SEKÜLERLEŞME KAVRAMI VE SEKÜLERLEŞME TARTIŞMALARININ KRİTERLERİ
Volkan Ertit
Sekülerleşme tartışmaları Avrupa ve Kuzey Amerika’da yer alan ülkelerdeki sosyal bilim dünyası için yeni bir alan değil. Özellikle 1960’lardan sonra bu bölgelerde yaşayan toplumların sekülerleşmesine dair sayısız makale ve kitap yayımlandı. Ancak Türkiye’de böyle bir tartışma ile sadece son 10 sene içinde karşılaşıyoruz. Yani söz konusu sekülerleşme kavramı olduğunda, Batı’da neredeyse 60 yılı aşan bir birikime karşın Türkiye sosyal bilimler camiasının emekleme sürecini yaşadığı ifade edilebilir. Bu sebeple, kavramın doğru anlaşılması için mücadele vermek iki noktada önem arz ediyor. Birincisi, nasıl ki bir gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiğinde diğer tüm düğmeler iliklense dahi gömlek eğreti duracaksa, benzer şekilde eğer sosyal bilimlerdeki yeni bir tartışmanın ilk zamanlarında kavramsal çerçeveye yeterli zaman harcanmazsa ileriki tartışmaların kakofoniye dönüşme ihtimali bulunmaktadır. Türkiye’de ana akım medyada yer alan açık oturumlardaki seviyeden daha fazlasını arzu ediyor isek kavramların “ne”liğine daha fazla vakit ayırmamız gerekmektedir. İkinci sebep ise, toplumsal hayatta son 200 senedir yaşanan sert bir dönüşüm var ve bu dönüşümü açıklama iddiasında olan güçlü teorilerden biri olan “Sekülerleşme Teorisi”ni anlayabilmek için öncelikle sekülerleşmenin ne olduğunun bilinmesi gerekiyor.
Hollanda’nın Radboud Üniversitesi’nde sekülerleşme kavramı etrafında şekillenen doktoramı yaparken şöyle bir sorunla karşılaştım. O zamana kadar literatürde yer alan kavramlar evrensel bir tartışma yapılabilmesinin önüne geçiyordu. Kavram Avrupa tarihine ait olduğu için, sekülerleşme daha çok Katolik Kilisesi’nin güç kaybetmesi olarak ya da Kilise’nin başına gelen “kötü olayları” tasvir etmek için kullanılıyordu. Kilise Îsâ peygamberin yeryüzü temsilcisi olduğu için sekülerleşme kavramı da din ve onun temsilcilerinin güç kaybına indirgenmiş durumdaydı. Bu durumda şu sorunun sorulması gerekiyor: Tarihinde kilise kültürü olmayan ya da “din” olgusunu Avrupa’daki gibi tecrübe etmeyen toplumlarda sekülerleşme kavramı kullanılabilir mi? Evet, kullanılabilir. Ancak sekülerleşmenin açık şekilde tanımlanması gerekiyor. Kavram öyle bir tanımlamalı ki, hem Avrupa’da Kilise merkezli dinin toplumsal gücünün azalmasını kapsayabilsin hem de Amazon ormanlarında modern insanlarla iletişim dahi kurmamış kabilelerin, İbrahimî dinlerin merkezi olan Orta Doğu’da yaşayan halkların, Budizm, Hinduizm gibi dinlerin merkezi olan Hint Yarımadası’ndaki insanların ve dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan toplulukların yaşadıkları dönüşümü açıklamaya yardımcı olsun. Bununla birlikte, kavram kendisini “Gerçek din nedir?” tartışmalarından da soyutlayabilir olmalıdır. Böyle bir tanım, hem operasyonel bir tanım olarak akademik çalışmalarda kullanılabilir hem de sadece belli bir bölge ve tarihe indirgenmiş olmadığından evrensel tartışmaların parçası olabilir. Kısacası, kavram hem dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan toplumsal dönüşümü açıklayabilmeli idi hem de geçmişle kıyas yapmalı ve sekülerleşme literatüründeki yöntemsel sorunları aşabilmeliydi. Tüm bu zihin tartışmaları sırasında neredeyse her gün bir başka sekülerleşme kavramı formüle ediyor ancak ertesi gün kavramın dışladığı alanlar sebebi ile ortaya koyduğum tanımdan vazgeçiyordum.
Sabah Ülkesi için kaleme aldığım bu metin, yukarıda paylaştığım sıkıntıları aştığımı düşündüğüm sekülerleşme tanımını paylaşmak için yazıldı. Az sonra ifade edeceğim tanım hem Kilise merkezli sekülerleşme tartışmalarını aşmamıza hem de Türkiye ve dünyanın farklı coğrafyalarında konu özelinde deneyimlenen toplumsal dönüşümleri anlamamıza yardımcı olma potansiyeli taşımaktadır. Bu sebeple öncelikle kavramı ansiklopedik bir bilgi şeklinde ortaya koyup, ardından kavram içindeki sözcük öbeklerinin neden seçildiklerini açıklayacağım. Ardından günümüzde hangi parametreler üzerinden toplumsal ya da bireysel sekülerleşme eğilimlerini takip edebiliriz sorusuna yanıt arayacağım. Metnin son bölümünde ise kavramın sıklıkla karıştırıldığı laiklik, sekülerizm, dünyevileşme, dinsizleşme, ahlaksızlık ve çağdaşlaşma kavramları ile arasındaki farklara kısaca değineceğim.
Kavram Olarak Sekülerleşme
Sekülerleşme, belli bir toplumda, belli bir zaman dilimi içerisinde, doğaüstü alanın, yani dinin, dinîmsi yapıların, halk inançlarının ve diğer tüm doğaüstü öğretilerin bireysel ve toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve gündelik yaşamı şekillendirme güçlerinin azalması demektir.
Fark edileceği gibi, kavramın merkezinde “doğaüstü alan” var. Doğaüstü öğretisi olan ya da bir şekilde doğaüstü ile ilgili olan tüm oluşumlar sekülerleşme tartışmalarının parçası durumundadırlar. Doğaüstücülük şu şekilde ifade edilebilir: Gündelik yaşamın olaylarını anlamak için kurulan sebep sonuç ilişkisinde ve düşünme eyleminde, deney/gözlem yerine inancın/içgüdünün merkezde olması, yani fiziğin ötesinin referans alınması, doğaüstü merkezli bakış açısıdır. O nedenle deneyimlediğimiz günlük olaylarla ilgili olarak, doğa bilimleri (fizik, kimya, biyoloji vb.) ile açıklanamayacak sebep-sonuç ilişkisi kurma, tutum alma ve inanç sahibi olma doğaüstücülüğün alanına girmektedir. Bu durumda İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi dinler sekülerleşme tartışmalarının pek tabii ki parçasıdırlar. Ama eğer doğaüstü kavramı merkezde olursa, bu durumda Orta Doğu kökenli İbrahimî dinler değil, herhangi bir doğaüstü güce ya da öğretiye inananlar da sekülerleşme tartışmalarının parçası durumuna geleceklerdir. O nedenle, bir kişinin İslam’ı ya da Hristiyanlığı seçmek yerine ateşe tapması, günlük yaşam pratiklerini ateşle kurduğu ilişkiyi temel alarak tanzim etmesi, onu en az dindar bir Müslüman ya da Hristiyan kadar sekülerleşme tartışmalarının parçası hâline getirmektedir. Ateşe tapmak başka inanç grupları tarafından “hurafe” olarak tanımlanabilir. Ancak söz konusu sekülerleşme tartışmaları ise önemli olan hangi inancın “gerçek” ya da “doğru” olduğu değil, onun doğaüstü alanla ilgili olup olmadığıdır.
Böyle bir yöntem, tartışmayı “Gerçek İslam nedir?” sorusuna yanıt vermekten muaf hâle getirmektedir. Zira eğer sekülerleşme tartışması yaparken “Bu davranış kalıpları ya da bu inanç şekli zaten ‘gerçek’ İslam ile uyuşmuyor!” şeklinde bir eleştiri getirilecekse, bu durumda bir başkasının “Hangi coğrafyadaki İslam gerçektir?” sorusunu yöneltme hakkı doğacaktır. Dünyanın farklı coğrafyalarında İslam adı altında farklı ritüeller, inançlar ve ibadetler günlük yaşamı şekillendirmektedir. Hatta aynı ülkede dahi bireylerin Kur’ân-ı Kerîm’i yorumlama şekilleri aynılık arz etmemektedir. Bu sadece İslam için geçerli değil. Zamandan ve mekândan etkilenmeden günlük yaşama dair “aynı” emir ve yasaklara sahip olan bir inançla karşılaşmak pek mümkün görünmemektedir. Değil farklı ülkelerde, aynı ülke topraklarında dahi farklı din yorumları kendisine yer bulabilmektedir. En doğru İslam anlayışına sahip olduğunu iddia eden farklı İslami gruplar birbirilerini tekfir etmektedirler. Tarikatlar, cemaatler ve diğer dinî oluşumlar sahip oldukları Kur’an anlayışlarının İslam’ın tek ve gerçek yorumu olduğunu iddia etmektedirler. Bu durumda eğer sekülerleşme kavramının merkezine “din” konulursa dinin içeriğine dair getirilecek “haklı” itirazlar tartışmanın ilerlemesini önleyecektir. Ama eğer, din yerine “doğaüstü” alan merkeze alınırsa, bu durumda “Gerçek dinde zaten böyle uygulamalar yok ki!” şeklinde özetlenebilecek eleştiri anlamını yitirecektir. Çünkü farklı tarikat, cemaat ya da dinî oluşumların, birbirlerini tekfir etmelerine rağmen, ortak bir noktası bulunmaktadır. Hepsi doğaüstü alanı referans olarak göstermektedirler. Yani aynı dine mensup iki bireyden biri kutsal kitabı “a” şeklinde yorumlarken diğeri “b” şeklinde yorumluyorsa da, iki kişi de hâlen kitabın doğaüstü alandan gönderildiğini kabul etmektedir. Bunu İran ve Türkiye’yi kıyaslayarak ve yine Türkiye’nin içinden bir başka örnekle somutlaştırabiliriz. İran’da günde üç vakit ezan okunurken Türkiye’de beş vakit okunmaktadır. Din sosyoloğunun hangisinin doğru olduğunu iddia etme hakkı yoktur. Türkiye’de rock festivallerinin yasaklanmasını isteyen dinî gruplar bulunmaktadır. Ancak festivallere karışılmaması gerektiğini iddia eden Müslümanlar da bulunmaktadır. Yine hangi bakış açısının İslami olduğunu tayin etmek sekülerleşme tartışmaları açısından anlamlı değildir.
Tanımda geçen “belli bir toplumda” ve “belli bir zaman dilimi” ifadeleri hem İngilizce hem de Türkçe literatürde sıklıkla yapılan metodolojik hataların önüne geçmek için kullanılmıştır. “Belli bir zaman dilimi içerisinde” ifadesi referans noktasına olan ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Sekülerleşme süreci mutlak değerlerle değil geçmişle kıyas yapılarak değerlendirilir. Sadece tek bir ana yönelik çalışmalar sekülerleşme sürecini anlamak için yeterli değildir. Örneğin, Ramazan ayı boyunca 15 gün oruç tutan bir bireyin oruç özelinde yaşadığı de/sekülerleşme sürecini anlayabilmek için, onun geçmişte kaç gün oruç tuttuğunun bilinmesi gerekmektedir. Eğer geçmişte tüm Ramazan boyunca oruç tutuyordu ise sekülerleşme, eğer daha önce hiç oruç tutmuyordu ise desekülerleşme kavramlarını kullanmak zorundayız. Hatta bunu namaz örneği ile daha somut hâle getirebiliriz. Daha önce günde üç vakit namaz kılan biri eğer günde dört vakit namaz kılmaya başlarsa, günlük yaşamında namaza daha fazla vakit ayırdığı için desekülerleşmiş olacak iken, bir başka birey beş vakit namaz kılıyorken günde dört vakit namaz kılmaya başlamışsa bu durumda sekülerleşmiş olacaktır. Fark edileceği gibi, bir birey için dört vakit namaz kılmak sekülerleşme emaresi iken başka biri için desekülerleşme emaresi olabilir.
Buna ek olarak bir toplumun ya da bireyin sekülerleşip sekülerleşmediği yine kendi tarihine bakılarak araştırılmalıdır. Ya kuşaklar arası ya da bireylerin kendi yaşamlarındaki geçmiş ve gün arasında kıyas yapılmalıdır. İki farklı ülke ya da iki farklı birey kıyaslanarak sekülerleşme tartışması yapmak mümkün görünmemektedir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, kendisi gibi modern olan Avrupa ülkelerine kıyasla daha deseküler bir günlük yaşama sahipken ve inançlı kişi sayısı da oran olarak ABD’de daha fazla iken, kendi geçmişine kıyasla oldukça sekülerleşmiş durumdadır. İnançsızların oranı son 40 senede 23 katına ulaşmıştır. Bu sebeple ABD’yi Avrupa ülkeleri ile kıyaslayıp ona “Desekülerleşmektedir.” demek hatalı bir çıkarım olacaktır.
Fark edileceği gibi tanımda din olgusunun yanında dinîmsi yapılar ve halk inançları da yer almaktadır. Dinîmsi yapılar, kutsallık ya da ruhanilik iddiası olmamasına rağmen bir siyasi liderin, şarkıcının, moda ikonunun, futbolcunun ve hatta bir mekânın doğaüstü özelliklere ya da güçlere sahip olduğuna inanılması ile ortaya çıkmaktadır. Halk inançları ise toplumdaki resmî ve baskın dinî öğretinin yanında -özellikle kırsalda- varlığını devam ettiren doğaüstü anlatılardır. Sekülerleşme tartışmaları sadece resmî dini değil aynı zamanda dinîmsi yapıları, halk inançlarını, astrolojiyi ve benzer inançların günlük yaşama etkilerini kapsamaktadır.
Buraya kadar ifade edilenleri göz önüne aldığımızda, söz konusu sekülerleşme kavramı ise kısaca şu üç maddenin öncelenmesi gerektiği söylenebilir:
- Bahsi geçen davranış/inanç/ritüel muhakkak doğaüstü ile ilgili olmalıdır. (Bu doğaüstü öğreti milyarlarca kişiye de hitap edebilir; sadece birkaç bin kişi ile de sınırlı olabilir.)
- Geçmişle kıyas yapılmalıdır.
- İnanca özcü yaklaşmamalıdır (Gerçek din tartışmasından muaf olmalıdır.)
Hangi kriterler üzerinden birey ve toplumun eğilimleri takip edilebilir?
Sekülerleşme tartışması yapmak için evrensel kriterlere sahip miyiz? Hayır, sahip değiliz. Sekülerleşme çalışması yapmak için belirlenecek kriterler zamana ve mekâna bağlı olarak değişmektedirler. Çünkü aynı inanç (örneğin İslam), farklı ülkelerde (örneğin Almanya ve Türkiye) farklı hassasiyetler sergilenerek günlük yaşama yansımamaktadır. Türkiye’de 1980’lerde İslam’ın yaşanış şekli ile 2020’li yıllardaki yaşanış şekli benzerlikten çok farklılık arz etmektedir. Örneğin 1980’lerde kot giymek, müzik dinlemek, tatile gitmek, evlilik öncesi flört etmek İslami hassasiyeti olduğunu iddia edenlerin öne çıkardıkları konular iken günümüzde bu kriterler artık İslamcılık tartışmalarında kendilerine yer bulamamaktadırlar. Bu sebeple, sekülerleşme konusunda çalışma yapacak araştırmacının, mutlak ifade ve kriterlerdense, hangi bölgeyi ve grubu çalışacaksa, o grubun doğaüstü anlayışına uygun olarak kriterler belirlemesi daha doğru olandır. Örneğin Alevileri çalışacak bir araştırmacı düşkünlük ve musahiplik kurumlarını merkeze alacakken, ya da Alevi dedelerin toplumsal prestijini ve gücünü araştırma nesnesi yapacakken, Caferilerin ya da bir Sünni grubun sekülerleşmesini çalışacak araştırmacı farklı parametreleri öncelemelidir. Sekülerleşme Teorisi kitabımda ise Türkiye’nin geneli için aşağıdaki dokuz kriterin tartışmanın öznesi olması gerektiğini öneriyorum:
- İnançlı kişi sayısı ve ibadet etme oranlarındaki değişim,
- Din ile yoğrulmuş “geleneksel aile yapısı”ndaki dönüşüm,
- LGBTİ + ile ilgili konulardaki değişim,
- Halk inançlarının günlük yaşamı şekillendirme gücündeki değişim,
- Kıyafet kodlarındaki değişim,
- İslam’ın toplumsal prestijindeki değişim,
- İmamlar/Dedeler
- Bebek isimleri
- Tartışma kültüründe kullanılan dildeki değişim, (Kamuoyunu etkileyecek büyük tartışmalarda kullanılan dil seküler mi deseküler mi?)
- Geleneksel ve sosyal medyada yansıtılan yaşamlardaki değişim,
- Alevilik ve Sünnilik kimliklerindeki değişim.
Bu dokuz madde, artırılabilir veya azaltılabilir. Muhtemelen 2040 yılında Türkiye’yi merkeze alan bir sekülerleşme tartışması yapıldığında, yukarıdaki dokuz maddenin birçoğu, ayırt edicilikleri kalmamış olabileceğinden, kriter olmaktan da çıkacaktır. Ve şu anda günümüzde henüz kuşaklar arası farklılıklar noktasında ayırt edici olmayan bazı konular (babasız ya da annesiz çocuk sahibi olmak, çocuk sahibi olmak için sperm bankasını kullanmak, aynı evi nikâhsız şekilde paylaşmak ve benzeri) kriter hâline gelebilirler.
Sekülerleşme Yerine Kullanılan Kavramlar
Belirtildiği gibi, sekülerleşme kavramı Türkçe literatürde kendisine yeni yeni yer buluyor ve bu süreç içerisinde farklı kavramlarla karıştırılarak kullanılabiliyor. Metnin bu son bölümünde sekülerleşme ile karıştırılarak kullanılan altı kavramı ve onların sekülerleşme ile aralarındaki temel farkları anlatacağım.
Laiklik: Laiklik şu şekilde tanımlanabilir: Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin kontrolünde olan eğitim, sağlık, güvenlik, hukuk, ekonomi gibi alanlarda herhangi bir doğaüstü öğretinin (dinî grubun, mezhebin, tarikatın vb.) söz sahibi olmaması, devletin dış ve iç politika için alınan kararlarda belli bir inanç grubunun çıkarlarını gözetmemesi, hiç kimsenin bağlı olduğu doğaüstü inançtan dolayı devlet kadrolarından uzaklaştırılmaması ya da bürokraside yükseltilmemesi, yani kısacası devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması… Laiklik, söz konusu devlet işleri olduğunda doğaüstü alanın (özellikle dinin) referans noktası olarak kabul edilmemesi, yani devletin dinsizleşmesi demektir. Bu sebeple, laik devletlerin dindar/deseküler toplumları olabileceği gibi, laik olmayan ya da gün geçtikçe laiklikten uzaklaşan devletlerin de seküler toplumları olabilir. Çünkü sekülerleşme kavramı bireye ve topluma ait iken laiklik kavramı ise devletle ilgilidir.
Sekülerizm: Sekülerizm, seküler yaşam tarzını ve laik bir devlet sistemini olumlayan, bunu savunan, daha iyi bir dünya için sekülerleşmek gerektiğini iddia eden ideolojinin ismidir. Sekülerleşme ise sadece var olan bir toplumsal sürecin adıdır. Sekülerleşme teorisyenleri sekülerleşme sürecine olumlu ya da olumsuz yaklaşma hakkına sahip değillerdir. Sekülerleşme konusunu çalışanların ne devleti ne de toplumu dönüştürme gibi bir misyonu yoktur.
Dinsizleşme: Sekülerleşme teorisinin çöktüğünü iddia eden sosyal bilimcilerin çoğu, sekülerleşmeyi dinsizleşme ile eş anlamlı kullanmaktadır. Bunu temel alarak, bir toplumda tanrı inancı olan bir kitleyle karşılaştıklarında teorinin çöktüğünü iddia etmektedirler. Hâlbuki sekülerleşme teorisi, “Modern toplumlarda din tamamen yok olacaktır.” şeklinde karikatürize edilmemelidir. Sekülerleşen bir toplumda bireyler hâlen inançlı olabilirler. Sekülerleşme tartışmaları için “inanç” önemli bir kriter olsa da, tartışmanın merkezinde inancın toplumsal ve günlük hayata yansıyan yüzü vardır. Birey inanmaya devam ederken, inancının getirdiği ritüeller ya da pratiklerden uzaklaşabilir. Hatta sekülerleşme süreci sonunda birçok kişi doğaüstü alandan tamamen uzaklaşabilir ve inançlarını kaybedebilir. Ancak böyle bir dönüşüm dahi, sekülerleşmenin dinsizleşme olduğu anlamına gelmemektedir. Hâlihazırda sekülerleşmekte olan modern Batı Avrupa, Kuzey Amerika (Kanada ve ABD), Türkiye, Japonya, Güney Kore gibi ülkelerde din inancına sahip milyonlarca insanın yaşıyor olması böyle bir iddiayı zaten geçersiz kılmaktadır. Sekülerleşme doğaüstünün yok oluşu değil toplumsal etki gücünün azalması sürecidir. Bir şeyin etki gücünün azalması (sekülerleşme) ile aynı şeyin tamamen bitmesi (dinsizleşme) farklı durumlara tekabül eder. Sekülerleşme tartışmalarında esas vurgulanması gereken doğaüstü alanın, gündelik yaşam pratiklerini geçmişe kıyasla daha mı az yoksa daha mı çok etkilediğidir. Kişinin eş seçimi, yeme-içme kültürü, kıyafet seçimi, tatil algısı gibi gündelik pratiklerinde fizik ötesinin daha az etkili hâle gelmesi ile fizik ötesinin kişinin hayatından tamamen çıkması aynı şeyler değildir. Zira sekülerleşme, bireyin içsel/kalbî teslimiyetinden ya da inancından çok, bu teslimiyetin/inancın dışsal yansımalarıyla ilgilidir.
Dünyevileşme: Türkiye’de bir kesim için sekülerleşme kavramı Batı’ya özgüdür. Bu sebeple onu kullanmamakta ve onun yerine bu topraklara daha uygun olduğunu düşündükleri dünyevileşme kavramını kullanmaktadırlar. Ancak bireyin geçmişe kıyasla daha fazla dünyevi arzu ve hırslara sahip olması ve enerjisini bu dünyaya harcaması (dünyevileşme) ile sekülerleşme kavramının aynı anlama gelme zorunluluğu yoktur. Muhakkak ki İslam’ın ya da bir başka doğaüstü öğretinin belli bir yorumunda dünyevi hırslar dinin kendisinden uzaklaşıldığı şeklinde yorumlanabilir. Bu anlaşılırdır ve bu durumda dünyevileşme ve sekülerleşme aynı anlama gelecek şekilde kullanılabilir. Ancak İslam’ın bir yorumundan yola çıkılarak ortaya konan bu denklemin genelleştirilmesi, toplumsal yaşamdaki farklı pratikleri göz ardı etme tehlikesi barındırmaktadır. Zira İslam dışı farklı doğaüstü öğretilerin dünyevi arzular karşısındaki tutumunun İslam dininin tutumu ile aynı olma zorunluluğu olmadığı gibi, İslam’ın tek bir yorumu da -aynen yukarıda aktarıldığı gibi- dünyevi arzuların kötülenmesi olmayabilir. Dünyevi çabayı öven bir doğaüstü öğretinin varlığı ya da bu dünya ile öte-dünyayı dengede tutmak gerektiğini ifade eden İslam dairesi içindeki bir yorum, “sekülerleşme=dünyevileşme” denklemini bozmaktadır. Bu sebeple akademisyenlerin kendi din yorumlarından yola çıkarak sekülerleşme ve dünyevileşme kavramlarını aynı anlama gelecek şekilde kullanmaları günlük yaşamda karşılaşılan bazı tipolojileri dışarıda bırakabilmektedir. Bunun da en bilinen örnekleri adünyevi-seküler olarak tanımlanabilecek kişilerdir. Bir birey hem seküler bir kültüre sahip olup hem de adünyevi olabilir. Yani doğaüstü bir öğretiye bağlı olmaksızın hayatını devam ettirirken, aynı şekilde bu dünyanın arzu ve hırslarından da arınmış olabilir. Örneğin ODTÜ’nün eski öğretim görevlilerinden Ulus Baker’in ardından yazılanlar analiz edildiğinde onun hem öte-dünyadan hem de bu-dünyadan beklentisi olmadığı ortaya çıkıyor. Baker’e nasıl ki dindar diyemez isek aynı şekilde dünyevi deme şansımız da bulunmamaktadır. Mal/mülk hırsı, dünyevi unvanlara merak, makam sevdası ve diğer dünyevi arzulara sahip olmak için seküler bir kültüre sahip olma zorunluluğu yoktur. Zira doğaüstü alan bir kişinin günlük yaşamını şekillendirmediği gibi (seküler), aynı zamanda aynı kişi, bu dünyanın arzu ve hırslarından da uzak (adünyevi) bir günlük yaşamın parçası olabilir.
Ahlaksızlaşma/Çağdaşlaşma: Özellikle yeryüzündeki görece seküler bölgelerin Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Okyanusya’da yer alan Yeni Zelanda ile Avustralya olması, sekülerleşme kavramının anlamı ile algılanışı arasında farklılıkların ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. Seküler kültüre sahip toplumların yaşadığı bu bölgelerin/ülkelerin genel özellikleri, farklı siyasi/dinî görüşlere sahip bireylerin sekülerleşme kavramına değer yüklemelerine sebep olabilmektedir. Bu yargılardan biri olumlu değer yüküne sahip “çağdaşlaşma” iken, diğeri ise olumsuz değer yüküne sahip “ahlaksızlaşma”dır.
Doğaüstü alandan uzaklaşan (sekülerleşen) toplumlar, aynı zamanda insan hakları noktasında daha ileri seviyeye ulaşmak zorunda değildir. Bununla birlikte yaşanan toplumsal dönüşümün ahlaksızlaşma olup olmadığını değerlendirmek ve bu konu hakkında hüküm vermek bilim insanlarının görevi değildir. Bilim insanları toplumsal dönüşümleri normatif ifadelerle tanımlamazlar. Bir toplumsal grup için ahlaksızlık olarak kabul edilen bir davranış kalıbı bir başka topluluk için bireysel özgürlük olarak kabul edilebilir. O nedenle sosyal bilimlerde araştırma yapanların “bilimsel” metinlerde normatif ifadelerden kaçınmaları gerekmektedir.
Sonuç Yerine
Bu metin, sekülerleşme kavramının “ne”liğine dair detaylı bir açıklama yapmaya çalışıyor. Ancak sosyal bilimcilerin topluca üzerinde anlaşmış olduğu bir sekülerleşme kavramı bulunmamaktadır. O nedenle bu metnin amacı “sekülerleşmenin zamandan ve mekândan bağımsız en doğru tanımı”nı ortaya koymak değildir. Aksine, Sabah Ülkesi’nin okuyucuları olarak sizler sekülerleşmeyi farklı tanımlayabilirsiniz ya da başka din sosyologlarının tanımını benimseyebilirsiniz. Önemli olan, kabul edilecek tanımın, toplumsal dönüşümü açıklarken mümkün mertebe kapsayıcı olması, değer yargısı içermiyor olması, herhangi bir dine ya da doğaüstü öğretiye özcü yaklaşmıyor olmasıdır. Farklı sekülerleşme kavramları uzun bir süre sosyal bilimler alanında yer alacaklar ve süreç içerisinde operasyonel olanlar bir sonraki döneme kendilerini taşıyabilecekler ta ki yeni toplumsal değişimlerle terk edilene ya da revize edilene kadar.