirlerdi. Sonuç olarak, Honneth, insan eyleminin ve sosyal dinamiklerin sürekli bir tanınma mücadelesi ve dolayısıyla umursanmama deneyimlerinden kaçınma ve diğerlerinden ayırt edilme çabası olarak anlaşılabileceğini öne sürer. Bana göre bu tez mantıksız değil, ama eksik: İnsanlar, bu mücadelenin ve çabanın mantığına kapılmadan, kendileri için merkezî öneme sahip deneyimleri arar ve yaşarlar. Örneğin dinî deneyimler, estetik deneyimler veya doğa deneyimleri, en azından modern özneler için merkezî öneme sahiptir. İnsanların kendilerini diğerlerinden ayırmak ve böylece ayrıcalık kazanmak için duaya, müziğe, ormana veya çöle verdikleri açıklaması bence yeterli değildir. Karşı tezime göre, onlar aslında orada, bir duyarlılık ilişkisindeki ötekiyle bağlantıyı veya karşılaşmayı aramakta ve deneyimlemektedirler; bu ötekinin kendileriyle içsel bir anlamı olan bir ilişkisi var gibidir çünkü onlar kendilerine dokunur, kendilerini sararlar, dahası bununla bağlantılı olarak, belirli bir şekilde kendi kendine etkili şeyler olarak da deneyimlenebilirler; ancak buna sonra geri döneceğim. Başka bir deyişle: Doğada, sanatta, dinde ve aynı zamanda belirli şeylerle uğraşırken –örneğin çalışma sürecinde veya törensel faaliyetlerinde– insanlar rezonans deneyimleri arar ve yaşarlar.
Bu gözlemden yola çıkarak, tanınma kavramının olası rezonans ilişkilerinin sadece bir kısmını, yani dünyadaki karşılaşmaların sosyal boyutunu kapsadığını öne sürüyorum. Elbette sevgide, dostlukta ve ayrıca demokratik politik eylemde, modern özneler rezonans ilişkileri kurarlar: Burada araçsal olmayan bir şekilde birbirleriyle duyarlı bir ilişki zemininde karşılaşırlar; burada her iki taraf üzerinde de dönüştürücü bir etki yaratan veya en azından dönüşümü ortaya çıkarma potansiyeli taşıyan karşılıklı bir erişim ilişkisi vardır. Birbiriyle etkileşim hâlinde olan bu ilişkilerde iki (veya daha fazla) ses buluşur. Bu tür ilişkilere yatay rezonans ilişkileri diyorum çünkü bu ilişkiler kendilerini temelde eşit veya aynı türden varlıklar arasında kurulur. Bununla birlikte, ötekiyle ilişkili bu tür dokunulma ve duyulma deneyimi bağımsız ve karşıt bir ses tarafından da gerçekleşebildiğinden, dahası sahici bir karşılaşma deneyimi, insanların bir bütün olarak varoluşlarını ilgilendiren ya da kapsayan bir şeyle temas ettikleri yerde de meydana gelebileceğinden, tüm kültürlerde geçerli bir tür dikey rezonans olduğunu ve bunu özneleri Jasperci anlamda –kültürel ve ritual olarak tanımlı– bir “kapsayıcılıkla” özdeşleştirebileceğimizi öne sürüyorum. Din alanı, ama aynı zamanda sanat, doğa ve tarih alanları, modern Batı kültüründe bu tür ilişki biçimleri kurarlar. Rezonans ilişkilerinin nesneler ve eserler ile de gelişebilmesi, karşılıklılığı yalnızca insan faillerine atfeden bilimsel-rasyonalist bir dünya görüşü açısından bakıldığında şaşırtıcıdır. Bu ilişki türü örneğin şiir sanatı için hiç de yabancı değildir. Bu bağlamda Eichendorff’un Romantizmin önemli şiirlerinden “Su Değneği” (“Her şeyde bir şarkı uyur”) şiirini veya Rilke’nin “Şey” şiirlerini (“Hep uyarmak ve sakınmak istiyorum: Uzak durun onlardan/ Şeylerin şarkısını dinlemeyi seviyorum/Siz onlara dokunduğunuzda katı ve sertler/Öldürüyorsunuz tüm şeyleri”) hatırlayabiliriz. Ama bu ilişki türünü aynı zamanda günlük iş ve eğitim deneyimlerinde de bulabiliriz: Fırıncı ekmek hamuruyla, bahçıvan bitkilerle, doktor hasta organlarla, gazeteci metinlerle ve bilim insanı formüllerle, deyim yerindeyse kendi sesiyle konuşarak yanıt veren muhataplar olarak karşılaşır. O yüzden bu tür ilişkilere çapraz rezonans ilişkileri diyorum.
Burada ilgilendiğim soru çok basit bir şekilde formüle edilebilir: Hayatta, öncelikle rezonansı mı arıyoruz yoksa tanınmayı mı? Benim savunduğum şey şu: Rezonans daha kapsamlı ve dolayısıyla tabiri caizse “daha derin” bir kavramı temsil ediyor, ama diğer yandan yatay ilişkiler alanında bile rezonans ve tanınma aynı şeyler değil: Tanınma (özellikle yasal tanıma anlamında) sabitlenip çoğaltılan bir şeyken, rezonans her zaman dinamik, süreçsel bir hadiseyi, iki taraflı bir karşılaşmayı tanımlar. Göreceğimiz gibi öznelerin rezonans deneyimleri yaşayabileceği şekilde rezonans eksenleri kurumsallaştırılabilir, ama rezonansın kendisi asla bu anlamda kurumsallaştırılamaz ve sabitlenemez. Bu, iki fail veya varlık arasında anlık olarak meydana gelen bir şeydir, ancak örneğin hayranlık durumunda veya genel olarak sosyal takdir anlamında tanınma tek taraflı olabilir: Basketbol becerilerinize hayran olduğum gerçeği karşılıklılık gerektirmez. Ayrıca tanımanın karşılıklı olduğu veya olması gerektiği yerde bile (örneğin aşkta veya arkadaşlıkta), tanınma faillerin ayrı ayrı sahip olduğu bir şeydir: Ben sizi tanırım, siz beni tanırsınız; oysa rezonans yalnızca dinamik bir bağlantı olarak vardır. Bu bağlantının amacı ya da sonucu karşılıklı dönüşümdür (bu yüzden rezonans ilişkilerini dünyanın özümsenişi olarak tanımlamak istiyorum), tanıma verili olanı şeyleştirme ya da sabitleme riskini taşır. Ayrıca, tanınma için mücadele edilebilirken, rezonans için mücadelenin bir anlamı yoktur; tam tersine, elde etmeye çalıştığı şeyi yok edebilir. Burada, rezonans ilişkilerinin bir başka karakteristik özelliğiyle karşılaşıyoruz: Her zaman bir kontrol edilemez [Unverfügbar] ana sahipler. Rezonans asla zorla veya araçsal olarak yaratılamaz; dahası, belirli bir durumda gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tahmin etmek olanaksızken, aynı zamanda başka koşullar altında gerçekleşmeyeceğinden emin olmak da aynı derecede olanaksızdır. Kısacası, rezonans kavramı, tanıma kavramını yalnızca öznelerarası alanın ötesine genişletmekle kalmaz, aynı zamanda dünyayla (başarılı) insan ilişkilerinin zeminine ilişkin anlayışı da değiştirir. Bunun yanında, rezonans kavramı, yabancılaşma ile çelişen veya onun karşıtı bir kavram olarak anlaşılırsa, belki daha fazla inandırıcılık kazanır. Aslında, özellikle 1970’lerdeki popüler döneminden sonra, yabancılaşma kavramı sadece eleştirel teoride değil, aynı zamanda sosyoloji ve sosyal felsefede de büyük ölçüde unutulmuştur; bunun nedeni daha çok, yabancılaşmama durumu için neyin temel alınacağının mümkün olmamasıdır. Yabancılaşmaya karşıt kavramlar için tüm adaylar – insanların gerçek doğası, özgünlük, sahicilik, hatta otonomi veya tanınma– siyasi ve toplumsal tartışmalarda sorgulanabilir veya yetersiz olduklarını kanıtladılar. Bu çerçevedeki sorunları burada ayrıntılı olarak tekrar tartışmak istemiyorum ve bunun yerine rezonansı yabancılaşmanın ötekisi olarak anlamayı öneriyorum. Rahel Jaeggi’nin, yabancılaşmayı ilişkisizliğin ilişkisi olarak anlayan görüşünü paylaşıyorum. Bu bakımdan yabancılaşma, özne ve dünyanın içsel olarak bağlantısız bir şekilde karşı karşıya geldiği, dünyanın bir bölümünün özümsenmesinin başarısız olduğu bir ilişki tarzını ifade eder. Bu anlamda yabancılaşma her üç boyutta da (yatay, dikey ve çapraz) meydana gelebilir: ailemizle birlikte kahvaltı masasına oturabilir ve kendimize bu insanlarla, belki onlarla ilgilenmek (ya da ilgilenilmek) zorunda olmamız dışında gerçekte ne yaptığımızı sorabiliriz: Benim için hiçbir şey ifade etmiyorlar ve onlara ulaşamıyorum. İşyerinde de kendimize burada ne aradığımızı sorabiliriz, aynı şekilde kilisede, dağ yürüyüşünde veya konserde de. Bedenimiz ve duyumlarımızla rezonansa girebildiğimiz gibi, onları yabancı, yanlış ve hatta düşman olarak deneyimleyerek kendimizi onlara yabancılaştırabiliriz. Bu ilişki tarzında dünyayla (ya da dünyanın bir bölümüyle) ya kayıtsız –bize hiçbir şey söylemez, sessizdir– ya da düşmanca (itici), yani bir tehdit olarak karşılaşırız: Bu katı sessizlikte, yabancılaşmanın bu iki yönü buluşur. Bu dünya ilişkisinin en radikal tezahürü, dünyanın bir bütün olarak bize karşı katı, dilsiz, soğuk, solgun ve sessiz olduğu, kendimizi de boş, ölü ve ilişkisiz deneyimlediğimiz tükenmişlik veya depresyon deneyiminde ortaya çıkar. Bu durumda, tüm rezonans eksenleri bizim için sessizdir, bizimle dünya arasında deyim yerindeyse artık rezonans teli yoktur. Etkilenebilirlik ve empatinin yanında özyeterliğe dair inanç da depresyon durumunda önemli ölçüde azalır.
Bu şekilde yabancılaşma, özcü olmayan bir kavram olarak rehabilite edilebilir: Bu kavramın kullanımı, onun karşısına insanın ya da en azından bir bireyin “gerçek doğası” ya da “sahici özü”nün getirilmesi gerektiğini varsaymaz; öznelerin dünyayla olan ilişkilerini, “sessiz” ve “rezonans” ilişkiler olarak ayırmak mümkündür. Rezonans ilişkilerinin öncelikle kültürel olarak zahmetli bir şekilde öğrenilmesi gereken bir şey olarak anlaşılmadığını belirtmek önemlidir: Çocuklar ve hatta bebekler doğumdan itibaren rezonans için ayarlanmış gibi görünürler, rezonans ilişkilerinde kendileriyle ve dünyayla olan ilişkilerini geliştirirler; diğer yandan dünyaya ya da daha doğrusu dünyanın belirli kısımlarına belli bir mesafe koymak, onu şeyleştirmek ve âdeta “hareketsiz kılmak” –son derece önemli olan– kültürel bir teknik gibidir. Bu anlamda yabancılaşma, yalnızca bilim ve teknolojinin gelişmesi veya modern anlamda hukukun uygulanması için merkezî bir ön koşul değildir, aynı zamanda özellikle ergenlik döneminde bir öznenin “kendi sesini” geliştirmesinde muhtemelen vazgeçilmez bir aşamayı temsil eder. Rezonans kavramının akustik kökenine bakarsanız, bir cismin (örneğin bir gitar veya keman gövdesi) ancak yeterince kapalıysa rezonans yapabildiğini göreceksiniz: Geçirgen, gözenekli bir yapı ses çıkaramaz. Ancak aynı zamanda “etkilenecek”, yani ulaşılacak ve titreşime geçecek kadar da açık olmalıdır: Tamamen kapalı bir cisim de rezonansa girmez.
Eğer rezonans ve yabancılaşma bu şekilde dünya ilişkilerinin karşıt tarzları olarak tanımlanırsa, yabancılaşmayı acizlik veya güçsüzlük (yani otonomi kaybı) ve anlam kaybı deneyimleriyle tanımlama girişiminin yeterince ileri gitmediği ortaya çıkar. Çünkü en yoğun rezonans deneyimleri çoğu zaman ezilmiş olma (ya da kendini aşma) anlarına denk düşer ve bu anlarda kendi kaderini tayin ya da otonom bir eylem sonuçsuz kalır. İnsanlar âşık olduklarında, bir müzik ya da bir fikir tarafından derinden etkilendiklerinde, bunu genellikle bir güç kaybı olarak tanımlarlar: Buna engel olamadım, kendimi bırakmam gerekiyordu vb. gibi. Bunlar aynı zamanda dünyayla başarıyla ilişki kurulan anlardır, daha da iyisi, bir yabancılaşma durumunun ortaya çıkarmaktan çok onu sona erdiren başarılı dönüşüm anlarıdır. Dünyasal ilişkilerin bu şekilde akışkanlaşması, bilişsel yorumların seviyesinde olmak zorunda değildir: Daha önce depresyonda olan ve şimdi âşık olan (bir kişiye, müziğe, resme veya manzaraya) yeni bir dünya resmi kazanmaz, depresyonu bitiren yeni bir dünya ilişkisi kazanır.
Ancak rezonans kavramsal olarak kurucu bir ötekiyle karşılaşma anlamına geldiği için, öznenin yalnızca kendisiyle karşılaştığı bir kaynaşma veya yankı ilişkisi anlamına gelmez, bundan dolayı rezonans ve yabancılaşma basit bir karşıtlık oluşturmaz, diyalektik olarak birbiriyle ilişkili olarak ortaya çıkarlar: Kontrol edilemezlik ve ötekinin kendi sesi birer ölçüt olarak her zaman dönüştürülemeyen, mukavemet gösteren bir kalıntıyı gerektirir. Bu nedenle rezonans, ahenk veya uyum ile karıştırılmamalıdır: Anlaşma ve kaynaşma anlamına gelmez, karşılık verme anlamına gelir, bu hâliyle çelişkiyi ve hatta ahenksizliği kurucu bir unsur olarak barındırır.
Şöyle özetleyebiliriz: Rezonans, özne ve dünyanın birbirine “eriştiği” bir dünya ilişkisi tarzını tanımlar; böylece dünya ilişkisini deyim yerindeyse akışkanlaştırdığı için dönüştürücü etkileri olan bir karşılık verme ilişkisi ortaya çıkar. Rezonans deneyimlerinde özneler, onları ilgilendiren ve onlarla konuşan bir öteki tarafından dokunulur (etkilenilir), özne de aynı zamanda buna karşılık verir (duygusal ve fiziksel olarak) ve kendilerini etkin olarak deneyimlerler. Kontrol edilemezlik, bu tür ilişkilerin kurucu bir özelliği olarak ortaya çıkar: Bu ilişkiler ne siyasi olarak düzenlenebilirler ne de yalnızca araçsal olarak yaratılabilirler. Rezonans, en elverişsiz koşullarda meydana gelebilir ve en uygun koşullarda da gerçekleşmeyebilir. Bununla birlikte, tüm kültürler, rezonans deneyimlerini daha olası kıldıkları belirli kurumsal bağlamlara ve ritüel uygulamalara sahiptirler. Şimdi ikinci bölümde bunlardan söz etmek istiyorum.
- Törensel Rezonans Pratikleri
Rezonans koşullarının ampirik analizi için rezonans deneyimleri, rezonans eksenleri ve rezonans alanları arasında ayrım yapmak gerekir: Rezonans deneyimleri her zaman anlık, elde bulunmayan hadiselerdir; kalıcı hâle getirilemezler. Bununla birlikte, insanlar genellikle kısmen kararlı rezonans eksenleri boyunca bu tür deneyimlere sahiptir. Modern Batı kültüründe, örneğin, operalara veya rock festivallerine gitmek birçok insan için böyle bir eksen oluşturabilir; başkaları dağlarda, ormanda veya sebze bahçesinde yürüyüş yaparken, diğerleri yine kilise ayinlerinde veya toplantılarında rezonans arar ve bulur; çünkü sanat, doğa ve din, modernitenin karakteristik (dikey) rezonans alanlarını oluşturur. Bu anlamda, rezonans eksenleri, bir özne ile dünyanın belirli bir kısmı arasındaki bireysel olarak farklı, ama zaman açısından nispeten kararlı ilişkileri belirtir. Örneğin iki ayrı kişinin güçlü müzikal rezonans eksenleri olabilir, ancak biri rezonansı Schönberg’in on iki ton müziğinde kurarken, diğeri Heavy Metal müziğinde kurabilir; bu şekilde birbirlerinin rezonans eksenlerine “sağır” kalırlar. Öte yandan bu eksenlerde tekamül mümkün ve muhtemeldir çünkü sanat ve müzik başlı başına modernitenin belirli rezonans alanları hâline gelmiştir. Bu kültür, sayısız anlatı, kurum ve ritüel aracılığıyla estetik pratikler ve deneyimler alanında belirli rezonans duyarlılıkları üretir. Rezonans alanları bu anlamda kolektif deneyim alanlarını temsil eder
Burada esas olarak önemli olan şey, rezonans deneyimlerinin etkinleştirilmesinin ve rezonans eksenlerinin tekamülünün genellikle kolektif pratikler çerçevesinde gerçekleşmesidir. Rezonans duyarlılığının üretildiği ve katılan bireylerde mizaca yönelik yanıt verme isteğinin uyandırıldığı belirli ritüeller vardır; bu tür ritüeller aynı zamanda rezonans eksenleri oluşturabilir ve kurabilirler. Ritüel pratiklerde genellikle rezonansın bir boyutu ön planda olmasına rağmen (örneğin dinî ritüellerde dikey boyut, siyasi olanlarda ise yatay boyut), yine de bu pratiklerde rezonans ilişkileri istisnasız olarak her üç yöne doğru gerçekleşir. Burada Hristiyan komünyonunu örnek verebililiriz; orada yalnızca dikey yönde bir birlik yeniden kurulmaz, aynı zamanda inananlar arasında da bir birlik kurulur ve ekmek, şarap, haç, kadeh veya sunak gibi şeylere rezonans kuvveti “yüklenir”. Örneğin, futbol takımları büyük bir turnuvanın finaline çıktığında, bir Rock konserinin açılışında veya sonunda oldukça benzer “yüklemeler” gözlemlenebilir. Tezime göre ritüeller, belirli yerleri (ve zamanları), belirli insanları (örneğin rahipleri, gitaristleri veya forvet oyuncularını), belirli eşyaları ve rezonans yeteneklerine sahip belirli eylemleri şarj ederek rezonans duyarlılıkları üretir ve rezonans eksenleri oluşturur. Böylece, bu yerlerdeki insanların, başka insanlarla veya şeylerle birlikte, ritüel bağlamının dışında da rezonans deneyimleri yaşama olasılığı artar. Ritüel pratiklerle yüklenen ya da rezonans içinde bulunan dünyanın kısımları, kültürel bağlama göre atalar, ruhlar, tanrılar ve hatta “tarih” gibi aşkın varlıklar da içerebilir. Örneğin Amselfeld, birçok Sırp’ın kafasında tarihi canlandırır ve onlar için anlamlıdır, kısacası, şimdiki zaman geçmişle anlamlı bir bağlantı deneyimleyebildiği için rezonans oluşur. Bu tür bağlantıların niteliği büyük ölçüde değişebilir: Bir Alman ziyaretçi için Auschwitz-Birkenau tabelası, tarihin mevcudiyet kazandığı ve dönüştürücü bir yükümlülük niteliğine sahip “Bir Daha Asla” fikrini ortaya çıkaran güçlü ve zorlayıcı bir kendini aşma deneyimine yol açabilir! Bu tür rezonans deneyimleri, Charles Taylor’ın anladığı anlamda güçlü değerlendirmeler içerir, yani bunlar, kanaate veya daha doğrusu, eğilimlerimize ve arzularımıza bakılmaksızın, başlı başına önemli olan, anlamlı ve bizi yükümlü kılabilecek bir şeyle karşılaştığımız deneyimine dayanır. Bu deneyimlerin tipik bir özelliği, onların iç ve dış, ama aynı zamanda da geçmiş şimdi ve gelecek arasında titreşimli bağlantılar (rezonans eksenleri) açabilmeleridir: Tıpkı dua eden bir kişinin aynı anda hem dışa (bir tanrıya) hem de içe dönmesi ya da bir dinleyicinin, müziğin onun içinde mi yoksa dışında mı olduğunu söylememesi gibi, modern insanlar da dışarıda kendilerini bulmak için dağlara ya da çöllere giderler; işte benzer şekilde, tarihsellik rezonans hâlindeki deneyimleri geçmişi, şimdiyi ve geleceği birlikte mevcut kılarak birbirine bağlar.
Şimdiye kadar neredeyse yalnızca modernite perspektifinden bakarak yola çıktım, ancak burada sunulanlar tarihsel ve kültürel açıdan karşılaştırmalı araştırmalarla da doğrudan ilgilidir. Rezonans ilişkilerinin veya genel olarak dünya ilişkilerinin analizi, kişinin dünya resmi seviyesinin çok ötesine geçmesine, böylece salt bilişsel ve önermesel açıklama düzeyine karşıt olarak, somut pratikler alanına, deneyimlerin bedenselliğini, maddi nesnelerin ve eşyaların anlamını özgürleştirerek girmesine izin verir. Bu bağlamda örneğin spesifik olarak oluşturulmuş rezonans duyarlılıkları ve bunun üzerine kurulan rezonans eksenleri dikkate alınarak antik ritüel ve kült pratikleri yeniden incelenebilir. Diğer taraftan, modernliğin, sanatı, dini, siyaseti ve tarihi belirli bir şekilde ayırt edilebilir kılan rezonans alanları, erken antik Yunanistan’a veya geç antik Roma’ya kolayca indirgenemeyecek gibidir: Hangi alanlar ve eksenlerin oluşturulduğu ve bunların arasında hangi konfigürasyonların ortaya çıktığı araştırmanın merkezî konusu hâline gelmektedir. Dahası: ritüel pratikler yalnızca dünyanın hangi kısımlarıyla (hangi yerlerle, nesnelerle, insanlarla ve aşkın varlıklarla) rezonans ilişkileri kurdukları açısından incelenemez. Çünkü kaçınılmaz olarak aynı zamanda kayıtsızlık veya geri tepme tutumlarının üretildiği başka kısımları da oluştururlar. Rezonansın ancak, arka planda dünyanın özümsenemeyen, yabancı, sessiz ve hatta düşman kısımları olduğunda mümkün olduğu fikri doğruysa, bu tür pratiklerde kültürel dünya ilişkileri kendi bütünlüğü içinde yapılandırılır: Belirli biçimde “yüklü” yerler, şeyler ve insanlar, rezonsansa doğru eğilimli hâle geldikçe ve bunu bir alışkanlığa dönüştürdükçe, diğer yerler, şeyler veya insanlarla ilgili olarak alışılmış bir kayıtsızlık (ve iticilik) üretilir.
Bununla beraber, rezonans pratiklerinin kurumsallaşması, kaçınılmaz olarak katılaşma ve “şeyleşme” tehlikesini barındırır: Rezonanslar ritüel olarak (ve kişisel olarak) erişilebilir kılındığında ve kontrol altına alındığına, sessiz ve rutin dünya ilişkilerine dönüşme tehlikesini taşırlar; böylece rezonanslar güçlerini kaybederler. Karizmatik “uyanış hareketleri” ve pratiklerde gerçekleştirilen, rezonans eksenlerinin değiştirilmesine ve yeniden yapılandırılmasına kadar giden dönüştürücü değişiklikler, bu nedenle yalnızca kültürel olarak beklenen gelişmeler olmakla kalmaz, aynı zamanda kendi başına neredeyse antik çağın zengin belge ve eşya hazinesinin benzeri görülmemiş şekilde izini sürmemize izin veren kaçınılmaz bir kültürel dinamiği tanımlıyor. Bununla birlikte, dünya ilişkilerinin ve rezonans duyarlılıklarının kültürler arası analizi, gelecekteki araştırmalar için çok çeşitli meydan okumalar içeren çekici bir görev gibi görünmektedir.
*Profesör, Jena Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü